25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

HAFTA C Esra AÇIKGÖZ Redaksiyon/Redaktion: Starkenburg Str. 5, 64546 MörfeldenWalldorf. email:cumhuriyet@gmx.net Tel: 0610598174446 İmtiyaz Sahibi/Inhaber: İlhan Selçuk (Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.’yi temsilen, Cumhuriyet Vakfı adına) Genel Yayın Yönetmeni/ Chefredakteur: İbrahim Yıldız Yazı İşleri Müdürü/ Redaktionsleiter: Osman Çutsay Editör/ Redakteur: Gonca Kanber Yayın Koordinatörü/ Koordinator: Hayri Arslan Reklam/Anzeigen: Ömer Aktaş Yayın Kurulu/Redaktionsbeirat: İlhan Selçuk (Başkan/ Vorsitzender), Prof. Dr. Emre Kongar (Berater), Orhan Erinç, Hikmet Çetinkaya, Şükran Soner, İbrahim Yıldız, Orhan Bursalı, Mustafa Balbay, Hakan Kara Baskı/Druck: Hürriyet A.Ş Zweigniederlassung Deutschland, An der Brücke 2022 D64546 MörfeldenWalldorf. Dağıtım/ Vertrieb: ASV Vertriebs GmbH (Der Verlag übernimmt keine Haftung für den Inhalt der erscheinenden Anzeigen) Nezahat Sügüder Arıkoğlu Aptullah Ziya Kozanoğlu Burhan Arif Ongun Sedat Hakkı Eldem Mimarlığın aktörleri... Uğur Tanyeli, mimarlık tarihi alanında uzman isimlerden biri. Ona göre, sadece bir kişiye sıkıştırılan, onun üzerinden anlatılan tarih anlayışı ile modern dünyayı anlamak mümkün değil. Çünkü her aktörün tarih yazımında bir rolü var. Garanti Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Mimarlığın Aktörleri: Türkiye 19002000”de de bunu anlatıyor, mimarlık tarihini, aktörleri üzerinden aktarıyor. Hem de tarihin köşelerinde unutulmuş, çok da tanınmayan aktörleri kendine araç seçerek, “Bir şeyi eleştirmek, dünyayı dönüştürmek istiyorsak özneler aracılığıyla, özneleri değiştirerek bunu yapabileceğimizi anlamak zorundayız” diyor. Bu kitabı yazmaya sizi ne teşvik etti, nedir bu kitabın amacı? Türkiye'de genellikle mimarlık tarihi yazımında özeli görmüyor, bu tarihin özneler üzerinden yazılması gerektiğini unutuyor, onu genelde binalar ya da toplumsal ilişkiler üzerinden anlatıyoruz. Modern dünyada özelde mimarlığın. genelde bilginin öncelikle özneler tarafından var edildiğini görmek zorundayız. Biz sürekli anonim kişiliklerden söz ediyoruz, oysa tarihteki her eylemin gerçek kişiler tarafından gerçekleştirildiğini unutmamalıyız. Bu kitabın amacı, Türkiye'de mimarın özne olarak rolünü tartışmak. Adını bildiğimiz, kişiliğine, yakın çevresine ilişkin az ya da çok bir şeyler bulduğumuz mimarın ortaya çıkışının Türkiye'de sadece 150 yıllık bir geçmişi var. Kitap bize bunu hatırlatmaya çalışıyor. Kitap için seçtiğiniz mimarların adları çok da bilinmiyor. Hatta önsözde uzmanların bile isimlerini ilk kez duyacak mimarlara yer verdiğinizi söylemişsiniz. Bu mimarları ille de hepsine sempati duyduğunuz için seçmediğinizi de eklemişsiniz... Evet, kitabı alan herkes, içinde karşılaşacağı kişilerin Türkiye mimarlık tarihinde başrol oyuncusu olduğunu düşünmemeli. Neredeyse tarihte karşımıza çıkan herkesi bir bordro listesinde dizilmişler gibi hiyerarşik bir sıralamaya tabi tutma alışkanlığındayız. Önemli ya da önemsiz sandığınız herkesin aslında özne olmak, tarihin yazılışında malzeme olmak bağlamında bir diğerinden radikal biçimde farkı yoktur. Aktörleri bilmek bize ne kazandıracak? Sonsuz sayıda aktörün içinde rol oynadığı, her birinin farklı gelişmeleri, dönüşümleri tetiklediği bir dünyayı anlamamızı. Ayrıca şu anda eylemde bulunduğumuz dünyaya ilişkin bir sorumluluğu da hatırlatacak. Bir şeyi eleştirmek, dünyayı dönüştürmek istiyorsak özneler aracılığıyla, özneleri değiştirerek bunu yapabileceğimizi anlamak zorundayız. Özellikle mimaride aktörler daha da gizli kalmış sanırım... Evet, insanlar Sinan'dan başka mimar adı sayamıyor ve bu olağan değil. Bu da sizin kitabınızda Sinan'a çok fazla şey atfedildiği vurgunuzu doğruluyor yani... Eğer sokaktaki insan sadece mimar olarak Sinan’ı biliyorsa, Sinan'a ve çağdaş mimarlara haksızlık yapıyoruz demektir. Sinan'ı bütün Osmanlı tarihi içinde yalnızlaştırıyor, bunun da Sinan'a saygı göstermek olduğunu sanıyoruz. Şayet tek bir mimari aktörü olan bir mimarlık tarihi yaratıyorsanız, bu onun tarihini yazanların suçudur, onun içinde yer alanların değil. Sizce özneyi neden göz ardı ediyoruz? Aslında her özne bir trajedi içerir, yani her özne toplumsallıkla belirli bir direnme ilişkisi içinde var olur, uyum da gösterir, direnme de. Bizim mimarlarımızın çoğu için böyle bir trajedi yazabilme şansımız az, çünkü belge yok. 30 yıl önce ölmüş birine ilişkin bir belge dahi bulamıyorsanız, ortada bir yanlış vardır. Özneyi, onun trajedisini, daha da önemlisi toplumsallıkla olan karşıtlık ilişkisini görmek istemiyoruzdur, sadece toplumsal uyumunu yazıyoruzdur... Bu olunca da insanı göremezsiniz. Oysa Nazım Hikmet'in dediği gibi, bir orman gibi kardeşçe yaşayabileceğimiz ama her bir ağacın da kendisi olabileceği ve kendisi olarak görünürlük kazanacağı bir toplum tahayyülü üretmeliyiz. Kitaptaki mimarlardan en çok sizi kim etkiledi? En çok trajik olanlar beni etkiledi. Hiç de önemli gözükmeyen Burhan Arif Ongun'un çok ilginç bir kişilik olduğunu düşünüyorum. Le Corbusier’nin yanında eğitim gören, devlet kadrolarında görev yapan, dönemin siyasal eğilimleri ile aslında hiç de amaçlamaksızın ters düşen ve neredeyse 30 yıl kenara itilen bir adam. “Kaybetmiş” bir kişilik olarak bana ilginç geliyor. Buna karşın toplumsallıkla çok iyi şekilde mücadele etmiş, onu manipüle etmiş Sedat Hakkı Eldem de bana çok ilginç geliyor. Bir de çoğul kimlikli mimarlardan Aptullah Ziya Kozanoğlu var, yazar, mimar, müteahhit... Daha da sayabilirim. Kitabınızda kadın mimarların sayısının arttığını belirtiyorsunuz. Sizce bunun nedeni ne? Dünyadaki gelişmelerle de alakalı bu. Aslında kadın mimar öğrencinin sayısı artıyor demek daha doğru, öğrencilerimizin yüzde 6070’i kadın, ancak piyasada çalışan ve önemli rol oynayan kadınlar yüzde 10'u bile oluşturmuyordur. O halde kitapta yer alan Selma Emler, Nezahat Sügüder Arıkoğlu gibi kadın mimarlarla ilgili bilgi bulmanız daha da zor olmuştur... Evet, kamusal alanda kadının görünür olması pek mümkün olmadığından zor oldu. Zaten mimarlar arasında küçük bir grubu oluşturuyorlar. İlk kadın mimar 1930’da mezun olmuş, Leman Tomsu. Türkiye'de kadın mimarlar on yıllardır bir tür gizli işsiz konumundalar. Kitap bunları sadece sakin gözlerle izlemeyip, gayet asabi bir dille ortaya koyuyor. Bir mimar ve mimarlık tarihi uzmanı olarak İstanbul'a bakınca ne görüyorsunuz? Bozulan bir kent değil, değişen, dönüşen, çağdaş bir metropol olma yolunda epey yol almış, dünya çapında rol oynama yeteneği olan, Türkiye'nin en büyük çoğulluk, çeşitlilik gösteren metropolünü görüyorum. Mesajların bolluğu insanları şaşkına çeviriyor. İyi ki Türkiye'de bir İstanbul var. Türkiye mimarlık kimliğinden bahsedebilir miyiz? Hayır, edemeyiz… Artık dünyanın hiçbir yerinde bundan söz edilemez, Japon, Alman, Fransız mimarlık kimlikleri yok artık. Öylesine bir çoğullaşmanın söz konusu olduğu, her öznenin kendini dışa vurduğu bir dünyada, bir ulusun bütününü kapsayacak bir mimari kimlikten söz etmek mümkün değil. Ayrıca bu çok totaliter bir talep de olur. Bir mimarla konuşup da bugünlerde İstanbul’u “şekillendirmeyi” amaçlayan Kentsel Dönüşüm Projeleri’ni sormadan geçemeyeceğim. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu projeleri? Olumsuz bir yaklaşımım var. Özellikle Süleymaniye Vefa bölgesinde Osmanlı mahallesi oluşturulması kabul edilemez, çünkü belediyenin ideolojik talepler doğrultusunda bir tarihsellik görüntüsü yaratma hakkı olmadığını düşünüyorum. Tarih yaşatılmak isteniyorsa, mevcut tarihsel yapılara sahip çıkılır. Buna sahip çıkmayıp tarihi imal etmeye çalışmanın kültürel vebali vardır. Sulukule'de yapılmaya çalışan da öyleydi. Kentte yaşayan yoksulları, deyim yerindeyse, bir çöp olarak görüyor ve halının altına süpürmek istiyoruz. Demokrasi mekanla insanı birlikte dönüştürmeyi gerektirir. Sanırım mimari aktörlerin bilinmesi bu tür projelerde daha da önem kazanıyor. Bu mimara altına imza atacağı projenin sonuçlarının sorumluluğunu da yükler. Evet, her şeyden önemlisi böyle işlerde mimarların bir arabulucu rol oynadığını görmesi lazım, belediye, sermaye, orada yaşayanlar... Orada altına imza atılan şey tasarım ya da proje değil, sadece bu arabuluculuğun teknik belgesidir. Biraz da bir aktör olarak sizden konuşsak… Mimari ile ilişkiniz nasıl başladı? Buna cevap vermek zor, ne diyeyim? Hep mimar olmak istiyordum, ancak inşaat fakültesinde eğitim almanın mimarlık için daha güçlü bir altyapı oluşturacağını düşündüğümden, İTÜ İnşaat Fakültesi’ne girdim. Bir yıl okuduktan sonra oradan mimarlığa değmenin bile mümkün olmadığını gördüm ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Bölümü'ne girip oradan mezun oldum. Sonra da mimarlık tarihinde uzmanlaştınız... İlk yıllarda mimari tasarımlar ile ilgilendim, yarış Fotoğraf: UĞUR DEMİR malara katıldım. Ancak kendimi mimar olarak nitelersem, gerçekten pratik yapan mimarlara haksızlık etmiş olurum. Mimarlık tarihi, okurken de aklımdaydı. Sonra daha diplomamı bile almadan, mimarlık tarihi kürsüsüne gelmem doğrultusunda bir talep geldi. Hiç tereddüt etmeden kabul ettim. Yine sormadan edemeyeceğim bir nokta var, yazılarınızı anlamak için yoğun çaba harcamak gerekiyor, bu pek çok kişiden de duyduğum bir durum. Dersler eğlenceli geçerken, neden yazılarınızda zorlayıcı, çetrefilli bir dil kullanıyorsunuz? Normal aslında bu. Öğrencilerin dersin içinde bulunma gerekçelerini tahrip etmemeli, onların orada bulunma haklarını ellerinden almamalısınız. Ancak yazı, anlamak için üzerinde gerçekten uğraşmak zorunda olunan bir şeydir. Bence yazı bir dekonstrüksiyon yapmak zorunda. İnsanlar o güne kadar o bilgi alanında bildiklerini en azından yazınız sayesinde tartışır hale gelmeli. Sizinle kendi bilgileri arasında bir çatışma çıkmıyorsa niye yazıyorsunuz ki, onlara zaten bildiklerini bir daha anlatıyorsunuzdur. Bu da kaçınılmaz olarak çetrefilli olmasa da öyle gözüken bir dil yaratıyor. Bana “Yazılarınızı okuyunca hiçbir nokta açıkta kalmıyor, her şeyi sular seller gibi biliyorum” deseydiniz, o zaman alınır, “Eyvah” derdim. Leman Tomsu
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear