Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
16 C P E R V A S I Z P kitap E R T A V S I Z 29 AĞUSTOS 2008 CUMA LONDRA’DAN MUSTAFA K.ERDEMOL aka yapıyor olsa, belki anlayış gösterilebilir. Ama Ertuğrul Özkök’ün, her ne kadar okuyanı gülümsetiyor olsa da, aslında mizah değil yazdıkları. Beklentilerini, toplum için gerçekleşmesini umduğu temennilerini dile getirirken, yazılarını okuyan herhangi biri, eğer “gerçeklik duygusunu” bir kenara bırakırsa Özkök gibi düşünebilir. Ama o “gerçeklik duygusu”na biraz sahip olan bir okuyucu, Fehmi Koru’nun Özkök’ü tanımlarken kullandığı “pop sosyolog” sıfatının ne anlama geldiğini kavrayabilir. Ben, Pop’a ciddi bir anlam yüklediğim için Özkök’ün sosyologluğuna “pembe” sıfatını daha fazla yakıştırıyorum. Pembe’ye, “hafif” anlamı yükleyen de ben değilim. Renklerden karakter tahlili yapanlar, hayata daha neşeli bakanların rengi olarak tanımlıyorlar pembeyi. Öyle bilirim. ??? Hangi yazısını okusam (evet, hiç kaçırmam) baktığı yerle ilişkilendiririm düşüncelerini. Yıllar önce bir Suriye gezisini anlattığı yazısında Şam havaalanında beklerken (sanırım yedi saatlik bir bekleyişti bu), havalimanına inen uçak sayılarının azlığına bakarak Suriye’nin dünyada ne kadar yalnız olduğunu anlatıyordu. Atatürk havalimanına inen uçakların çokluğundan Türkiye’nin ne kadar önemli (herhalde gelişmiş de) olduğunu anlatmaktı niyeti. Şam’dan bakıldığında Türkiye’nin böyle görüldüğü doğruydu ama Türkiye’ye Şam’dan bakanların ulaştığı sonuçlar değildi belirleyici olan. Yönünü (kaderini de tabii) Avrupa’ya çevirmiş bir ülkenin, Avrupa ülkelerinden nasıl görüldüğünün önemli olduğunu hep söyler durur çünkü kimileri. Ben de Özkök gibi, Suriye ile karşılaştırdığımda, “buna da şükür” demeyi çok isterdim güzel ülkem için, eğer yazısının üzerinden çok zaman geçmeden, İstanbul’da Ümraniye çöplüğündeki patlama sonucu çok sayıda yoksul vatandaşımız ölmemiş olsaydı. O nedenle birçok konuya değindiğinde, Özkök’ün bulunduğu yeri hep merak etmişimdir. “Gerçekten bulunduğu o yerden böyle mi görünüyor Türkiye diye?” Nerede küçük mutluluklar varsa, peşinden gidip bulunmasından yana olanlardanım ben de. Ama bunu “gerçeklik duygumu” yitirmeden yapmalıyım diye de bir inancım vardır. Bir köşe yazısını unutmama imkan yok. Sanırım lise yıllarında, küçümseyerek baktıkları bir sınıf arkadaşlarının, (lütfen af buyrun) Enis BATUR Klossowski için gecikmiş bir tanıklık resimlerde. Denise, konuşurken, gerçekte bu sonuca direniyor. Klossowski’nin derin, okkalı fantazma evrenindeki figür ile gerçeğin, hakikatta ne denli uyuşmaz olduğunu vurgulamak istiyor. Görünüşte, alabildiğine haklı bir çıkış. Ama: Neden sonra? Klossowski, tıpkı kardeşi Balthus gibi, 90’ını geçmişti öldüğünde: Onca yıl boyunca “çocuğu” üzmek istememiş! (Benzetme Denise Klossowski’ye ait). Dahası var. Kitaplarda, metin içinde hadi neyse; gerisini bilmesek, bir kurban statüsü çıkabilir oradan. Oysa resimler, fotoğraflar için poz verdiğini, filimde (Roberte) oynadığını unutamayız: Sapkın bir fantazmın ürününe dönüşmüş olmak, öbür uçta, Denise’in fantazmının eksenini de belirlemiyor muydu? İki kardeşin dünyasında, cinsellik pédophilie çerçevesinde ele alınabilecek ölçüde tehlikeli sınırlara dayanıyordu. Balthus’ün tercihi küçük kızlara, Pierre’inki küçük oğlan çocuklarına yönelikti. Denise, kocasının, evlilikleri öncesinde ağır basan cinsel sapkınlıklarının yönünün değiştiğini, kendisini merkeze oturtan yeni bir çemberin doğduğuna inanmış anlaşılan. Ne zamana dek? Yaşı ilerleyince, Pierre’in iştahı gene geçmişteki eğilimlerine dönene dek. Onu frenlediğini, denetlediğini anlatıyor. Başka, özel sorunlarını da. Giderek, eşinin özgün yaratıcı kişiliğini bile satır aralarından satırlara sıçrayarak yargılamaktan geri durmuyor. Denise Klossowski hayli çekmiş bir kadın. Toplama kampında ölümle yüzleşmiş, trajik darbeler almış, ardından Pierre gibi sıradışı biriyle hayatını paylaşmayı seçmiş, sonuna dek o tuhafın tuhafı dünyanın parçası olarak kalmış. “Sıradışı” derken, Klossowski’nin yaratıcılığından hareket etmiyorum: Karakter özellikleri ve yaşam çizgisi, vurgu yüklediğim. Bir biçimde o kapıdan içeri girmiş Denise, dediğim gibi çıkmamış da. Şimdi, yani sonra, fantazmagorik figür kılınışına diklenmek için biraz fazla geç kalmış sayılmaz mı? Pembe penisini çıkarıp göstererek Özkök’ün de içinde bulunduğu tüm sınıfa nasıl ders verdiğinin anlatıldığı bir yazıydı bu. Bundan nasıl bir ders çıkarılabildiğine şaşırmış oluşum bugüne kadar sürmüştür. İnsan hayattan ummadık dersler çıkarabiliyor demek ki. Tayyip Erdoğan başbakan olmadan önce yönelttiği, çoğu da doğru olan eleştirilerini, başbakan olur olmaz, “Erdoğan Takiyye Basamaklarını Tek Tek Atlıyor” diyerek geri alması, “dünyanın en hızlı kirlenen medyası” Türkiye medyasında ilk kez oluyor değilse de, Özkök’ün hızı konusunda bir fikir vermesi açısından yegane örnektir. Sosyologluğunun pembeliği, bu rengin ifade ettiği anlama uygun olarak hâlâ sürüyor. “Böyle de bir temennisi oluversin ne var?” diyenlere bozulurum. Çünkü benimle, bizimle, sık sık referans gösterdiği sosyolojiyle dalga geçmeye hakkı yok Özkök’ün. Geçenlerde köşesinde, Başbakan Erdoğan’ın, eşi ile birlikte gittiği bir lokantada, önlerindeki kadehi suyla doldurarak, yan masada içki yudumlayanlara kaldırmalarının, Türkiye’yi gerginlikten kurtarabileceğini yazdı. Sosyolojinin böyle bir yöntemi olabileceğini sanmam. Uzlaşmaz çelişkilerin, çatışan yaşam tarzlarının, elbette ortak bir paydada buluşması/buluşturulması gereklidir ama Özkök’ün “gerginliği gidermek”ten anladığı, aslında “görüntüyü” kurtarmaktır. Bu o kadar açık ki, “su doldurulmuş kadeh”in, “şerefe” diyerek kaldırılması dilenmektedir açıkça. Alay etmek budur. Dalga geçmek, sosyolojinin disiplinini hiçe saymak da budur. Bozuk televizyonu tamir edip sadece görüntüyü kurtaran televizyon tamircisini kapı dışarı ederler gittiği evden. Hele bir de, “ses yok, görüntüyle idare ediverin” derse, ne yaparlar bilemem. Çatışan hayat tarzlarının bu tür “görüntüyü kurtarma” çabalarıyla uzlaşabileceğini düşünmek, düşünen kişiyi eminim rahatlatıyordur. Ama Türkiye’nin gerçeklerine Şam havaalimanından bakmanın verdiği rahatlık duygusundan farkı yoktur bunun. Pembe “demokrat” Tayyip Erdoğan. Pembe “devrimci” Doğu Perinçek. Pembe “ilahiyatçı” Zekeriya Beyaz. Pembe “sosyolog” Ertuğrul Özkök... Bu kadar pembeliğe rağmen, neden bu kadar karanlıktır Türkiye? kemalerdemol?yahoo.co.uk Ş şler, sonra, dikkatli konuşmalı. Bir yasak cümlesi gibi görülebilir, değil: ‘Kimsenin içine karışılmamalı’ diyen de benim. Cümlem, demek ki bir dilek önermesine yaslanıyor; hepsi bu. Simone de Beauvoir, Sartre’ın cinsel açıdan hiç de matah durumda olmadığını söylüyor. Bize Sartre’ın felsefesi, edebiyatı hakkında ne öğretiyor şu bilgi? Ola ki, düşünürün kendisinin de düşkün olduğu ruhçözümsel okuma açısından ipucu verebilir yanıltabilir de ama. Hem, yüzde yüz doğru mu bakalım, Beauvoir’ın saptaması; ikisinin ilişkisi açısından doğru olsa bile? Bu örnekten hareketle, erkek erkek konusunda duyarlılık gösteriyor, denilecektir herhalde. Aynı cümleyi Beauvoir hakkında Sartre kurmuş olsa, görüşüm değişecek miydi? Denise Klossowski’yle yapılmış bir söyleşi kitabı damarı açtı, içeride. Pierre Klossowski hakkında bilmediğim pek çok şey öğrendim, eşinin anlattıklarından. Bazı ayrıntılar yapıta ışık vuruyor şüphesiz; gelgelelim, loş olma ve kalma özelliğini de zedeliyor söz konusu yapıtın. Denise, Klossowski’nin yapıtında, pek az yazar eşinin tuttuğu ölçüde bağlayıcı bir yer tutmuştu hem anlatılarda, hem o dev karakalem ve renklikalem desenlerde. Roberte’in ta Pierre Klossowski’nin renkli kendisiydi, metinlerde ve desenlerinden örnekler... E Saraybosna’dan Ayça Damgacı’ya ödül oyunu deşifre etmeyi amaçlıyor. “CIA’nın Türkiye’deki adamları oyunun baş aktörüdür ve Türkiye operasyonlarını, CIA’nın eski ustaları tasarlar. CIA ajanı, merkezin ‘Ilımlı İslam’ laboratuvarında duvarda asılı ‘Bağımsız Kürdistan’ haritasına bakarak operasyonun amacını yazmaya başlar: ‘Türkiye deneyi başarıya ulaşır ve İslamcılar siyasi iktidara kuvvet kullanmadan gelerek demokratik yönetimin bir parçası olabilirlerse, İran rejimine karşı yeni bir seçenek model oluşur’” diyen Yılmaz Polat, “CIA’nın Muteber Adamı” adlı yapıtında araştırmalarını okurla paylaşıyor. Hep Genç Kalacağım/ Sabahattin Ali/ Yapı Kredi Yayınları/ 560 s. “İhtiyarlığımda çekilmez bir adam olacağım hakkındaki iltifatına teşekkür ederim. Çünkü ihtiyarlayacağımı kim söyledi. Hep genç kalacağım.” Yapıtta, Sabahattin Ali’nin ailesine, arkadaşlarına ve iş ortaklarına yazdığı mektuplarla, Sabahattin Ali’ye ailesi, Nâzım Hikmet, Esat Adil Müstecaplıoğlu, Mehmet Ali Aybar, Mehmet Ali Cimcoz, Aziz Nesin, Melahat Togar, Ayşe Sıtkı İlhan, Nihal Atsız, Cemal Kutay, Samim Kocagöz başta olmak üzere arkadaşları ve öğrencileri tarafından gönderilen, “Markopaşa” ve “Yeni Dünya”nın kuruluşunda yazılan mektuplar ve resmi yazışmalar bulunuyor. “Hep Genç Kalacağım”da bir araya getirilen mektuplar sadece Sabahattin Ali’nin hayatına tanıklık etmekle kalmıyor, Cumhuriyet’in ilk on yılında Ankara’da yaşam, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı ortam ve Türkiye’de giderek cadı avına dönüşen sol görüşlü kişilerin tutuklanması gibi pek çok olayla ilgili tanıklıklara da yer veriyor. Kültür Servisi 14. Saraybosna Film Festivali’nde ‘En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’ , Hüseyin Karabey’in ilk uzun metrajlı filmi ‘Gitmek My Marlon and Brando’daki rolüyle Ayça Damgacı’ya verildi. Geçen gün sona eren ve 16 ülkeden 174 filmlik bir seçkinin sunulduğu 14. Saraybosna Film Festivali’nde seçici kurulun başkanlığını ise Nuri Bilge Ceylan yapmıştı. Aida Begic’in son filmi ‘Snow’ ile başlayan festivalde ‘En İyi Film Ödülü’nü Hırvat yönetmen Goran Rusinovic’in ‘Buic Riviera’ adlı filmi kazandı. Damgacı ve Karabey’in senaryosunu birlikte hazırladığı ‘Gitmek My Marlon and Brando’, ilk kez Rotterdam Film Festivali’nde seyirciyle buluşmuş; New York Tribeca Film Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen’ ödülüne değer görülmüş, Ayça Damgacı ise aynı rolüyle 27. İstanbul Film Festivali’nde ‘En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü almıştı. Ege’nin Unutulan Türkleri/ Bahadır Selim Dilek/ Cumhuriyet Kitapları/ 262 s. Küresel sermaye baronlarının çıkarlarının olduğu bölgelerde, etnik ve dini azınlıklar ön planda tutuluyor. Ancak küresel sermayenin çıkarının olmadığı bölgelerdeki azınlıklar istikrarsızlık unsuru olarak görülüyor. Bu azınlıklar ya tamamen görmezden gelinip yok sayılıyor ya da unutuluyor. Tıpkı Rodos ve İstanköy’deki, bugün sayıları 35 bin arasında tahmin edilen Türk azınlıklar gibi. Lozan Antlaşması’nın sağladığı haklardan yararlanamayan Onikiada Türkleri, önce 1912’den 1943 yılına kadar İtalya’nın, 1947 yılından sonra da Yunanistan’ın baskıları sonucu bugün tamamen yok olma noktasında. Bu kitapta, Onikiada Türklerinin yaşadığı trajedi, Cumhuriyet’in ilk yıllarından 1960’lı yılların sonuna kadar olan döneme ilişkin resmi yazışmalara dayanılarak anlatılıyor. Belgeler, Onikiada Türklerinin nasıl baskı altında tutulduğunu, tarihi mirasın nasıl yok edildiğini, vakıflar üzerinde oynanmakta olan oyunları gözler önüne seriyor. Kitaptaki belgelerin çoğu ilk kez tıpkıbasımlarıyla birlikte Türk okurunun bilgisine sunuluyor. Bilim Tarihi/ Hüseyin Gazi Topdemir, Yavuz Unat/ Pegem Akademi/ 398 s. “Bilim Tarihi” adlı bu çalışma başlangıcından günümüze kadar bilimler alanında ortaya konulmuş gelişmelerin öyküsünü zaman dizinsel ve olgusal olarak sergilemek ama cıyla kaleme alınıyor. Kitap bilimsel gelişme süreci Batı ve Doğu kültür çevrelerindeki gelişimi dikkate alınmakla birlikte, alanında başarılı olmuş bilim adamlarının tanıtılmasına ayrıca özen gösteriliyor. Anna Karenina/ Lev Nikolayeviç Tolstoy/ Artemis Yayınları/ 884 s. Sevgisiz evliliğinin içinde tutsak olmuş Anna, akıl almazı yapıyor ve yakışıklı Kont Vronsky uğruna sahip olduğu her şeyden vazgeçiyor. Tolstoy’un seçtiği finalden de anlaşılacağı üzere, 19. yüzyıl Rusya’sında böyle bir kadın davranışı asla hoş karşılanmıyor. Duygusal ve asi Anna ile yakışıklı asker Vronsky arasındaki sonu kötü biten, hazin aşkı anlatan “Anna Karenina”, tutku yoksunu evliliğini reddedip toplumun ikiyüzlülüğüne katlanmak zorunda kalan Anna’nın yaşadığı trajedileri anlatıyor. 19. yüzyıl Rusyası’nın tuvali üstüne çizilen bu resimde, yedi ana karakter, aralarındaki daimi uzlaşmazlıklar, şehir hayatı ve kırsal yaşam arasındaki tezatlıklar, her türlü aşk ve ailevi mutluluk Anna Karenina’nın ana eksenini belirliyor. Çarlık Rusyası döneminde geçen “Anna Karenina” tutkulu aşk ve felaket getiren sadakatsizlik üzerine bir roman. Atatürk’le Beraber/ İsmail Habib Sevük/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 178 s. İsmail Habib Sevük, Kurtuluş Savaşı’ndan Cumhuriyet’e ve devrimlere uzanan coşkulu değişim dönemini aktarıyor: Konya ve Adana gezilerinden Kastamonu’daki Şapka Devrimi’ne, saltanatın kaldırılışından İkinci Meclis seçimlerine dek pek çok tarihi olay... İsmail Habib Sevük bir edebiyatçı ve gazeteci gözüyle 192138 döneminin panoramasını çiziyor. İlk baskısı “Atatürk İçin” adıyla yapılan bu kitabın dili, genç kuşaklar için güncelleştirilip, fotoğraflar ve açıklayıcı dipnotlarla da zenginleştirildi. CIA’nın Muteber Adamı/ Yılmaz Polat/ Ulus Dağı Yayınları/ 148 s. Yılmaz Polat yirmi altı yıldır Washington’da, Türkiye’den Amerika’ya gidenlerin bu ülkelerdeki faliyetlerini yazmaya çalışan bir gazeteci. Türkiye’deki siyasetin tasarım merkezinin Amerika’daki oyunu sergilediğini düşünen Polat, “Washington’da Akrobasi” kitabının devamındaki ayrıntılarda bu Kazıdan Aurelius çıktı Çeviri Servisi Burdur’daki Sagalassos antik kenti kazılarında Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un dev heykeli bulundu. 161180’de hüküm süren Aurelius’un mermer heykelinin 1 metre boyundaki kafa, 1.5 metre uzunluğundaki sağ kol ve bacaklarının alt kısımları gün ışığına çıkarıldı. 540620 yıllarındaki iki depremde zarar gördüğü tahmin edilen Roma hamamının en büyük odasında yapılan kazılarda heykeli ortaya çıkan Aurelius, birbiri ardına Roma tahtına oturan, ılımlı politikalarıyla tanınan “Beş İyi İmparator”un sonuncusu olarak tarihe geçti. 12 yıldır süren kazıları yöneten, Belçika’daki Leuven Katolik Üniversitesi’nden Prof. Marc Waelkens, heykelin bakır bir koruyucu içinde olduğunu ancak depremlerde bunun kırılarak heykelin parçalandığını tahmin ettiklerini söyleyen Waelkens, çalıştıkları odada Aurelius’un da dahil olduğu, 2’nci yüzyılda Roma İmparatorluğu’nu yöneten Antoninus Hanedanı ’nın başka üyelerine ait heykellerin de bulunduğunu tahmin ettiklerini vurguladı. Ve odanın batısına imparatorların, doğusuna ise eşlerinin heykellerinin yerleştirildiğini sözlerine ekledi. Son günleri Oscarlı “Gladyatör” filmine konu olan Aurelius, devlet yönetiminin yanı sıra güçlü kalemi ve Stoa felsefesinin önemli temsilcilerinden olmasıyla da tanınıyordu. (BBC)