Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
16 C kitap OKUDUĞUM KİTAPLAR KULE CANBAZI SUNAY AKIN 14 MART 2008 CUMA Metin CELAL Günlükler, yazarın, şairin özelidir. Genellikle yayımlamak amacıyla yazılmazlar. Eşe dosta, okura ifade edilemeyen duygular, düşünceler yansıtılır satırlara. Yazarını, “en açık, en çıplak, en gerçek haliyle” gösterir. Onu, eserlerini çözümlemeye yardımcı olur. Günlük aynı zamanda edebiyatın bir türüdür. Dergilerde yayımlandığında ya da kitaplaştığında onda edebi bir nitelik de aranır. Çağdaş Türk Şiiri’nin en önemli şairlerinden Melih Cevdet Anday, deneme, eleştiri, roman ve tiyatro oyunları da yazmış çok yönlü bir edebiyat adamıydı. Denemeyi edebi bir tür olarak sevdiren büyük ustalardan... Şiir kitaplarının sayısı kadar deneme kitabı vardır. 1951’den 2002’deki ölümüne kadar gazetelerde yayımlanan yazılarının çoğunluğu edebi nitelikte birer denemedir. Melih Cevdet’in Bir Defterden (Everest Yay, Şubat 2008) adıyla yayımlanan günlüklerini okurken denemeciliğini sık sık hatırladım. Anday’ın Eylül 1976 Şubat 1979 tarihleri arasında tuttuğu günlüğü içeren bir defterden oluşuyor kitap. Ölümünden önce bu günlüğü emanet ederken eşi Suna Anday’a kitap olarak yayımlanmasını istediğini söylemiş. Adını da “Bir Defterden” koymuş. Bu tip özel hayata ilişkin evrakın yayımlanmasında sahibinin iznini önemsiyorum. Çünkü, özellikle yazarının ölümünden sonra yayımlanan günlük, mektup gibi özel evrak, yaşayan ya da ölmüş kişiler hakkında görüşler de içeriyor. Bu görüşler, genellikle bilinmesi hoş olmayan şeyler. Yazarının da, muhatabının da okur nezdinde prestijini kaybetmesine neden oluyor. Yazarların terekelerinden çıkan evrakın değerlendirilmesinde hayat hikâyesine yapacağı katkı yanında edebi niteliği, gerekliliği de sıkı sorgulanmalı. Galiba en doğrusu bu tür günlük ve mektupların esas sahiplerinin sağlıklarında yayımlanması yönünde bir arzuları olmuş mu, ona bakılmalı. Melih Cevdet’in günlüğü, şairin hayatının çok kısa bir bölümünü yansıtsa da hem onun özel hayatını hem de başta edebiyat, sanat olmak üzere dünyaya bakışını öğrenmek açısından önemli. Anday, günlüğünde sağlık sorunları başta olmak üzere, korkularını, sıkıntılarını anlatmış. Bir süre önce geçirdiği yüz felci ona yaşlılığı, ölümü düşündürmüş. O dönemde depresyon da geçirdiği anlaşılıyor. Bunları dert ediyor. Günlüğün yazıldığı dönem Türkiye için önemli siyasi dönemeçlerden biri. Siyaset sokakta yapılıyor. Her şeye siyaset sokulmaya çalışılıyor. Şiddet teröre dönüşüyor. Ülke yeni bir askeri darbeye doğru gidiyor. Sağduyulu bir aydın olarak Melih Cevdet’in döneme bakışını günlükte buluyorsunuz. Anday, yeri geldiğinde şair, yazar dostlarıyla ilgili düşüncelerini de yazmış. Nâ Bir Defterden zım Hikmet, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Oktay Akbal, Çetin Altan rastladığımız isimlerden. Anday, kimsenin kişiliği üzerinde uzun boylu durmuyor, görüşler, düşünceler daha çok eylemler üzerinden gidiyor. Edebi yanlarıyla, aydın duruşlarıyla değerlendiriyor. İnsanların yüzlerine söyleyemeyeceği şeyleri günlüğüne yazmamış. Ama esas olarak denemeci kimliği ağır basmış. Günlüğe yazdığı birçok konuyu Cumhuriyet’te yayımlanan yazılarında işlemiş. Melih Cevdet, günlüğü eski harflerle yazmış. Emre Taylan, günümüz Türkçesine çevirmiş. Sevengül Sönmez de iyi bir editör olarak hem günlükte ilk adıyla anılan yazarların kimliklerini çözmüş, hem de günlüğün kaynaklık ettiği makaleleri bularak karşılaştırmış, yapılan göndermeleri takip etmiş. Kitaba günlükte sözü edilen bazı mektupların asılları, fotoğraflar, günlüğün orijinalinden birkaç sayfa ve dizin eklenmiş. Ortaya keyifle okunan bir kitap çıkmış. Gerçekten de kitabın tadı damağınızda kalıyor. Çünkü sadece 80 sayfa. da yazarların özel hayatlarını da yansıtan günlükleri yaşarken pek yayımlanmaz. Enis Batur, son kitabında bu açıdan farklı davranmış. Pasaport Damgaları (Kırmızı Yay. Ocak 2008), Yol Günlüğü alt başlığını taşıyor. Batur’un 1987 2006 arasında yolculukları sırasında tuttuğu defterler. Venedik, Viyana, Prag, Berlin, Madrid gibi Avrupa’nın önemli kentlerine daha çok, bir toplantıya katılmak, bir konferans vermek gibi amaçlarla yapılmış geziler. Bu bölümlerde gezdiği yerlerle ilgili notlar ağır basıyor. Bir şehri ilk kez tanımanın heyecanı hissediliyor. Yapılan keşifler, karşılaşmalar, tanışmalar... Kitapçılar, müzeler, barlar, lokantalar, oteller... Onların çağrıştırdığı düşünceler. Pasaport Damgaları’nın esasını ise Paris’te yazılanlar oluşturuyor. Kendini yazmaya adamış bir yazar olarak Enis Batur için yol, yolculuk aslında Paris’e gitmek, otele kapanıp yazmak demek. İstanbul’da yazmaya yeterince zaman bulamadığını düşünüyor. Bir işi var (yayımevinde yöneticilik), görüşmesi gereken insanlar, edebi faaliyet ve aile, eş dost… Yazmaya ayıracağı zaman sık sık bölünüyor, yoğunlaşamıyor. Paris’teki otel odası bir sığınak oluyor. Virginia Woolf’ün dediği gibi “Kendine ait bir oda.” Batur, birçok kitabını hücreye benzettiği otel odasında yazmış. Paris günlüğü, bu nedenle yolculuklarda yazdıklarından farklı. Okuduğu kitapların adları, görüştüğü kişiler, yazma verimi, yazacağı kitaplar, yeni projeler büyük yer tutuyor. Gittiği kitapçıları, yürüyüşleri sırasında gördüklerini, yediğini içtiğini, alışverişleri, kısaca da olsa dostlarıyla konuştuklarını da yazıyor defterlerine. Hava durumunu ve günde kaç sayfa yazdığını önemsiyor. Günlükler akıl defteri niteliği kazanıyor. Truman Capote’nin Kabul Edilmiş Dualar (Sel Yay.) romanında yaptığına benzer bir şey de yapmış Enis Batur. Dostluk ettiği, görüşüp konuştuğu yazarlar, şairler ve çalışma arkadaşları hakkındaki kişisel görüşlerini birkaç cümleyle yazmış ve yayımlatmış. Sanıyorum, böyle yaparak onların tepkilerini bizzat görmek, yaşamak istemiş; Kimler selamı sabahı kesecek!.. Capote’nin arkadaşı olan ünlüler sırlarını açıkladığı için yazarı affetmemiş. Capote yaşamını büyük bir yalnızlık içinde noktalamış. Batur’un başına böyle bir şey geleceğini sanmıyorum. Çünkü sevgi sözcükleri çok yok, ama özel hayata ilişkin sırlar da yok. Sansürlenmemiş görüşler, yorumlar var. “Dünkü oturumda, Hasan Bülent’in şiirlerim üzerine yazdığı 56 sayfalık ‘genel değerlendirme’yi Almancası okunurken, Türkçesinden izledim. Tipik bir satıh bakış, yalnızca ve yalnızca basmakalıp görüşler.” (s. 45); “Akşamüstü, bir sokakta keskin incir kokusu. (İlhan, böyle bir cümle yazınca, onu şiir sanıyor).” (s. 145); “Mahir Öztaş uğramış, ‘Acı Bilgi’yi okuyormuş, tabii ‘bunun roman neresinde?’ diyormuş. Mahir gibi yazmaktansa” (s.220); “Yatmadan, yeni edindiğim, Samsatlı Lukianos’un 40 sayfalık ‘Cahil Kitapsever’ini okudum, büyük bir şaşkınlıkla: 1850 yıl önce yazılmış metinde düpedüz Ömer Koç’u anlatıyor. Şaşkınlığımı yer yer kahkahalarla tamamladım.” (s. 590); “Selçuk aradı dün sabah, Tuğrul ve Güven uğrayacaktı ona, ikisini de sevmediğimi fark ettim o an, çünkü benim gözümde ‘özgün’ ve ‘düzgün’ değiller.” (s.597); “Ne yazık ki, bu durum, kimi çok okunan kötü (vasat) yazarların da arada iyi sanılmasına yol açtı: Coelho gibi. Bana kalırsa, Paul Auster ve Orhan Pamuk da bu kategoride yer alıyor: Derinliği olmayan kitaplar yazıyorlar, onun için de geniş vasat okur kesiminin gözdesiler.” (s.626). Pasaport Damgaları, 630 sayfalık, büyük boy, ciltli bir kitap. Batur, anlaşılan hemen hiçbir seçme, eleme yapmadan, 20 yıl boyunca tuttuğu yol defterlerini olduğu gibi yayımlamış. Bu nedenle bir süre sonra günler birbirini tekrar etmeye başlıyor. Batur, okuduğu kitaplardan oluşturduğu düşüncelerin çoğunu o sırada yazdığı kitaplara sakladığı için edebi anlamda bir günlükten çok, o gün ne yapmıştım, hava nasıldı, kaç sayfa yazmıştım, ne okumuşum, ne yemiştim diye dönülüp bakılacak hatırlama defteri halini alıyor. Günlük tadı almanız için sabretmeniz ve yazarın (ya da editörün) yapmadığı ayıklamayı okur olarak yapmanız gerekiyor. Hiç editörlük çalışması yapılmamış sanki. Açıklayıcı dipnotlar yok. Günlükte ön adlarıyla andığı kişilerin soyadları da verilmemiş. Batur’un sözünü ettiği eserler bir yana, yazıp bitirdiği ya da yayımlandığını belirttiği kendi kitaplarının bile kaynakçası yok. Bir dizin konulmamış. Gözden kaçan oyuncaklar ziyaretçilerimizin dikkatsizliği ve müze gezme alışkanlığının olmaması. İkincisi ise, ülkemizde üretilen oyuncakların dünyadaki örnekleri arasında genellikle zayıf ve ilgi çekici olmamasıdır. Bu nedenle, “Türk Malı” oyuncaklar akılda kalıcı olmuyor ne yazık ki... İstanbul Oyuncak Müzesi’nde yalnızca ülkemizde üretilen neredeyse tüm oyuncaklar değil, o oyuncakların üretildiği kalıplardan örnekler de sergilenmektedir!.. Paul Pascal ve Brenda Pascal müzemizi ziyaret ettiler ve deftere şunu yazdılar: “Dünyanın en iyi müzelerinden bir tanesi. Biz 1934 yılından beri oyuncak koleksiyonculuğu yapıyoruz. ABD Oyuncak Koleksiyoncuları Birliği üyesiyiz.” Bu alıntıyı, müzemizin dünyadaki örnekleri arasında en seçkin, en zengin örneklerinden biri olduğunun belgesi olarak kabul edin lütfen... Tıpkı, San Gayer’in şu yorumu gibi: “Bu müzeyi ziyaret etmekten büyük keyif aldım. Vitrin tasarımları mükemmel. Her köşede kişisel bir dokunuşun izi var. Her Türk vatandaşının gurur duyması gereken bir yer. Çok zengin bir müze. Kesinlikle bugüne kadar gördüğüm en güzel oyuncak müzelerinden bir tanesi.” “Shalev” imzasıyla bir ziyaretçimiz de şunları yazmış: “Harika bir sunum. Nefis bir ortam yaratmışsınız. Projeniz için sizi kutlamak istiyorum. Bizler İsrail’den geldik. Ben dünyanın birçok ülkesindeki oyuncak müzesini gezdim. Ama burası muhteşem bir yer.” Bugüne kadar köşemde, oyuncak müzesinin ziyaretçi defterine yazılanları sizlerle paylaştım. Bu yazımda ilk kez yabancı konuklarımızın düşüncelerine ağırlık veriyorum. Bunlar arasında Roz Weitzman’ın bir ayrıcalığı var. Kanada’da yaşayan Bayan Weitzman, bir oyuncak tarihçisi ve özellikle bebek evleri ve minyatürler konusunda uzman. İşte düşünceleri: “Müzenizi ziyaret etmekten çok büyük keyif aldım. Eski oyuncak minyatür koleksiyoncusu olarak 18. ve 19. yüzyıllardan kalan Alman ve İngiliz minyatürler, bebek evleri beni adeta büyüledi. Müzenizdeki bu zengin birikim, minyatür oyuncakların tarihi hakkında bilgi sahibi olmayan ziyaretçilerinizin gözünden kaçabilir.” Hacivat ve Karagöz’e sahip çıkmak, düşlerin, hayallerin, oyunların tarihine sahip çıkmaktır. Tarihe sahip çıkmak da ancak ve ancak müzecilik anlayışının beyinlerde, yüreklerde gelişmesiyle olasıdır. PASAPORT DAMGALARI Yaşarken yayımlanan günlükler çoğunlukla okur için yazılmış eserlerdir. Yazarının özel hayatından çok edebi, sanatsal, felsefi, toplumsal görüşlerini iletmek amacıyla yazılmışlardır. Bir anlamda günü gününe tanıklıkların paylaşılmasıdır. Edebi tat alırsınız. Salâh Birsel’in, Cemal Süreya’nın, Tomris Uyar’ın yaşarken yayımladıkları günlükleri güzel birer örnektir. Özellikle Türk edebiyatın elevizyon muhabiri sordu: “Yunanlılar Hacivat ve Karagöz’e sahip çıkıyorlar, patentini almak üzereler. Ne diyorsunuz?”... Aklıma, Gülhane Parkı’ndaki “Havuzlu Bahçe” geldi... Orada, kukla kahramanımız İbiş’in, Hacivat ve Karagöz’ün oynatıldığı tarihi bir sahne vardı. Ne yazık ki, yeni düzenleme sırasında yıkıldı, önünde yıllarca nice çocuğun gülüp eğlendiği tarihi sahne!.. Bursa’daki Karagöz Evi’nin hüzünlü sonunu anımsadım sonra, kapı dışarı edilen hayalilerin kırılan hayallerini!.. Yunanlılar Hacivat ve Karagöz’e sahip çıkıyormuş... Eee! Sen öz evladını sokağa atarsan birileri sahiplenir elbette!.. Uğur Çelikkol, şunları yazmış Oyuncak Müzesi’nin ziyaretçi defterine: “Bursa’dan Karagöz Turizm Seyahat Acentesi olarak bugün 3. ziyaretimizi gerçekleştirdik. Adımız geleneksel gölge oyunumuz Karagöz’den gelmekte, ailece bu sanatı yaşatmaya çalışan bir grup insanın kurduğu acenteyiz. Karagöz gölge oyunu figürlerini burada görmekten dolayı çok memnun olduk.” İstanbul Oyuncak Müzesi’nde sergilenen Hacivat ve Karagöz figürleri, sevgili hocamız Prof. Kenan Akyüz’ün koleksiyonudur. Müzemizde sergilenen gölge oyunu figürleri, ülkemizdeki en eski örnekler olup, Sultan Abdülmecit ve II. Abdülhamit dönemlerini kapsamaktadır. Müzemizi gezen ziyaretçiler arasında Türk yapımı oyuncakların azlığını söyleyenlerin sayısı az olsa da, bu konuya yine de açıklık getirmek isterim: Müzenin ilk katı Türk oyuncaklarına ayrılmıştır. Bu katta, Nekur, Alasya, Gürel, Fatoş gibi oyuncak sanayimizin seçkin firmalarının ürettiği eserler, bez bebek, tahta araba, tel araba gibi el yapımı oyuncak örnekleri, Hacivat ve Karagöz figürleri, plastik oyuncaklar, bakkalda, bayram yerlerinde satılan oyuncaklar, sakızlardan çıkan oyuncaklar sergileniyor. Ayrıca, yine giriş katımızda son örnekleri 1950’li yıllarda görülen tarihi Eyüp oyuncakçısı canlandırılmıştır ki, bu bölümde tarihi oyuncaklarımızın son derece ender bulunan seçkin örnekleri vardır. İtfaiye odasında Türk yapımı örnekler, Kızılderili odasında Türk yapımı Kızılderili oyuncakları dikkatli ziyaretçilerimizin gözünden kaçmamaktadır. Tıpkı, oyuncak uçakların, gemilerin, ambulansların, trenlerin, askerlerin, uzay araçlarının sergilendiği odalarda Türkiye’de üretilen örneklerin sergilendiği gibi... Bunun fark edilmemesinin iki nedeni vardır: İlki, T Akron Kıyısı/ Adrienne Miller/ Çeviren: Anaca Ergül/ Erko Yayıncılık/ 398 s. Amerika’nın batısındaki Ohio, Akron kıyısında, alışılmış toplum düzeni dışında bir üçlü: Lowell, Jenny ve Fergus... Yaşadıkları yer bile altmış beş odalı bir malikâne. Lowell, çok zengin ve çok tanınmış bir ressam. Karısı Jenny de sanatın her konusunda özel yetenekleri olan biri. Lowell’ın kızı Merit ise sade bir yaşamı yeğliyor. Güzellik ve yalanlar dolu karmaşık aile ilişkilerinin gizemi içinde en önemli olay Lowell’ın birdenbire resim yapmayı bırakması. Bunu neden yaptı? Adrienne Miller’in bu romanı, ilginç bir ailenin öyküsü... Yeni Yüzyılın Eşiğinde/ Eric Hobsbawm/ Söyleşi: Antonio Politi/ Çeviren: İbrahim Yıldız/ Yordam Kitap/ 190 s. “İki dünya savaşı ve ardından yaşanan Soğuk Savaş’ın damgasını vurduğu ‘Kısa Yirminci Yüzyıl’ın bitiminin habercisi, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile serbest piyasa fundamentalizminin iflası oldu. Eski dengelerin altüst olmasıyla birlikte kuralsızlık ve belirsizliğin egemen olduğu, zenginle yoksul arasındaki uçurumun akıl almaz derecede derinleştiği yeni bir çağa girildi. Politikanın depolitizasyonu bu yeni çağın başat özelliklerinden biri. İnsanlığı yirmi birinci yüzyılda bekleyen devasa sorunlar yumağı da önceki kısa yüzyılda yaşananların bakiyesi bir bakıma. Tarih, bu sorunların nasıl çözülebileceğine, bizi gelecekte nasıl bir dünyanın beklediğine ilişkin olarak öngörülerde bulunmamızı sağlayabilir, ama analitik ve bütünsel bir yaklaşım benimsenmesi koşuluyla.” 21. yüzyıl tarihçilerinden Eric Hobsbawm bu uzun söyleşide, neredeyse yirminci yüzyılla yaşıt entelektüel birikimini okurla paylaşıyor. Çemişgezek–Nürnberg Hattında Bir Doktor/ Dr. Necdet Tuna/ Nobel Tıp Kitabevleri/ 392 s. “Günlük tutup, bir yerlere not da almadım. On yıl önce bilgisayarımda bir dosya açtım, belleğimde kalanları oraya atmaya başladım. Az zaman değil, yaklaşık 7075 yıl!”. Yaşamına doktorluk mesleği dışında pek çok şeyi sığdıran, dünyayı gezen, profesyonel olarak sporla ilgilenen ve tüm bunların kendisine kattıklarını okurla paylaşan Dr. Necdet Tuna’nın yaşamöyküsü yer alıyor bu kitapta. Mavi Yazılar/ İkbal Kaynar/ KibeleYayınları/ 102 s. İkbal Kaynar, bu ikinci kitabında hayattan ve gerçeklikten kopmayan yazılarını sunuyor. ‘Hepimiz İçin Yazılar’ ve ‘Yitirdiklerimize Mektuplar’ adlı iki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde Kaynar, Türkiye’nin ve kurumlarının sorunlarına değiniyor. İkinci bölümde ise, geçmişle gelecek arasında mektuplarla köprü kurarak, sanatın işlevlerinden birini yerine getiriyor. Mâzînin Dilinden Büyükada/ Ferruh Ertürk/ Adalar Kültür Derneği Yayınları/ 228 s. “Bizans devrinde önce manastırlar ve balıkçı köyü düzeninde yaşamın başladığı Adalar, imparatorluk zindan ve işkencehanesi olarak tarihte yer alır. Osmanlı devrinde büyük ilgisizlik geçirir, ancak 19. yüzyılın yarısında buharlı gemi seferlerinin başlamasıyla adını duyurur.” Yirmi beş yılı aşkın bir zaman diliminde Büyükada ve Adalar konulu tablolarıyla koleksiyonlarda yer almış bir ressam olan Ferruh Ertürk, bu defa da yazılarıyla Büyükada’yı ve tarihini tanıtıyor. Papa’ya Komplo/ Valeska von Roques/ Çeviren: Ahmet Arpad/ Yordam Kitap/ 224 s. Bir milyar Katoliğin ruhani lideri, Vatikan’ın en yetkili kişisi Papa II. Jean Paul’e neden suikast düzenlenmişti? Mehmet Ali Ağca’yı kimler yönlendirmişti? Başka suç ortakları var mıydı? Olaya hangi gizli servislerin parmağı karışmıştı? Uzunca bir dönem Alman Der Spiegel dergisinin Roma muhabirliğini yapan Valeska von Roques, yıllar süren bir araştırmayla gerçeğin kapısını aralamaya çalışıyor. Gido/ A. Kadir Konuk/ Ceylan Yayınları/ 320 s. “Gönülsüzmüşüm gibi yeniden giyindim iş elbiselerimi. Tuğlacı Musa tuğla kalınlığındaki cüzdanından çıkardığı on lirayı Hercules’in selesine bırakıp uzaklaştı. Bir paraya, bir de uzaklaşan Musa Usta’ya baktım. Bu adam böyle bonkörlük yapmazdı, böyle kuzu gibi konuşmazdı. Her şeyi yağmura bağladım, her yiğidi ürküten bir korku vardır, gözünü seveyim korku, diyerek işe giriştim.” A. Kadir Konuk’un son romanı olan bu kitap, mizahi öğelerle Gido’nun hikâyesini anlatıyor. Che Sevgisi/ Şaban Akbaba/ Ceylan Yayınları/ 132 s. “Che duramaz oldu. O kadar ki, Küba dar gelmeye başladı. Hem orada un elenmiş, elek asılmıştı. İpek yürekli esmer insanlar ülkelerine ve özgürlüklerine sahip çıkıyordu. Küba hükümetinin önemli bir bakanıydı ama doğrusu ne bakanlık ona göreydi ne de o bakanlığa göre. Dağların aslanını kafese koyduktan sonra bakanlık versen ne yazar...” Yirmi iki öyküden oluşan bu kitap, adını aynı adlı öyküden alıyor. Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü İlyas Tunç’a verildi ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü 2008 yılı için “Sesler, İncelikler” adlı dosyasıyla İlyas Tunç kazandı. Adnan Binyazar, Müslim Çelik, Refik Durbaş, Şükrü Erbaş, Bahar Gökler, Emin Özdemir ve Sevgi Özel’den oluşan Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü Seçici Kurulu, değerlendirdiği 38 yapıt arasından İlyas Tunç’un “Sesler, İncelikler” adlı dosyasını oybirliğiyle ödüle değer gördü. İlyas Tunç’a ödülü, 17 Mart Pazartesi günü saat 18.30’da Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yapılacak törenle verilecek. Ceyhun Atuf Kansu’dan şiirlerin de okunacağı törende, yazar Metin Turan “Cumhuriyetin Kristal Şairi Ceyhun Atuf Kansu” başlıklı bir sunum yapacak. 1956 doğumlu İlyas Tunç, yükseköğrenimini Gazi Eğitim Enstitüsü İngilizce Bölümü’nde tamamladı. Yurdun çeşitli yerlerinde öğretmenlik yaptı. Kuzeysu, Yazılı Günler, Biçem, Varlık, Damar, Eşik, Kül, Akatalpa, Agora, Cumhuriyet Kitap, Çevirmenin Notu, New Coin (Güney Afrika), Timbila (Güney Afrika) gibi birçok dergide şiirleri, yazı ve çevirileri yayımlandı. Edebiyatçılar Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve BESAM üyesi. Ali Rıza Ertan (1994), Orhan Murat Arıburnu Özel Ödülü (1995), Damar dergisi İlkbahar Şiir Ödülü’nü (1995) aldı. Basıma hazır birkaç şiir ve düzyazı dosyası dışında yayımlanan kitapları arasında “Kış Bir Alkış mıydı” (1992), “Kül ve Kopuş” (1995), “Fetüs Günlüğü” (2002), “Savrulmalar” (2004) bulunuyor. İçimizdeki Şeytan Almancada Kültür Servisi Sabahattin Ali’nin ‘İçimizdeki Şeytan’ romanı ‘Der Damon in uns’ adıyla Unions Verlag yayınevince yayımlandı. Ute BirgiKnellesen’in Almancaya çevirdiği ve Almanca konuşulan ülkelerde büyük ilgi gören roman, Süddeutche Zeitung’da yayımlanan, Joachim Sartorius imzalı bir yazıyla geniş bir biçimde değerlendirildi. Sartorius, Sabahattin Ali’nin yaşamını, 1920’li yıllarda burslu olarak Almanya’da öğrenim gördüğünü, tutuklanmalarını, gördüğü baskıları ve yaşamının trajik bir biçimde sona erdiğini de anlattığı yazısında “İçimizdeki Şeytan’ın, Ute BirgiKnellesen’in çevirisiyle derinden gözlemleyen, koyu psikanaliz içeren bir roman olarak belirdiğini” ve yazarın “yalnız estetik cesarete değil; bilakis aydın bir vatandaşın cesaretine de sahip biri olduğunu” vurguluyor.