25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

29 HAZİRAN 2007 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Osmanlı neden geri kaldı? Erdoğan AYDIN Osmanlı devletinin evrimini, içerideki iktidar mücadeleleri ve üretim ilişkileri boyutuyla irdelediğimizde, bize öğretilenlerden bambaşka bir bilince varıyoruz. Osmanlı tarihinin, fetih öncesinde, saray içi iktidar kavgasınca belirlenen kritik eşiklerinden birini yaşadığını genellikle bilmiyoruz. Oysa 12 yaşında küçük bir çocuk olan II. Mehmet’i, üstelik II. Murat henüz 41 yaşının zindeliği ve olgunluğundayken, 1444’te tahta geçiren bir bilek güreşi söz konusu. Bu güreş, Macarların Edirne Segedin anlaşmasını bozarak savaş ilan etmeleri ve para ayarındaki bozulmayı takiben Yeniçeri ayaklanması üzerine Çandarlı Halil Paşa’nın, Zağanos Paşalara karşı tekrar inisiyatif kazanarak II. Murat’ı geri getirmesiyle sürer. Bu durum, ders kitaplarımızda, neden sonuç ilişkisinden koparılarak “padişah bensem emrediyorum, gel!” diyen bir tiyatro repliğine çevrilecektir. Oysa söz konusu gelgitler, sarayda kıran kırana süren hizipler savaşının aşamalarıdır. İki güç birbirine karşı mevzilenmiş iktidar kavgası vermektedir. 12 yaşında bir çocuğu tahta oturtacak inisiyatif edinmiş devşirmeler ile onların önünü kesip kendilerine taht karşısında güvence oluşturacak bir değişim gerçekleştirmeye çalışan beylerin kavgasıdır bu. Osmanlı’nın bu krizi, yaşanan feodalleşmeyle uyumlu ya da devşirmelerin çıkarına uygun bir yeniden yapılandırmayla aşılacaktır. Bu anlamda İstanbul’un fethini, 19 yaşındaki genç padişahın olağanüstü iradesinin ürünü ve kâfire karşı cihat olarak değil, onu daha 12 yaşındayken babasına karşı tahta oturtacak kadar güçlü bir hizibin iktidar vizyonu olarak görmek çok daha gerçekçi olacaktır. Bundandır ki fetih, sadece dış ilişkilerde değişim ve imparatorluk vizyonu getirmekle kalmayacak, aynı zamanda kazananların kaybedenleri hal’ledip sistemi yeniden kurumsallaştırmasını sağlayacaktır. (Ayrıntılı bilgi için, Fatih ve Fetih, Cumhuriyet Kitapları) Özetle “kazanan Osmanlı kaybeden Bizans” eksenli bir tarih yazımı oldukça yüzeyseldir; fetih aynı zamanda (kimi istisnaları bir yana) devşirmelerin kazandığı, beylerin ise kaybettiği bir sürecin çözüm halkasıdır. ENDİ DİNAMİKLERİNİ ÖLDÜRMEK Gerçekte pek çok imparatorluğun tarihinde yaşanmış olanın benzeri yaşanıyordu Osmanlı’da: Ya kapıkullarıyla birlikte padişah mutlak anlamda egemen olacak ve merkezi despotik bir yapı şekillenecek, ya da Avrupa’da yaşanmakta olduğu gibi, kralın eşitler arasında birinci olacağı feodal bir yapı kurumlaşmaya başlayacaktı. Bu öylesi önemli bir ikilemdir ki, Osmanlı’nın sonraki dönemdeki yükselişi ve gerilemesinin de anahtarı olacaktır. Sorunun bu yanı tarih bilinci anlamında çok önemli olmasına karşın garip bir şekilde en az işlenen ve işleyenlerin çoğunun da nesnellikten kaçan yanıtlar ürettiği bir sorun alanıdır. Fethin avantajıyla kendi merkezkaç eğilimlerini tasfiye edip katı bir merkezi yapı oluşturan Osmanlı, Anadolu beyliklerini de kendine katarak feodal Avrupa karşısında büyük bir askeri üstünlük elde edecekti. Ancak Osmanlı’ya devasa fetih kapıları açacak olan bu gelişme, bir paradoks olarak, Osmanlı’nın Yeniçağın ruhuna uygun bir dönüşüm yaşamasını da olanaksızlaştıracaktır. Oysa tersi olsaydı, Osmanlı sonraki yüz yılında bu denli geniş bir yayılma gösteremeyecek, buna karşılık Yeniçağ’ın kaçırılması durumuna da düşmeyebilecekti. Bütün topraklarının gelirleri sadece İstanbul’a ve onun üretici olmayan bürokrasisinin asalak ihtiyaçlarına akıp tüketilmeyecek, Avrupa’daki gibi her ekonomik bölgede şehirleşmenin, üretim ve ticaret eksenli gelişimi söz konusu olabilecekti. Çıkar çelişkisi içinde olan farklı ekonomik ve siyasal güçlerin, tanımlanmış ve birbirini dengeleyen rekabetinden ekonomik bir dinamizm, bilimsel atılım ve sivil toplum oluşacaktı. Kuşkusuz merkezin kazanması, Anadolu halkı açısından, Avrupa’daki koşullara oranla görece bir ‘adalet’ ortamı oluşturmuştur; ancak elli yıl sonraki ölüm fetvaları ve kitlesel kırımlarda da göreceğimiz gibi, bu da kalıcı olamayacaktı. Bu noktada soruna üretim ilişkilerinin bu coğrafyadaki evrimi açısından yaklaştığımızda, Fatih dönemi kurumlaşmasının, Bizans’ın Osmanlı kılığındaki yükselişi olduğunu görürüz. Yani Bizans’taki çürümenin, Osmanlı kimliği altında onarılmasıyla karşı karşıyayız. Ancak o çağın, o dünyanın koşullarında bu onarımı kalıcı kılmak olanaksızdı. Bizzat despotik kurumlaşmanın kendisi, yeni çürüme öğeleri yaratıyordu (nitekim Kanuni dönemi Bizans çürümesini aşan örneklerle doludur). İşte bu koşullarda kendini dönüştürerek yükselen Avrupa, iç dinamizmi ezilmiş Osmanlı’yı ağına alıp kemirecekti. Sonuç olarak devasa bir siyasal güçlenme sağlayıp dünyayı titreten Osmanlı, “Uygarlık paylaşımında başarısız kalacaktır” (S. Özbaran). TALAN İçeride ve dışarıdaki ötekilere karşı yayılma ve talan ekseninde gerçekleşen bu kurumlaşma, bir başka açıdan da onun handikabı olacaktı. Çünkü sürekli zaferlere bağlı bu hassas bir dengede, talan gelirlerinin artan giderleri karşılayamadığı her durum, ciddi bir enflasyon olarak devleti ve toplumsal düzeni aşındırıyordu. Bu aşınma, artan vergiler, bunu toplamak için uygulanan zulüm ve buna karşı gelişen itirazların tenkili ile güngünden artacaktı. Özetle sorun, talan üzerine kurulu bir devşirme egemenliğin bizzat kendisidir. Nitekim devletin, dış talanın devamı üzerine kurumlaşan ‘adalet çemberi’ ve ‘nizamı alem’i, bu talanı sürdüremediği noktada içerinin talanına yönelerek bizzat kendisi aşındıracaktı. Dolayısıyla Yeniçağın dinamiklerini yakalayamamak bir yana kendi doğasının üretici dinamiklerini bile tahribe yönelen bir akrep refleksiyle karşı karşıyayız. Özetle Osmanlı’nın Avrupa benzeri bir değişimi niye gösteremediği sorununun yanıtı, bütünüyle talan ve şeriatla desteklenen merkezi despotizminde, bir dönem onu Avrupa’ya karşı üstün kılan yapısının kemikleşmesinde yatmaktadır. Bu açıdan Osmanlı devleti, geç bir zamanda da olsa geleneksel yapısını kırma ve dönüştürme becerisini gösteren Rusya ve Japonya’nın iradesini de ne yazık ki gösteremeyecekti. C Gülünç 13 ASIL NEDEN İÇERDE Bu noktada kimi sol çözümlemelerde de yansıyan, “Avrupa Amerika’nın altın ve gümüşünü talan ettiği için kalkındı ve oradan edindiği birikimle bizi geri bıraktırdı” şeklindeki yaklaşımın da, içerdiği kimi doğrulara karşın durumu aydınlatıcı olmadığını belirtmeliyim. Avrupa kalkınması ve dönüşümünü Amerika’nın soyulması ekseninde açıklamak, Avrupa’nın okyanusları aşan, matbaayı bulan, üretim tekniklerini geliştiren önbirikimini anlamamızı olanaksızlaştırır. Dahası bu yaklaşım, önceki dönem boyunca geniş bir talan ve vergi soygunu gerçekleştiren Osmanlı’nın, bu birikimi niye üretim teknolojisinin dönüşümü ve açık denizlere açılıma aktaramadığı sorusunu da yanıtsız bırakır. YANLIŞ REÇETELER 16. yüzyıl ortalarından itibaren Osmanlı, üstelik saldırı kapasitesinin en üst düzeye çıktığı bir zamanda içsel bir çürüme sürecine girerken Avrupa, feodal parçalanmışlığının olanakları üzerinden üretim tekniklerini arttıran bir değişim sürecine giriyordu. Üretim DIŞARDA TALAN İÇERDE Fatih dönemini bu çok önemli noktada irdeleme dışı bırakan bir gelenek, ne yazık ki tarih yazımlarımıza egemen olmuştur. Türkİslamcı tarih yazıcıları, K ülünç.. TürkiyeAB sürecini bugün en iyi anlatan sözcük bu. Türkiye ile müzakerelere başlanırken “ucu açıklık” ifadesiyle ilk adımı atılan, Kıbrıs meselesinin bahane olarak getirilmesine uzanan, müzakere sürecinin sekiz başlıkta askıya alınmasıyla sonuçlanan, Fransa’nın başına geçen azılı bir Türkiye karşıtı cumhurbaşkanı ile tam üyelik hedefinin bütünüyle tehlikeye girdiği, yerlerde sürünen paçavra bir süreç artık bu. ??? Fransa’nın “politik hayvanı” Sarkozy’nin cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi kendi kampanyası için Türkiye’nin AB sürecini kullanması Ankara’da kimilerini rahatsız etti. Ancak AB iyimseri çevreler Sarkozy’nin iş başına gelir gelmez “değişeceği, döneceği, kıvıracağını” düşündü. Sonuç sanıldığı gibi olmadı. Sarkozy cumhurbaşkanı olur olmaz yaptığı açıklamalarda “Türkiye’nin Avrupa’da yeri olmadığı” görüşünü aynı kararlılıkla tekrarladı. Ankara’daki diplomasi bu sefer de Sarkozy’nin tüm AB üyelerinin vermiş olduğu bir sözü değiştiremeyeceğini, AB’nin geri kalanının buna engel olacağını ümit etmeye başladılar. AB Komisyonu Ankara’yı rahatlatan birkaç açıklama yapmış olsa da tek bir üyenin engellemesiyle müzakerelerin her an durabileceği gerçeğinin üstü örtülemedi. Ankara’nın Brüksel yolunda yeni büyük bir düşman daha ortaya çıkmış oldu. ??? Sarkozy Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık verilmesi gerektiğini, kendine göre gerekçelerini tüm dünya kamuoyu önünde sıralayarak defalarca ifade etti. Ankara Sarko’nun bu tutumuna yönelik seçimden sonra “Hemen U dönüşü yapamaz ki” şeklinde umutlu bir bekleyişe dönüştürdü. Sarkozy Brüksel’e geldiğinde önceliğinin Avrupa anayasası olduğunu, Türkiye konusunu bu yılın sonunda yapılacak dorukta gündeme getireceklerinin mesajını verdi. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra Fransa Türkiye’nin müzakerelere hazır olan üç başlığından biri olan ekonomi ve parasal politika başlığının açılmasını engelledi. ??? Sarkozy’nin imtiyazlı ortaklığı G kriz yaratmadan işleme koyma planının altında Türkiye ile müzakereleri kesmeksizin sürecin yönünü tam üyelik hedefinden imtiyazlı ortaklığa doğru çevirmek yatıyor. Bu da aday ülkenin avro bölgesine katılımını öngören ekonomi ve parasal politika başlığında yaptığı gibi, tam üyelik perspektifi taşıyan başlıkların müzakere edilmesini engelleyip imtiyazlı ortaklığa uygun olabilecek başlıklara onay vermekten geçiyor. Sarkozy 26 Haziran’da yapılan Hükümetler Arası Konferans’ta (HAK) işte tam da bu nedenle bir başlığı engelledi. ??? HAK toplantısı sonunda yapılan açıklamalar ise AKPAB ikilisinin zorlama iyimserliğinin açık gösterisi oldu. AB Dönem Başkanı Almanya’nın dışişleri bakanı FrankWalter Steinmeier, iki başlıkta müzakerelere başlanmış olmasının önemine değinerek “Süreç rayında, her şey pürüzsüz devam ediyor” derken, genişleme komiseri Olli Rehn “iki başlığın açılması müzakerelerin sürdüğünün göstergesidir” şeklinde konuştu. Türk tarafı ise siyasi nedenlerle sürecini tıkayan Fransa’ya herhangi bir mesaj vermeyi bile gerekli görmedi. HAK’a katılan baş müzakereci Ali Babacan “Bu başlığın açılmamasına yönelik verilen teknik gerekçeler bizi tatmin etmedi” dedi ve umudunun Portekiz Dönem Başkanlığı’nda olduğunu söyledi. AKP Hükümeti’nin bu cılız açıklamasının ardında iki başlığın açılmasını bile bir kazanç olarak görmesi yatıyordu. Fransa süreci engelleyedursun AB ve AKP müzakerelerin sorunsuz, pürüzsüz, dertsiz, tasasız bir biçimde ilerlediği yönünde mesajlar verdi kamuoyuna. ??? Sarkozy Türkiye’nin müzakere sürecinin yönünü imtiyazlı ortaklığa çevirmek için harekete geçmişken AB sürecine tutunan AKP Hükümeti’nin normal koşullarda gerçekçi, hazırlıklı ve atik olması gerekirdi. Anlaşılan AKP ne Sarkozy’nin tutumuna ne de sürecin dağılıyor olmasına şaşırıyor. Belki de saflık bizde, plan ta başından hesaplandığı gibi tıkır tıkır işliyor. elcpoy?yahoo.fr konuyu fetih, güç, ‘Batıya üstünlük’, vb. üzerinden irdelemekle yetinmişledir. Daha ciddi olanları ise, İstanbul’un fethi üzerinden Osmanlı’nın imparatorluk olarak yeniden düzenlenişini irdelemiş, ancak fetih ve bununla Osmanlı’nın sonraki yüzyıllardaki durgunluğu arasındaki bağı genellikle es geçmişlerdir. Oysa bu sorunu irdelemeyen bir tarih yazımı, tarih bilincimizde ciddi bir kara delik oluşturuyor. Burada Fatih’in şahsiyet analizinden hareketle kuşkusuz bir Rönesans imparatoru ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmeliyim. Bilime verdiği değer, ulemaya teslim olmaması, çok kimlikli bir İstanbul inşasındaki evrensel vizyonu bunu göstermeye yeter. Ancak kurumsallaştırdığı yapı, onun bu vizyonuna sahip olmayan ardıllarının elinde, Ortaçağ değerlerinin Osmanlı’da kemikleşmesini sağlayacaktır. Osmanlı’nın önce dünyanın en hızlı yayılan imparatorluğu haline gelmesi ile ardından içsel çürümeye, giderek gerileme ve bağımlılaşmaya uğraması arasında yapısal bir ilişki bulunmaktadır. Bu neden toplumsal ve ekonomik dinamizmi üreten tüm merkezkaç eğilimleri ezen despotik yapılanmada belirginleşmektedir. Kendisi üretici olmadığı gibi vergiye bağlayıp savaşa sürdüğü halkla da organik bağı olmayan devşirme bürokrasinin, kendi dar çıkarlarıyla özdeşleşen egemenlik aygıtını koruma ve egemenliğini yayma refleksi, Osmanlı’yı, üstelik en güçlü olduğu zamanda çağın dışına atacaktır. tekniklerini ve bununla örtüşmek üzere savaş teknolojisini geliştiren Avrupa, buna bağlı olarak yayılma ve talan kapasitesini güçlendirmeye başlıyordu. Bu değişim hem ekonomik düzlemde Osmanlı’dan Avrupa’ya kaynak akışını hem de 17. yüzyıl sonrası savaşların kaderinde değişim olarak belirginleşecekti. Osmanlı ise, nedenini anlayamadığı bu durumu, kendi geleneksel yapısına daha sıkı sarılarak, astarı yüzünden pahalı hale gelmeye başlayan yeni fetih akınlarıyla göğüslemeye çalışacaktı: ancak bu yönelimler sorunu daha da derinleştirecekti. Esasen içine girilen çağda bir önceki çağın siyasal kurumlarıyla durumu düzeltmek olanaksızdı. Üstelik Ortaçağ’ın yöntemleriyle, geleneği koruyup onararak durumu düzeltme çabasının önceki çağda bile başarı şansı (diğer imparatorlukların tarihinde de gördüğümüz gibi) bir yere kadardı; ki aynı yöntemlerle Yeniçağ’ın dünyasında sorun çözmek tümden olanaksızdı. Bir dünya imparatorluğu olduğu halde dünyadaki değişimi izleyemeyen, fetihlerden fetihlere koşarken üretim yapısını yenileyemeyen, başta üretim güçlerinin temsilcileri olmak üzere farklı dinamik ve şehirleşme potansiyellerini sürekli budayan, teknik olarak kontrol edemediği egemenlik alanını bile genişletmek için seferden sefere koşarken soluğunu tüketen, bu tıkanmayı içerdeki üretim güçlerini ağır vergilerle tahrip ederek öteleyen, asalak ve statik bir yapı ile karşı karşıyayız. Soğukkanlı bir yaklaşımla kabul edilmelidir ki, tüm Ortaçağ rejimleri gibi Osmanlı’nın statik yapısına karşın Avrupa, kendi parçalı sosyo ekonomik yapısının olanaklı kıldığı yaygın şehirleşme, ticari birikim ve bilimsel atılımlardan hareketle dinamik bir yapıya ulaşmıştır. İşte bu temel sayesindedir ki Avrupa, Rönesans’ını gerçekleştirerek sanayileşme ve aydınlanmaya yönelirken, herşeyi ağır bir denetim altında tutan merkezi despotik egemenliği altında Osmanlı Ortaçağ’da donmuştur. Durumu anlayamayan, anlasa da kendi çıkarlarına dokunduğundan değişime karşı çıkan egemen kadroları aracılığıyla Osmanlı, gelecek vizyonu üretmek yerine günü kurtarmaya yönelik çözümlerle yetinmiştir. Ebussuud Efendiler üzerinden halka yönelik ölüm fetvaları ve İslamcı tahkimat örgütlenirken, tıkanmanın nedenini yönetim aygıtındaki yozlaşmada gören Koçi Bey’ler de, geleneksel yapıyı sıvayarak güçlendirme önerileri geliştirecektir. Sonuçta nedenin parçası olan şeriatçı ve devşirme bürokrasi güçlenirken halkın hakları ve üretim kapasitesi gerileyecek, dünya Avrupa’nın egemenliğindeki yüzyıllara geçecektir. Özetle Osmanlı, Avrupa’nın gösterebildiği dinamizmi gösterememiş, o çağın koşullarında bunun gerektirdiği (yaygın şehirleşme, ticaret, bilim, sivil toplum, özgürlük, vb.) ilişkileri engellemiş veya elde edememiştir. Dolayısıyla sömürgecilikten önce sorgulanması gereken Osmanlı’nın bizzat ken Türk doktorun büyük başarısı İstanbul Haber Servisi Türkiye’de ilk kez bir öğretim üyesi hekimin kulak ve kafa tabanı mikro cerrahisi için tasarladığı aletler, uluslararası bir Alman firması tarafından üretilerek hekimin kendi adıyla dünyaya pazarlanacak. İstanbul Üniversitesi (İÜ) Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Tuncay Uluğ’un tasarladığı “Ulug DoubleSided Ear Microsurgery Instruments (Çift Taraflı Kulak Mikrocerrahi Aletleri)”, çift taraflı olması ile ameliyat sırasında hekime büyük kolaylık sağlıyor. İstanbul Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mustafa Keçer, üniversitenin dekanlık binasında Prof. Tuncay Uluğ ile birlikte bir basın toplantısı düzenledi. Keçer, Uluğ’un kendi branşında tasarladığı aletlerin yerli firmaların yanı sıra yabancı firmalar tarafından da üretildiğini belirterek “Bu aletler dünyadaki tüm kulakburunboğaz uzmanlarının hizmetine sunulmuştur. Kendisini tebrik ediyorum” dedi. “Zaruret yaptırır” şeklindeki bir Alman atasözünü anımsatan Keçer, Uluğ’un da bilimsel ve pratik deneyimleri arttıkça, ihtiyacı belirleyip kendi aletlerini tasarladığını ifade ederek Uluğ’un başarısının da yüksek olduğunu sözlerine ekledi. 44 yaşındaki Prof. Dr. Tuncay Uluğ da, aletleri 1999 yılında tasarladığını ifade ederek sözlerini şöyle sürdürdü: “Tasarladığım aletler 2000 yılında lokal bir Türk firması tarafından üretilmeye başladı. Ameliyatlarda kullanılmaya başlayan aletler 2003 yılında bir Türk firması tarafından değiştirildi. İki yıl önce bu Alman ‘Storz’ firması ile irtibata geçtik. İki yıldır yapılan çalışmalar sonucu aletler geliştirildi ve bugünlerde üretime geçildi.” Aletlerin özelliğinin çift taraflı olması nedeniyle ameliyat sırasında hekime kullanım kolaylığı sağlaması olduğunu ifade etti. Dava yeni bir boyut kazandı ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Danıştay ve gazetemize yönelik saldırılar ile İstanbul Ümraniye’de ele geçirilen bombalar arasındaki bağlantıyı araştırma kararı davaya yeni bir boyut kazandırdı. Gazetemizin avukatı Bülent Utku, mart ayında mahkemeye dilekçe vererek soruşturmanın genişletilmesi isteminde bulunmuştu. Danıştay’a düzenlenen saldırıyı gerçekleştiren Alparslan Arslan’ın, gazetemize atılan 3 el bombasını “liderim” dediği Süleyman Esen’den aldığını söylediği anımsatılan dilekçede, şüpheli olarak dosya kapsamına alınan ve hakkında takipsizlik kararı verilen emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin’in de işyerinde bomba ele geçirildiği vurgulandı Utku, Tekin’in işyerinde bulunan bombaların tapalarındaki seri numaralarının, sanıklardan Süleyman Esen’in askerlik yaptığı Foça’daki birliğine ve Şırnak, Bağlıca Sınır Taburu’na ayrı ayrı bildirilerek söz konusu bombaların birlik emrinde zimmetli bombalardan olup olmadığı, bombalarla ilgili kaybolma gibi nedenlerle bir işlem yapılıp yapılmadığının sorulmasına, istem konusu ile ilgili olarak yapılan işlemlere dair evrakların istenmesini talep etmişti. Gazetemize atılan bombaya barut eklendiği anımsatılan dilekçede, “Bu tür bir işlemin bombalar üzerinde hangi amaçlarla yapılmış olacağının, yapılan bu işlemin, daha önce fünyesi çıkarılmış ve sadece tapası ile gövdesi kalmış bir bombaya monte işlemi anlamına gelip gelmediğinin, Makine Kimya Endüstrisi Kurumu Genel Müdürlüğü ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ilgili birimlerinden sorulması” istemi de yer almıştı. Mahkemenin soruşturmanın genişletilmesi kararı vermesinin ardından İstanbul’dan gelecek evraklarda yapılacak incelemede Arslan ile Tekin’in geçmişteki tanışıklıklarından da hareketle, aralarında eylemler açısından bağ olup olmadığı araştırılacak. Tekin ile Arslan’ın birlikte hareket ettiği yönünde bulguya ulaşılması durumunda, daha önce hakkında takipsizlik kararı verilen Tekin de Danıştay’a yönelik saldırı kapsamında yargılanacak. Emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin, Ümraniye’de ele geçirilen bombalarla ilgili olarak halen İstanbul’da tutuklu bulunuyor.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear