Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
15 AĞUSTOS 2008 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K.ERDEMOL C 15 Sevim Ay Tümay’ın kitabı hepimizi ilgilendiriyor Mazinin mi gücü, bugünün mü şiddeti? Osman ÇUTSAY Bir kitap, acıyı bal eyleyenlerin mütevazı ve bu nedenle de kahraman öyküsünü içeren bir “otobiyografi”, ilginç ipuçları veriyor. Sevim Ay Tümay’ın, bir süre önce basılan ve yaz başında Almanya’da bir okuma akşamında bölümler de sunduğu yaşam öyküsü “Geçmiş Mazi Olmadı...”, sadece insanın karşılıksız bir sevgi fabrikası olduğunu göstermesi açısından önemli değildir. Bir tehlikenin günümüzde aldığı boyutları göstermesi açısından da önemlidir. Galiba, asıl o nedenle önemlidir. Ne demek istiyoruz? Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından hemen sonra doğan kuşakların, yani gördükleri öğrenimle kendi ayakları üzerinde yükselebilen çocukların ilginç dönüşümüdür Tümay’ın anlattığı. Eğer 60’larda başlayan 70’lerde de devam eden toplumsal yükselişi sırtlayacak büyük kızı Berin ile küçük kızı Zerrin’in ödediği o ağır bedeller olmasa, ömür kapısını açıp kapayan milyonlarca namuslu insandan biri kalacaktı muhtemelen. Ama kızları, bu iki politik kadın, Berin Uyar ile Zerrin Tümay Kristof’un öyküleri, bu fedakar annenin sadece günlük yaşantısını değil, biyografisini de kökünden değiştiriyor. Peki, ne oluyor? Özgürleşme kavgası, siyaset, sadece güncel sahnede değil, geçmişte de yeni yeni insanlar yaratıyor. Sevim Ay Tümay’ın büyük kızı ve yazar Berin Uyar’ın deyişiyle, şöyle: “Biz içeridekiler hiç değilse inançlarımız için, kendi seçtiğimiz ideallerimiz uğruna hapis yatıyorduk. Oysa dışardakiler... Tutuklu yakınları...” İçeridekilerin, dışarıdakileri değiştirdiğinden söz ediyoruz. Bu içtenlikli kitaba ve yazarına bakarak, ilericinin, çevresindeki bütün hayatları ister istemez değiştirdiğini, ileriye doğru ittiğini söylüyoruz. Nitekim yaşamını, zekası, sevgisi ve canlılığıyla günlük gaileler peşinde sürdüren bir kadının hayatı, işleri yolundayken üstelik, önce büyük kızının sonra da küçük kızının toplumsal yükselişin birer parçası haline gelmesi ve bedel ödemeye başlamasıyla birlikte altüst oluyor. Belki acının nasıl bal eylendiğine de tanık oluyoruz. Ama daha önemlisi, devrimci bir iradenin, sadece şimdiki zamanı değil, geçmişi de nasıl değiştirdiğini görüyoruz. Bugüne devrimci müdahale, geçmişin ağır yükünü hafifletiyor; hatta bazen o yükün tehlikeli yan ürünlerini imha bile edebiliyor. Tabii eğer entelektüel bir risk alınır ve bedeli de ödenirse. UMHURİYET İNSANINI YAZMAK Gösterişli değil, ama ilginç bir kitap “Geçmiş Mazi Olmadı...” Bu tür kitapların sayısının artması şart gerçekten de: Türkiye tarihinin yeni tanıklıklar eşliğinde mutlaka temize çekilmesi gerekiyor. Ama “Yanlış Cumhuriyet” falan diye “postmodern” Türk gericiliğinin saldırılarına destek olmak ve 1923’e küfretmek, geçmişteki kazanımlarımızı, kısaca Türkiye’yi kusmak için değil. Daha iyisini ileriye doğru adımlar atarak kurabilmek ve bize bırakılmış olumlu mirası yerinde kullanmak için. Tabii bu, ister istemez sol bir müdahale olacaktır. Asıl ilginç olan, 1960’ların ortasından itibaren siyaset boğucu bataklıkta kaybolup gitmemesi, kızlarının hayata ve büyük adaletsizliğe karşı koyma kararı almasının bir sonucudur. Aldığı eğitimin ve kolay öğrenme yeteneğinin yardımıyla ortaüst gelir düzeyine sahip bir anne olarak hayat defterini kapatmasına engel olanlar, bu iki ufak tefek ama mangal yürekli kızdır: Türkiye’nin temiz, içten ve güzel yüzleri. Her zaman masum ve sorumlu; Türkiye’nin gerçek adresleri de diyebiliriz. Bu, 60’lar ve 70’lerin de özetidir. Sevim Ay Tümay, kitabı boyunca da bir sevgi pınarı olduğunu gösteriyor, ama kızlarının aldığı bu ölümcül risk sayesinde, büyük bir olgunluğa da ulaşıyor. Roller değişiyor. Kan ve can verdiği kızları, kendi özgür iradeleriyle hayat denilen kavgaya girerek, siyasallaşarak yani, kendi büyüklerine kan ve can vermeye başlıyorlar. Büyüklerini eğitip yetiştiriyorlar. Onlara gençlik aşılıyorlar. Öyle oldu. Öyle yaşadık. Panodaki adam liyetçi tutumunu sürdürdü. Sovyet sonrası Rus toplumu da yeterince Rus değildi ona göre. Geleneksel Rus değerlerine dönülmesi gerektiğini söyleyip durdu. O değerler, Rus’tan başkasını üstün tanımayan “değerler”di. Soljenitsin’in gidip sığındığı halde hep içinde taşıdığı Batı’ya olan düşmanlığı, Dostoyevski ya da Tolstoy’un Batı karşıtlıklarına benzemez. O iki büyük dahinin Batı’ya itirazları kültürel nitelikli itirazlarken, Soljenitsin’inki “milliyetçi” boyuttaydı. Batı düşmanlığını öylesine ileri noktalara götürmüştü ki, yıllarca barındırıldığı Amerika’da İngilizce bile öğrenmemişti. Eğer beceriksizliğinden değilse, Rus milliyetçisi tutumundan kaynaklanmış olmalı bu. Sosyalizm tarihinin büyük günahkarlarından Stalin’in tahribatları, Soljenitsin’den çok önce, samimi sosyalistler tarafından dile getirilmiştir, hem de defalarca. Gulag Takımadaları adlı kitabında, 20 milyona yakın rejim muhalifinin kamplara kapatıldığından söz edişini tüm dünyaya duyuran emperyalist propaganda makinesi, Sovyetler’in yıkılışından sonra açıklanan belgelerde, rakamın 2 milyon olduğunu duyurmakta hiç de acele etmemiştir. İki milyonun da az bir rakam olduğu elbette söylenemez, ama İkinci Dünya Savaşı’nda 22 milyon vatandaşını kaybeden Sovyetler’de, Alman nazizmiyle işbirliği yapanların cezalandırılmaması da herhalde beklenemezdi. Bu iki milyonun bir bölümü sadece Stalin karşıtı oldukları için oradaydılar kuşkusuz ama aralarında, 22 milyon insanın ölümünde payı olanların bulunduğu da bir gerçektir. Soljenitsin, bu 22 milyon Sovyet vatandaşının ölümünden Hitler’i değil, Stalin’i sorumlu tuttu hep. Almanya’nın bile bu savaşta suçlu olduğunu kabul ettiği, adını bugün bile anmanın yasak olduğu Hitler’i savunmak Soljenitsin’e düştü. Tüm dünyanın lanetlediği, dünün Irak savaşı da denebilirVietnam savaşında Amerika’ya destek veren de Soljenitsin’di, Portekiz’deki ilerici Kadife Devrim’e ABD müdahalesini isteyen de. İspanya’da faşist Franco rejiminin kurbanı yurtseverlere “terörist” diyecek kadar gözü dönmüş biriydi Soljenitsin. Irkçı, tutucu biri olarak Sovyetler’in dostu olması elbette beklenemezdi ondan. Sözümona “özgürlüğün büyük savaşçısı”nın, büyük olan tek tarafı, insanlığa olan nefretiydi. O panodaki bu adam, yıllar sonra döndüğü Rusya’da sıradan bir dj kadar bile ilgi toplayamadı. Guardian gazetesinde belirtildiğine göre, “Rusya Çöküşte” adlı kitabı sadece 5 bin satabilmişti. Öyle bir emperyalist dolgu malzemesiydi ki, kendi ülkesinde bile herhangi bir boşluk dolduramamıştır. Cenazesine Putin’in katılmış olması, Gorbaçov’un övgüler düzmesi ölçü sayılır mı bilmem ama asıl ölçü halkın ilgisi olmalı. Ben değil, antikomünistlikte aynı saflarda olduğu muhafazakar İngiliz gazetesi Daily Telgraf söylüyor şunu: Eşi yasta ama Rusların çoğu kıllarını bile kıpırdatmadı.(6 Ağustos 2008) Sovyetler yıkılınca bir kenarda unutulmasaydı, Amerika’nın büyük kaybı derdim Soljenitsin için ama o kadar kendini kaybetmiş biriydi ki, herhangi birilerinin kaybı olarak bile görülemezdi artık. Bu ikinci ölüşüdür. kemalerdemol?yahoo.co.uk Ş Sevim Ay Tümay meye gelmesinin, gelinlik giymenin, düğün yapmanın düzene teslim olmak ve boşuna israf olduğunu düşünmüş ve bunları reddetmiştim. Oysa sevdiğin insanla beraber olabilmek için o masayı oturmanı şart koşan düzen... Diğer konu ise ailemizin yaşadığı, özellikle 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra, bizim hapiste olduğumuz günler. Evet, içerisi kolay değildi ama dışarısı hiç kolay değilmiş. (...) İlk kez, dışardan içerinin nasıl göründüğünü ve onların neler yaşamış olduklarını bu kadar yoğun hissettim. (...) O günleri yaşadığı sırada şu anda benim yaşlarımda olan anneme ve babama, o çok zor günlerimizde bizi koşulsuz olarak destekledikleri, kınamadıkları ve bize güvendikleri gibi, herkese karşı savundukları için teşekkür ediyorum.” Ne diyebiliriz? Belki, şunu: Türkiye’nin kuruluşuna bir biçimde damgasını vurmuş aydınlanmacıilerici felsefe, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan emperyalizmine tümüyle bağımlı hale getirilmiş bir Türkiye’de, etkisini tamamen yitirmedi ve yarattığı duyarlılıkla yetişmiş bu ilk kuşaklar, gerçek kimliklerini 40’lar ve 50’lerde değil, tarihimizin en şanlı yükseliş yıllarında, 60’lar ve 70’lerde edindiler. Cumhuriyet rejiminin ilk ürünü bu namuslu ve fedakar insanlar, 1960 sonrası Türkiye’nin toplumsal pratiğine müdahale edip ağır bedeller ödeyen kızları ve oğullarının sızılarını anlayabildiler. Anlamaya hazırdılar. Acıları da bu oranda büyük oldu. Berin Uyar da galiba satır aralarında asıl buna dikkat çekiyor. Elimizde böyle ilginç bir kitap var ve açılan yeni bir yolun müjdecisi olmasını umut ediyoruz. Benzerlerinin artması gerekiyor. Gayriresmi ve özgürleştirici bir tarih yazımı, ülkemizde yarattığımız değerleri emperyalist merkezlerin çıkarları doğrultusunda kusmadan ve dinci, liberal veya milliyetçi hiçbir gericiliğin eline oynamadan, ancak bu şekilde mümkün olabiliyor. Sevim Ay Tümay’ın bu incelikli kitabından sonra sıra galiba kızı Berin Uyar’da. Onun, kendi hikayesini anlatmasını bekliyoruz. Başka nasıl “Bize ölüm yok!” diyebiliriz ki? sahnesine ağırlıklarını koyan ilerici genç kuşakların, sadece ülkelerinin tarihini, tarihsel akışını değil, tek tek insanlarını da değiştirmeye başlamasıdır. Bu gençliği, Türk ilericiliğine sızmayı başaran yeni gericiliğin, daha doğrusu neoliberal şımarıklığın “68 Kuşağı” etiketine sığdıramayız. Dünyanın başka yerlerinde, örneğin Fransa ve Almanya’daki 68 kuşağından çok farklı bir hayatiyetle karşı karşıyaydık. Bu genç insanlar, saflıklarıyla, tüm ülkeyi ve ailelerini, hatta sokaktaki insanı sarstılar. Bizdeki fark, galiba şuydu: Artık kendi içinden çürümeye başlayan GERÇEĞİN BEDELİ VAR C toplumsal yaşama, 60’lar ve 70’lerin gençleriyle gelen o taze soluğu, yönetenler affetmediler ve çok gaddarca intikam aldılar. O insanları biçerken Türkiye’nin de belkemiğini ve beynini paramparça ettiler. 12 Eylül böyle bir intikamdır. O yönetenler, sonunda Türkiye’yi, bugünkü büyük çözülüşün önüne getirip bıraktılar. Yaşam, artık sadece solun zenginleştirebildiği, kendi başına bırakıldığında her aydını veya aydın adayını kahreden, tutucu ve bitirici bir çadır tiyatrosudur. İşte, Sevim Ay Tümay’ın, bu Sevim Ay Tümay’ın kitabı, son 50 yılın “aydın kesim” diyebileceğimiz anne ve babaları hakkında çok güzel bir bilgi içeriyor. Çocukları, kendilerine sunulan maddi olanakların ötesine geçip yaşadıkları ülkenin gerçek sahiplerinin, yani emekçi halkın, hiç de yönetenlerin anlattığı gibi yaşamadığını öğreniverdiler. Gerçekle yüz yüze geldiler. Öğrendiklerini anlattıkça da, belki geniş halk kitlelerini değil, ama üzerlerindeki baskılar nedeniyle önce en yakınlarındakileri, en sevdiklerini eğittiler. Bunu bilerek yaptılar. Bu bedeli bilerek ödediler. Nitekim Sevim Ay Tümay’ın kızı, DuisburgEssen Üniversitesi Türkistik Bölümü öğretim görevlilerinden Berin Uyar, kitabın “önsöz”ünde annesi ve babasını anlatırken, tarihe çok anlamlı bir not bırakıyor. Uzunca ve şöyle: (Sevim Ay Tümay, Geçmiş Mazi Ol“Annemin yazdıklarını okurken madı..., 47 Numara Yayıncılık, İstanbul araya çok dikkatli bir biçimde Şubat 2008, 168 sayfa.) döşediği duygularına takıldım. Onun yazdıklarıyla, onun bakışıyla onu görmeye ve anlamaya çalışıyorum. Yazdıklarının, özellikle benimle ilgili bölümleri kendime onun gözüyle bakmama neden oldu. Annemi ve babamı ne kadar üzdüğümün, ne kadar dik başlı olduğumun, onların yaşamlarını, istemeden de olsa ne kadar zorlaştırdığımın ve bu iki insanın tüm bunlara sessiz ve sitemsiz tahammül edebilmiş olduklarının farkına vardım İçinde benim de yer aldığım bu yaşam öyküsünde iki konu beni çok düşündürdü. Biri, evlenirken gelinlik giymeyişim ve kardeşimin de aynı tarzı seçmesi ve o bölümde annemin, belki de fark Berin etmeden, satırlara yansıttığı Uyar burukluk... O yıllarda düşüncelerimizin etkisiyle olsa gerek, erkek tarafının beni iste ıcacık bir yaz akşamı, Karaburun Nergis Çay Bahçesi tam bir şenlik yerine dönüşmüş; sahnede birbiriyle rekabet edercesine Ege türküleri söyleyen Yunan ve Türk müzik grupları ve onlara eşlik eden, el çırpan 21 aylık güzeller güzeli bir kız çocuğu, adı da güzel Güneş. Dünya hep böyle bir şenlik yeri olamaz mı? Ne yazık ki, olmuyor, Güneş bebe el çırparken bir yerlerde yeni bir savaş başlıyor, bir yerlerde gene en masumlar öldürülüyor ama, dünya var olduğundan beri sürüp giden bir yarış bu ve savaşlara rağmen hayat, neşe ve aşk kendini hissettiriyor, hem de inatla... 5. Karaburun Şenliği’nin TürkYunan kardeşlik gecesi.. müzik durmak bilmiyor; akşamüstü yönetmenliğini Tahsin İşbilen’in yaptığı “Asya Minör Yeniden” adlı belgeseli izlerken çok ağladım ve insanoğlunun en kardeş, en iyi yanlarına yeniden hayran kaldım. Zamanlar İkinci Dünya Savaşı zamanları.. Almanlar Yunanistan’ı işgal etmiş, Adalar birer birer Almanların eline geçiyor ve onlar her şeyi yapıyorlar, kim itiraz ediyor kurşunu yiyor.. çocuklar ve kadınlar aç öylece bekliyorlar. Adalardan Samos Adası en direnişçi ada, partizanı en çok ada ve çare yok partizanlar, çocuklar ve kadınlar kendilerini Türkiye’nin karasularına atıyorlar.. kimileri Karaburun’a çıkıyor, kimileri Aliağa’ya, kimileri Kuşadası’na ve gene savaş nedeniyle yiyeceği içeceği kıt bir Türkiye ve hem Yunan S AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK lılar, hem Türkler bitten kırılıyor. Ama gelenler komşudan gelmiş, buyursun gelsinler.. son ekmekler kardeşçe paylaşılıyor, evler açılıyor, yataklar seriliyor ve yaklaşık 3 bin Yunan mültecisi yaşama şansına kavuşuyor. Belgeselde konuşanlar çok güzel hikâyeler anlattılar. Birini anlatmadan geçemeyeceğim.. gece vakti su alan bir sandalla yirmi partizan denize açılmış; ay yok, deniz karanlık, ama partizanlar Türkiye kıyılarına yaklaştıklarını hissediyorlar ve hep bir ağızdan Enternasyonali söylemeye başlıyorlar. Deneyimli bir partizan onları uyarıyor: “Yapmayın arkadaşlar, tedbiri elden bırakmamamız gerek..” Partizanlar seslerini daha da yükseltip yanıt veriyorlar: “Yapma bre Yorgo.. artık özgür topraklardayız! Özgür!” Sonra mı.. onları karşılayan Türk balıkçılara da şarkıyı öğretiveriyorlar. İşte bir sürpriz, aradan tam kocaman dört yıl geçmiş, Karaburun’un Küçükbahçe köyünden Zehra Ömerler karşımda; sadece o Karaburun’da Şenlikli Bir Dört Gün! mu, Küçükbahçe köyünün bütün kadınları yanı başımda.. dört yıl önce beni köylerinde ağırlamışlardı. Ortak projeleri Karaburunlu Kadınlar Agro Turizm ve İşletme Kooperatifi’ni kurmuşlardı. Ben de onların kuruluş hikâyelerini film yapmış ve bol bol güzel Ege yemekleri yemiştim. Karaburun’da şenlik olur da onlar olmaz mı? Sandıklarındaki en değerli eşyaları çıkarıp “Sandıktan Günümüze” adlı bir sergi yapmışlar, doğrusu sandıktan çıkan işlemeli giysiler pek bir güzeldi. “Sandıktan Günümüze” sergisinin yanı sıra, Aydın Çetinbostanoğlu’nun “Roman ve Düğün” adlı fotoğraf sergisi çok renkli Roman hayatını tüm çarpıcılığıyla anlatıyordu. Ayrıca Murat Güzeldere’nin ağaç işleri, Zehra Sarıgöl’ün Yağlıboyaları ve Reyhan Dinler Dickinson’ın Japon fırça tekniğini kullanarak yaptığı çalışmalar şenlikle birlikte gün ışığına çıkmıştı. Güneş gene ellerini çırpa çırpa dönüyor.. bu kez sahnede Muammer Ketencoğlu ve arkadaşları var. Son albümleri “İzmir Hatıra sı”ndan birbirinden etkileyici parçalar çalıp söylüyorlar. Bir sonraki gece sahneyi Baba Zula ve arkadaşları alacak ve “Köklerimize Dönelim” diye seslenecekler; sonraki gece de bizim delikanlılar Moğollar sahnede olacak, bu yıl onların 40. yılı.. ama daha dün kadar gençler. Şenlikte sadece müzik yok, bu yıl iki ana konu üstünde yoğunlaşılmış: Karikatür ve müzik. “Karikatür ve Toplum” paneli çok kalabalıktı. Serdar Kızık’ın yönettiği panelde Kâmil Masaracı, Cihan Demirci, Eray Özbek konuşmacıydılar. Her ne kadar “El yapımı havan topunun belediye bahçesine atıldığı bir ülkede artık karikatür yapılmaz” deseler de, karikatürsüz ve mizahsız bir yaşamın olmayacağını da bir güzel anlattılar. Gelecek şenlikte artık Karaburunluların bir “Karikatürlü Ev’i” olacak gençler ve en çok da çocuklar için... “Müzik ve Toplum” panelini de Gökhan Akçura yönetti, Taner Öngür, Derya Bengi, Murat Meriç konuşmacıydılar. Hepsinin ortak noktası, müziğin artık sadece tasarlanılmış bir tüketim malına dönüşmesiydi. Müzik protesto seslerini neredeyse yitirmek üzereydi, bütün sanat dallarında olduğu gibi. İşte böyle dostlarım.. bir Karaburun şenliği daha sona erdi. Her yerin şenlik olması dileğiyle ben de Karaburun’a hoşça kal dedim. isilozgenturk?gmail.com eremetev havalimanından Moskova’ya doğru ilerlerken, nereye bakacağımı şaşırmış durumdaydım. Her sokağını, her caddesini hafızama kaydetme çabasıyla, levhalarından, o kasvetiyle çok ünlü olduğu propagandası yapılan (ki bana hiç de öyleymiş gibi gelmeyen) evlerine kadar binbir düşünceyle, karışık duygular içinde etrafı gözlemliyordum. Sonradan da pek çok kez “korkunçluğuna” tanık olduğum trafik sıkışıklığının da işime geldiğini söylemeliyim. O heybetli apartmanların, içeriyi göremesem bile pencerelerine özellikle baktım yol boyunca. O pencerelerin arkasındaki yaşamlar, Sovyet toplumuna ilişkin ne tür ipuçları barındırıyor merakıyla. Sıkışmış trafikte ağır ağır yol alırken, üst geçit üzerinde, devasa bir pano gördüm. Üzerindeki portre yaklaşıktıkça netleşiyordu. Saçı sakalı birbirine karışmış ihtiyar bir adamdı panodaki. Önündeki radyo mikrofonuna doğru hafifçe eğilmiş, konuşur gibi fotoğraflamışlar. Kiril alfabesinde tanıdık bir harf görüp adamın kim olduğunu çıkarmaya çalışma şansım da yok ama, “o’dur” dedim içimden. Çünkü Amerika’dan döndükten sonra Moskova’da radyo yorumculuğuna soyunduğu haberlerini okumuştum. Mutlaka o’ydu. O saç, o sakal, o aşağıya doğru düşmüş göz kapaklarının arasındaki anlamsız bakışlar. O olmalıydı. Yine de emin olmak için bizi havalimanında karşılayan Svetlana’ya sordum, “O mudur?” diye. Hiç duymadığı bir ad olduğunu söyleyerek, dikkatlice panoya baktıktan sonra, önce “bilmiyorum” dedi, ama yazıyı okunca “Evet! Dediğiniz adammış” deyiverdi. O’ydu: Aleksander İsayeviç Soljenitsin. ??? Yıllarca, Batı’nın Sovyet karşıtı propagandasında tepe tepe kullandığı, büyük edebiyatçı diye tanıttığı, “Özgür Amerika’da, Rus özgürlüğünün sesi” olmuş bu adamı, Moskovalı genç bir kız olan Svetlana’nın bile tanıyamamış olmasında bir gariplik yoktu benim açımdan. Öncesiyle de sonrasıyla da kendi toplumunda, Sovyet rejimine muhalif olanların bile itibar etmediği biri oluşu bilinmedik değildir. Rusya’ya döndükten sonra radyo yorumculuğunun pek “rating” getirmediği de kimse için sır olmamıştır. Aslında edebi açıdan güçlü olduğunu kabul etmek gerekir. Elbette bir Mihail Şolohov, bir Nikolay Ostrovskiy olamamıştır ama eserlerinin Sovyetler döneminde yayımlanabildiği yıllarda ilgi çektiği doğrudur. Muhalifliğinin Sovyet rejimine karşı olduğu sanısı vardır. Yanlıştır bu. Karşıtlığı, Sosyalizm’in ilkelerineydi. Sosyalizmin enternasyonal yanını sevmedi Soljenitsin. Irk, din, dil ayrımcılığına karşı oluşunu sevmedi, başka halklara düşmanlık yapmayışını sevmedi. Tüm bu “sevememezlik” tutumunu Sovyetlere karşıymış gibi göstermesinde emperyalist propaganda araçlarından yararlanma kurnazlığı etkili olmuştur. Sosyalizmin enternasyonal yanını sevemezdi, çünkü ırkçılığa varacak düzeyde bir Rus milliyetçisiydi. En bilinen yanı ise Musevi düşmanlığıydı ki, sosyalist olduğunu iddia eden bir rejimde bu düşüncelerin hoşgörülmesi düşünülemezdi. Özgürlük mücadelesinden anladığı, başka kültürlerin etkisinde kaldığını sandığı Rus moral değerlerinin “özgürlüğü”ydü. Sovyetler yıkıldıktan sonra da geri döndüğü Rusya’da, mil Ahmet sezgin yaşama veda etti İSTANBUL (AA) Türk halk müziği sanatçısı Ahmet Sezgin, İstanbul’da yaşamını yitirdi. Bir süredir kolon kanseri tedavisi gören 72 yaşındaki Sezgin, Bakırköy’deki evinde yaşamını yitirdi. Sanatçının cenazesi Ataköy 5. Kısım Camisi’nde kılınan namazın ardından toprağa verildi. Sezgin, ortaöğreniminden sonra 1954 yılında İstanbul Radyosu Yurttan Sesler Korosu’nda sanat yaşamına adım attı. 1963’te İstanbul sahnelerinde çalışmaya başlayan Ahmet Sezgin’in bundan sonraki yaşamı sahne çalışmaları, plaklar, Anadolu turneleri, yurtiçi ve yurtdışı konserleriyle sürdü. Türkiye’de 1964 yılında ilk arabesk şarkıyı, Suat Sayın’ın “Sevmek Günah mı” adlı eserini okuyan Sezgin, yine aynı yıl “Deryada bir salım yok” adlı Gencebay parçasına ilk playbacki yaptı. Çeşitli kurum ve kuruluşlarda 100’ün üzerinde ödülü ve altın plakları bulunan Ahmet Sezgin, derlediği 100’den fazla türkünün çoğunu TRT repertuvarına kazandırdı. Bağlamadan başka yaylı ve mızraplı tambur, ut ve piyano çalan Sezgin, evli ve 4 çocuk babasıydı.