Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
31 AĞUSTOS 2007 CUMA tarihçe GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ Bektaşiliğin yapıbozumu Erdoğan AYDIN eçen hafta Hacıbektaş şenlikleri nedeniyle Bektaşı Veli’ye dair üretilen efsanelerden söz etmiştim. Bu efsaneleri esas almamız halinde ‘bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlık’ diyen bu Anadolu bilgesini, tarihsel gerçekliği ve misyonuyla anlayamayacağımıza işaret etmiştim. Osmanlı iktidarının çıkarlarına göre yeniden kurgulanmış bu gerçek dışı ‘Hacı Bektaş’ı kılavuz edinenlerin de Onun olmazsa olmazı olan hümanist, barışçıl, ama aynı zamanda hak ihlallerine karşı Babai kimline tümüyle yabancı çıkarların aracı olacağını vurgulamıştım. Bu noktada Bektaşi misyonu ve tarihsel gerçeklere ters efsanelerin, Vilayetname olarak yazılı ‘kaynak’ haline getirilmesinin neden ve sorumluluğunu da aydınlatmaya ihtiyacımız var. Bunun için söz konusu yabancılaşma sürecinin yaşandığı Osmanlının kurumlaşma sürecine gitmemiz gerek: C 13 Sivilleşelim Derken(!) G CİHAN BU GİBİLERLE DOLU Başka halkların birikim ve topraklarına el koyma siyaseti temelinde gelişen Osmanlı devleti, kurumlaşırken bir dizi değişime gidecekti. Bu kapsamda, içinden çıktığı Türkmen halktan kendini ayıracak, onları tahakküm altına alıp hareket alanlarını kendi çıkarına göre daraltacak, fethettiği toprakların kolonizasyonuna gidecekti. Bunun için özellikle iki alanda kurumsallaşmaya yönelecekti: Bunlardan birincisi devletin ideolojik aygıtı olarak dinsel alandı ve dışarıda fethi, içeride kullaştırmayı öngören medrese geleneği üzerinden kurumsallaştırılacaktı. İkincisi bunları kurumsallaştırabilmesi için profesyonel bir silahlı güç olarak Yeniçeri teşkilâtının kurulması yoluna gidecekti. İşte bu dönüşümlerin neden olacağı tepkileri azaltmanın bir diğer aracı olarak da, halkın içinde saygınlığı ve etkinliği olan kurumlardan azamî yararlanma politikası izleyecekti. Söz konusu dönemde Anadolu, gerek batılı gerek doğulu gözlemcilerinin de belirttiği gibi, ezici çoğunlukla “ehliSünnet harici” Bâtıni toplulukların yaşam alanıdır. 14. yüzyılda Nigidi Kadı Ahmet’in belirttiği gibi, “cihan bu gibilerle dolu”dur. (T. Akpınar, Tarih ve Toplum, Sayı 82, s.15). Bu nedenle Osmanlı, halkın büyük çoğunluğunun Bâtıni dinsel tercihleriyle örtüşen, halktan büyük saygı gören Bektaşîlikten, devletleşmesinin meşrulaştırılmasında faydalanılacaktı. Bu yolla, kökü Baba İshak Ayaklanması’nda ve bizzat halkta olan bu muhalif potansiyelin, kendine yabancılaştırılarak sistemin güvenlik supabı haline getirilmesi amaçlanıyordu. Bu dönemde henüz kurumsal bir kimlik kazanmamış olan Bektaşî Dergâhı ve babalarının önemli bir kesimi, en önemli Bektaşî önderi Abdal Musa’ya rağmen, Osmanlı’nın girdiği yabancılaşma sürecinin işbirlikçisi konumuna düşürülecek, kendi değerleri yerine bu fetih devletinin talanına ortak edilecek veya zorla buna boyun eğdirilecekti. Böylece Bektaşi ağırlığı Osmanlı dönüşümüne ortak olacak, hem Balkanlar’ın kolonizatörü hem de Yeniçeri’nin eğitmeni olarak Osmanlının sivil uzantısı olacaktı. lencesi geliştirir. Oysa geçen hafta da işaret ettiğim gibi bu iddia doğru değil; hem Bektâşı Veli bu karardan çok önce, bırakalım Orhan’ı, Osman Bey iktidarından bile 30 yıl önce, 1271’de ölmüştür. Buna rağmen bu gerekçelendirme, denetim ve fetih gereksinimiyle Yeniçeriye ihtiyaç duyan Osmanlı egemenliğinin durumu meşrulaştırma amacını taşımaktadır. Aşıkpaşazade ise ‘iznin’ Abdal Musa tarafından verildiğini söyler, ki bu yargı da, birazdan göreceğimiz gibi yanlıştır. Bununla birlikte Yeniçeri kurumlaşmasıyla birlikte kurumlaşan Bektaşî Dergâhı’nın sürece eklemlenmesi bir realitedir. Ancak bu sürece eklemlenmesiyle birlikte Dergah, pirine, bir kısım kurucusuna ve tabii değerlerine yabancılaşacaktır. Bâtıni halkın içinden çıkan, üstelik bu geleneğin en saygın isimlerinden birinin adını sürdüren bu dergâhın Osmanlı işbirlikçisi, daha sonra da kendi insanlarının katline araç üretmesi ağır bir gölge olacaktır. Gerçekten de ‘72 milleti bir’ gören, ‘eline beline diline hâkim olmayı’ temel düstur yapan, ‘incinsen de incitme’ diyen bir önderin isminin yayılmacı ve talancı bir despotizme payanda yapılması trajik bir durum oluşturur. Bundandır ki kendilerini Bektaşi geleneği içinde konumlandıran yazarların çoğu, soruna dair; kâh Yeniçerinin kuruluştan sonra Bektaşî Dergâhı’yla ilişkilerinin koptuğu, kâh Bektaşîliğin Yeniçerilerle hiç iliş ve tabii Kızılbaş halkın ensesinde boza pişirilecektir. Bektaşi geleneği içinde, Osmanlıya karşı tavır konusunda ayrışma ve iktidarla gerilimler de bu sürecin kaçınılmaz yansıması olacaktır. Nitekim Mustafa Akdağ, egemenin penceresinden bu gerilime işaret eder: “Daha Orhan zamanında, bol imaretler tesis olunmasından ve ulema ile şeyhlere pek ziyade hürmet gösterilmesinden dolayı, yeni fethedilen Marmara sahasına doğrudan pek çok derviş gelerek tekkeler kurmuş ve cihet’ler elde etmişlerdi. Fakat Bâtıniliğin mahiyeti icabı, bunlar derhal halk arasında propagandaya girişip, bir takım fesat hareketlerin tertibine çalışmaktan kendilerini alamadılar. Böylece Bursaİznik vesair muhitlerde siyasî ve içtimaî düzen tehlikeye maruz kaldı. Sultan Orhan‚ ‘Işıklar’ denilen bütün abdalları yakalatarak şuraya buraya sürdürdü. Kemal Paşazade’nin ifadesine göre, İnegöl civarında tekkesi olan Geyikli Baba, Turgut Alp adındaki gazinin (İnegöl’e tımar üzere sahipti) dürüstlüğüne şahitliği sayesinde kendini kurtardı ve hatta yeniden taltif olundu. Anlaşılıyor ki vaktiyle Selçuklular devrinde tehlikeli isyanlarını gördüğümüz Batıniler, Osmanlı rejiminin ilk başladığı yerlere daha yayılarak, aynı hareketi tekrarlamak istemişlerdi...” (Türkiye’nin İktisâdi ve İçtimaî Tarihi, C.I, s.340) Bu ayrışma kaçınılmazdı; çünkü Bâtıni inanç, gazanın sistematizasyonu, kisi olmadığı gibi anlaşılır, ama doğru olmayan yorumlar geliştirir. Oruç Bey tarihine göre, Bektaşîler ile sıkı bir bağ içinde olup derviş yaşamı sürerek yönetim yetkilerinden feragat etmiş olan Orhan Gazi’nin kardeşi Ali (Alâeddin) Paşa, Yeniçeri Ocağı’nın Bektaşî Dergâhı’na bağlanmasında temel bir işlev görecektir. “Ey kardeş diyecektir Ali Paşa kardeşi Orhan’a Bütün askerin kızıl börk giysinler. Sen ak börk giy. Sana ait kullar da ak börk giysinler. Bu da âleme nişan olsun demişti. Orhan Gazi de bu sözü kabul edip adam gönderdi. Amasya’da Horasanlı Hacı Bektaş’tan izin alıp ak börk getirtti” (Oruç Bey Tarihi, s.34) BÂTINİLİĞİN MAHİYETİ Böylece Osmanlı kurumlaşması halkın bu en saygın ve etkin akımıyla ilişkilendirilirken, Bektaşi kadrolar da dışarıda ve içeride halkların fethi ve denetimi için kullanılacak ordunun askerlerine döndürülecekti. Bu süreçte Abdal Musa gibi azınlıkta kalan bir kesim hariç, Bektaşi babaların çoğunluğu, Osmanlı kurumlaşmasının halktaki meşruiyet payandası olur. Özetle kendine yabancılaştırılmış Bektaşiler, fethedilen toprakların kolonizasyonu, devşirmelerin kültürel dönüşümü ve eğitimi fonksiyonunu da yerine getirecek, bunun karşılığı olarak da Dergâh, devlet desteğinde hızla kurumlaşacaklardır. Bu ilişki üzerinden aynı zamanda Bâtıni halkın sisteme entegrasyonu sağlanmaya çalışılırken, Bektaşi denetimine girmeyen diğer Bâtıni tarikatlar ötekinin düşmanlaştırılması, yöneticilerin aristokratlaşması (ak budun haline gelmesi) ve sınıf ayrıcalıklarını yasallaştırıp pekiştirmesine uygun değildi. Oysa devletleşme aynı zamanda kendi otorite ve ayrıcalıklarının halk nezdinde pekiştirilmesi, kabile eşitlikçiliğinden halkın kullaştırıldığı yeni bir ilişkiye geçiş demekti. İşte bunun sonucu olarak Osmanlı’nın, devletleşmeyi müteakip Kızılbaş gelenekten Sünnî geleneğe, babaozan şeyhlerden ulemaşeriatçı şeyhlere doğru tercihte bulunması kaçınılmazdı. Ancak Osmanlı, Türkmenler ve onların etkisiyle din değiştiren Rumi halkı üzerinde büyük etkisi olan Bektaşî dervişlerden de dışlanmak istemiyordu; çünkü bu dervişler, ya henüz kurumlaşan devletin halk üzerinde yeri doldurulamaz toplumsal kontrol aracı olacaklardı ya da tam tersine, onun kurumlaşma ve ayrıcalıklarını dayatmasına karşı halk direnişinin dinamikleri. Onların en baştan tavır alacağı bir Osmanlı’nın kurumlaşması çok daha zor veya imkânsızdı. Bu dervişlerin bir imparatorluğu bile sallayabilecek bir potansiyele sahip olduğunun somut göstergesi olan Selçuklu dönemi Babaî Ayaklanmasının anıları henüz tazedir. ÜNYALIK İÇİN EHLİ MANSIBA VARMA! Başta Edebâli olmak üzere Osmanlı’nın kurucu aklı, bizzat o ayaklanmanın kılıç artıklarını da içerdiğinden, baba ve dedelerince kullanılmış silâhın dönüp kendisini vurması olasılığına D ÂLEME NİŞAN OLSUN Bu bağlamda Osmanlı tarih yazımı, Yeniçeri teşkilatını kurma izninin bizzat Hacı Bektaş’tan alındığı söy karşı tedbir üretecek bir bilinç sahibidir. Dolayısıyla kurumlaşma ve ayrıcalıklarını halka kabul ettirmek için sadece Sünnî hukuku ve halkı tebaalaştırıcı bir inanç olarak Sünnîliği yaygınlaştırmakla yetinmeyecek, aynı zamanda çoğunluğu oluşturan bu Bâtıni inanç alanının da bir şekilde devlete bağlanması ve kontrol edilmesine çalışılacaktı. Bu sürecin sonunda Osmanlı, kendini kızıl börklü halktan ayırmanın kurumlaşması olan ak börklü Yeniçerinin silahlı gücü yanında bu derviş ağırlığını da yedekleyerek, egemenliğinin belki de en kritik aşamasını atlatacaktı. Bunun sonucu olarak Bektaşîlerin önemli ismi Abdal Musa, iktidarla bütünleşen dervişlere karşı azınlık kalma ve Osmanlı’nın kuşatıcı baskısına dayanamayarak Osmanlı egemenlik alanının terk etmek zorunda kalacaktı. Orhan Bey’in, pasif bir dini hayatı kabul etmesi karşısında Bursa kaplıcaları çevresinde tekke ve arazi teklifini reddedip Antalya’ya göçen Abdal Musa, geride, Kızılbaş geleneğin önemli sözleri arasına girecek olan şu öğüdü bırakacaktı: “Zahir padişahına karıp (yakın) olma. Dünyalık için ehli mansıba varma (mevki sahibi kimselere yüzsuyu dökme), meğer ki irşat ola (aydınlanmış ola). Maslahat (dünya işleri) içün vezir ve ricalin kapusuna varma. Elden geldikçe yalnızca nimet yeme; Tarikat pirdaşını ve karındaşını ayru görme. Kallaş ve pirsiz adamlarla yoldaş olma!” (Abdal Musa Velâyetnamesi, s.46) Abdal Musa, sadece siyasal etkinliğiyle değil, aynı zamanda Bektaşî tarikatının ilk gerçek örgütlenişi ve etkinliğinde de en öndeki şahsiyettir. Mehmet Eröz, Asıkpaşazade’den hareketle, “Bektâşi Veli’nin şeyhlik yapma ve mürit elde etme gücünde olmayan, kendi halinde meczup bir derviş olduğu, fakat Hacı Bektaş’ın ölümünden az sonra, birçok ‘mürit ve muhibbinin’ ortaya çıkmış bulunduğunu ve bu kimselerin Bektaşî adını alan bir tarikata mensup oldukları” (Türkiye’de Alevîlik Bektaşîlik, s.58) bilgisini aktarır. Bu süreçte Abdal Musa, Bektâşı Veli’nin, “kerameti kendine gösterilip miras bırakılmış” olan karısı veya kızı Hatun Ana (Kadıncık Ana)’nın muhibbi ve onun üzerinden halifesi, bu bağlamda Bektaşîliğin Osmanlıların kurumlaşma alanındaki bilinen en önemli şahsiyettir. İşte Bektaşîliğin, ilk yayılması ve örgütlenmesinde bu işleviyle Abdal Musa, Osmanlı’dan ayrılırken, geride kalan ve Yeniçeri üzerinden Osmanlı ile bütünleşenlerin Bektaşîliği ise özünü yitirmiş bir ‘Bektaşîlik’ olacaktı. Böylece Bektaşi prestijinin Osmanlının halk üzerindeki etkisinin kurumsallaştırılması için istismarı yanında, bu çok önemli geleneğin devlet sistemi içine alınarak kontrolü sağlanmış oluyordu. Dolayısıyla devlet açısından KızılbaşBâtıni inanç, geçiş aşamasının sorunlarını çözen, yolu düzleyen bir fonksiyon üstlenmiş oluyordu. Aynı uygulama, Balkanların kolonizasyonunda Bektaşîlere yüklenen merkezi sorumlulukta da karşımıza çıkar. Nitekim Balkanlar, bu muvazaalı ‘Bektaşîlik’ açısından geniş bir yayılma alanı olurken, özgünlüklerini sürdürmek isteyen diğer Bektaşi ve Alevîler, giderek artan ağır bir baskı altında alınacaklardı. 1826’daki Yeniçeri tasfiyesine kadar İstanbul’daki bu resmi Bektaşî dergâhları tam bir özgürlük içinde kurumlaşırken, Anadolu’da Kızılbaşlar ve onlarla örtüşen Bektaşi, Kalenderi, Hurufi, vb. çevreler yoğun bir Sünnîleştirme baskısına uğrayacak, inancında direnenler ise, ‘haklarında defter tutulup’ katledileceklerdi. Eylül Anayasası’nın değişmesi zaten gerekliydi. Yüzde 92 gibi büyük bir “evet” çoğunluğuyla kabul edilmiş olması iyi bir anayasa olduğunu göstermiyordu. Oy kullanma hakkı olan yurttaşlardan bir bölümünde, “Hayır oyu verirsek Milli Güvenlik Konseyi’nden kurtulamayız” korkusu etkili olmuştu. 1961 Anayasası’nın başlangıç bölümünde Demokrat Parti’yi (DP) suçlayan bölüm de, eski DP’lilerle onlara oy vermiş olanları rahatsız ediyordu. Sırf bu suçlamadan kurtulmak için “evet” oyu verenlerin de bir hayli olduğunu tanıklarıyla biliyorum. 1961 Anayasası’na eklenen 12 Eylül Hukuku’nun izlerinin yürürlükten kaldırılması uygar bir ülke için zorunluluk olmuştu. Ancak 22 Temmuz seçimi sonrasında gündeme getirildiği biçimiyle yapılacak yeni anayasanın uygar bir ülkeye yakışıp yakışmayacağı kuşkuluydu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesini yadsıyarak hazırlanacak bir anayasa, Türkiye’nin uygar devletler topluluğu içindeki yerini korumasını sağlayabilir miydi? Sanırım yanıtı en çok aranan soru bu. Asker karşıtlığını vurgulamak amacıyla kullanılmasına özen gösterilen “sivil” nitelemesi, bir kez daha karşımıza çıktı. Hatta Türkiye’nin kimi özelliklerini törpüleme niyeti, yeni bir nitelemeyi de ortaya çıkardı: “Renksiz sivil anayasa” ??? Anayasa taslağının içeriğine ilişkin haberleri yayın organlarından izliyoruz. Taslağı hazırlama görevi Adalet ve 12 Kalkınma Partisi tarafından verildiğine göre, taslağın da onun görüşlerine yakın olmasına fazla şaşırmamak gerek. Ancak, taslağın içeriğine ilişkin haberler, yine de şaşırılacak maddeler olduğunu ortaya koyuyor. Nedeni basit. Milletvekili dokunulmazlığı “zimmet, irtikâp, rüşvet” gibi, hukuki bir tanım olmamasına karşın yaygın biçimde kullanılan “yüz kızartıcı suçları” kapsamayacakmış. Siyasal iktidarın, 2002 seçimi öncesinde vermiş olduğu sözlere karşın, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde dokunulmazlığın kaldırılması isteğiyle bekleyen dosyalara yaklaşımını anımsamak, öneriyi gülümsemeyle karşılamaya yetip de artıyor. Sivil anayasa (!) konusunda okuyamadığımız bilgilerden biri yürürlükteki anayasanın geçici 15’inci maddesinin kaldırılacağına ilişkin olanlar. Maddenin son fıkrası 3 Ekim 2001 günü kaldırılmıştı ama.. Milli Güvenlik Konseyi hükümleri ve Danışma Meclisi kararlarına getirilmiş olan yargı dokunulmazlığı sürüyor. Bakalım nasıl bir “sivil anayasa” ile karşılaşacağız? Acaba uygarlık mı yadsınacak? ??? İzmir’de ortaya çıkan ve giderek yaygınlaşan “tutanak yolsuzluğu” tartışmaları dinmek bilmiyor. 22 Temmuz seçimine bulaşan şaibe, sonuçları etkilemeyen bir düzeyde kalırsa sorun yok sayılabilir. Ama giderilemezse, AKP’lilerin oylarıyla seçilecen 11’inci cumhurbaşkanı daha da zor durumda kalacak demektir. oerinc?cumhuriyet.com.tr Suyu getirdi susuz öldü İsmet AKTEKİN Kanuni Sultan Süleyman zamanında İstanbul’un nüfusu 175 bine çıkınca su sıkıntısı başgösterir. Kanuni bu sorunun çözülmesi için Mimarbaşı Sinan’ı görevlendirir. Bu görevi üstlenen Mimar Sinan atına biner İstanbul’un çevresini Çekmece’den Eyüp’e, Kemerburgaz’dan Beşiktaş’a kadar tüm su kaynaklarını inceler, belirler ve sonra da Kanuni Sultan Süleyman’ın karşısına çıkar. Kanuni sorar: “Mimarbaşı, İstanbul’un su sorununu çözmek mümkün müdür?” Sinan’ın cevabı: “Mümkündür sultanım. Fakat çok masraflı olacaktır.” Kanuni’nin cevabı kısa olur: “Sen istanbul’a suyu getir, gerisine karışma.” Bunun üzerine Mimar Sinan işe koyulur, İstanbul’un dışındaki suları Kağıthane civarındaki yerlere toplar. Oralardan da İstanbul’a hem Bizanslılar zamanından kalma su kemerlerini onararak, hem de yenilerini yaparak şehrin belirli yerlerine yaptığı çeşmeler, sebillerle şehre suyu getirir. Sayıları kırkı sulan bu çeşmelerden de Kırk Çeşme Suları akmaya başlar. Sinan’ın bu büyük başarısı üzerine Kanuni Sultan Süleyman bir ferman (kanun) çıkarır: “İstanbul meydanlarındaki umumi çeşmeler halka aittir, hiç kimse bu çeşmelerden yeraltından evine su alamayacaktır.” Bu genel kanuna Kanuni Sultan Süleyman bir istisna koyar. O da Sinan’a aittir. BİR MİMAR “Sen İstanbul’a SİNAN böylesine güzel bir çalışma yaptın ve ÖYKÜSÜ Kırk Çeşme Sularını getirdin, şehrin su sorununu çözdün. Sen de evine özel olarak bu çeşmelerden su getirtebilirsin.” Böylece Süleymaniye’deki Sinan’ın evine özel bir tesisat ile su bağlanır. Devir zamanla değişmeye başlar. Kendini tanıyanlar birer birer dünyadan göçmüşlerdir. Günlerden bir gün kapısına biri gelir. “Ben Topkapı Saray postacısıym” der. “Sizi Divan’a çağrıyorlar, ufak bir soruşturmanız olacakmış.” Koca Sinan o haliyle bastonuna dayana dayana Topkapı Sarayı’nın yolunu tutar. Saraya geldiğinde kadılardan, müftülerden, ulemalardan kurulu sorgulama heyetinin karşısında bulur kendini. Heyet Koca Sinan’a şöyle der: “Sinan Ağa, hakkınızda şikayet var. Eve özel olarak su almanızın padişah fermanı ile yasak olduğu halde sizin evinizde özel hatla çekilmiş su varmış.” Sinan şöyle cevap verir: “Evet, Cihan Padişahım bana İstanbul’a yaptığım su getirme hizmetlerimden dolayı şahsıma su alma müsaadesi vermişti ve ben de almıştım.” Heyet, “O zaman su müsaade fermanını görebilir miyiz?” der. Sinan, “O zaman Cihan Padişahımdan ferman istemekten hicap etmiştim (çekinmiştim). Şu anda elimde ferman falan yok, ama su benim evimde akıyor” der. Divan zor durumda kalır, aralarında bazı konuşmalar geçer. Bazıları : “Sinan büyük hizmetler etmiştir. Evinde suyu aksın” der. Bu arada başkaları da çıkar ve derler ki:” Bu topraklara bir tek hizmet eden Sinan mı? Ya onlara da su verilsin, ya da Sinan’ a verilen su kesilsin.” En sonunda Sinan’a verilen suyun kesilmesine ve şimdiye kadar kullandığı sular için de ceza alınmasına karar verilir. Sinan yüz yaşına girerken hastalanır ve yatağa düşer. Vefatı sırasında bir bezi suya batırıp kuru dudaklarına sürmek isterlerken bir de bakarlar ki evindeki musluktan su akmıyor. İstanbul’un suyunu getiren bu ünlü mimar susuz evinde vefat eder. Taksim’e Cumhuriyet Müzesi İstanbul Haber Servisi AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde cami inşa etmek istediği Taksim Meydanı’na Cumhuriyet Müzesi yapacak. Gazetecilerin Taksim Meydanı’nın yayalaştırılmasıyla ilgili sorularını yanıtlayan İBB Başkanı Kadir Topbaş, geçmişte kente su dağıtımının yapıldığı, Taksim Meydanı’ndaki su maksemini Cumhuriyet Müzesi yapacaklarını belirtti. Topbaş, projenin Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nca onaylandığını belirterek, müzenin açılışının önümüzdeki 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na yetişmesini planladıklarını söyledi. Taksim Meydanı’nda yayalara öncelik vereceklerini, durakları kaldıracaklarını ifade eden Topbaş, Talimhane’ye de yeraltı otoparkı yapacaklarını belirtti. MAKSEM 276 YILLIK İstiklal Caddesi’ne Taksim Meydanı’ndan girişte, sağ tarafta kalan makseminin inşasına 3. Ahmet döneminde Boğaziçi kıyı yerleşimlerinin su sorununu çözmek amacıyla başlandı. 1. Mahmut döneminde de süren inşaat 1731’de tamamlandı. Tesis son şeklini 1839’da aldı. Suyun şehre dağıtıldığı yer olan Taksim Maksemi, sekiz köşeli küfeki taşından bir gövdeye ve yine piramidal, sekiz köşeli bir çatıya sahip. Maksemin yuvarlak kemerli giriş kapısının üstünde yay kemerli pencere ve iki yanında klasik Türk üslubunda kuş evleri yer alıyor.