25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

4 Türk kökenli lise mezunları ilahiyat eğitimi aldıktan sonra yurttaşı oldukları ülkelere gönderilecek C haberler BİR BAKIMA SERVER TANİLLİ 24 KASIM 2006 CUMA Avrupalı imam adayları Aykut KÜÇÜKKAYA Avrupa ülkeleri ‘‘yurtdışından gelen imamları’’ kabul etmemeye hazırlanırken Diyanet İşleri Başkanlığı, hazırladığı bir projeyi devreye soktu. Diyanet, YÖK’ün onayıyla Avrupa ülkelerinde yaşayan Türk kökenli gençleri seçerek bu öğrencilere Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde dini eğitim verecek. Bu öğrenciler eğitimlerini tamamladıktan sonra ‘‘din görevlisi’’ olarak yurttaşı oldukları ülkelere gönderilecek. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Avrupa ülkelerinden seçtiği 20 öğrenci Ankara’da, ‘‘uluslararası ilahiyat’’ alanında eğitim görmeye geçen ay başladı. 2007’den itibaren ise her yıl 40 öğrenci Diyanet tarafından seçilerek Ankara’ya getirilecek ve Ankara Üniversitesi’nde ‘‘uluslararası ilahiyat’’ eğitimi ala Felsefe Günü’nde Bir Söyleşi... Örneğin kendim, Sefiller’i okumak hummasına tutulmuştum. Yaz tatilinde de Van’a gittiğimde, şansa bakınız, rahmetli babamın orta halli kitaplığında, Sefiller’i buldum, Cami Başkut’un bir çevirisiydi. İki büyük cildi kapıp bahçeye çekildim ve elimden bırakmadan bir haftada okudum. Ama bir hafta da hasta yattım; çünkü, eser beni çarpmış ve değişitirmişti. En büyük etkisi şu idi: Onu okuyuncaya değin, insanlığa basmakalıp olarak bakıyordum; oysa onun içinde “ezenler” ve “ezilenler” vardı; ve gerçekten insan olanlar, ezenlere karşı, ezilenlerin yanında yer almalıydılar. İlerde sosyalizmle karşılaştığımda, ona aşılanmaya hazır buldum kendimi. Beni ilk uyaran da, Halit Avan hoca olmuştur. Ve okuma konusunda, ilk uyarım da, hep şu olmuştur: Sefiller okunmadan hayata bakılamaz!.. ? Ertesi yıl, lisede, Şahap Bey diye bildiğimiz bir felsefe öğretmenimiz oldu. O yıllarda, felsefe, Milli Eğitim’in üstüne titrediği konulardı. Şahap Bey de, Viyana’da doktora yapmış diye bilirdik. Tatlı tatlı anlatırdı ve kendince önem verdiği uyarılarda bulunurdu. Beni de severdi. Bir gün, yeni çıkmış bir kitaptan, önemini bastıra bastıra bahsetmişti. Bu, Voltaire’in Felsefe Sözlüğü idi. O yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayımladığı klasikler arasında çıkmıştı. Hemen almış ve okumaya başlamıştım. Sayfaları çevirdikçe ve konular da değiştikçe, ben de derinden derine etkisine uğruyordum Voltaire’in. Sonunda, kafamı metafizikten kurtardı. Bugün de, gençlere mutlaka tavsiye ettiğim kitaplardan biri, Voltaire’in Felsefe Sözlüğü’dür. Ama günümüzde, bırakınız gençleri, yetişkinler arasında yüzde kaçı bu eseri okumuştur? Şahap Bey Hocamı, her zaman saygılarla anmışımdır; beni gençken Voltaire’le ve bu eseriyle buluşturduğu için... Diyanet’in her yıl seçeceği 40 öğrenci Ankara Üniversitesi’nde ilahiyat eğitimi alacak. Bu öğrencilerin masrafları Diyanet tarafından karşılanacak. cak. ‘Masrafları karşılayacağız’ Cumhuriyet’in konuyla ilgili sorularını yanıtlayan Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan üst düzey yetkili, öğrencilerin masraflarının kurumları tarafından karşılanacağını açıkladı. Diyanet yetkilisi, ‘‘yeni açılımlarını’’ şu sözlerle anlattı: ‘‘Biz dedik ki yeni bir açılım olarak Avrupa ülkelerinden, orada liseyi bitiren Türkiye kökenli gençlerimizi Ankara’ya getirelim. Bununla ilgili projemizi bir sene önce YÖK’e takdim ettik. İlgili birimlerce görüşüldü. Ve bu sene için Ankara İlahiyat’ta böyle bir programın, uluslararası ilahiyat programının uygulanması için 40 kişilik kontenjan ayrıldı. Bu kontenjanın netleşmesinde biraz geç kalındığı için şu anda eğitimöğretime başlamış 20 öğrenciye sahibiz. Başkanlık olarak bundan sonraki senelerde hemen yazışmalarımızı yapacağız. Her yıl 40’ar öğrencinin, yurtdışındaki bu ihtiyaç karşılanana kadar YÖK’ün tahsis ettiği bu kadrolara gelmesini temin edeceğiz.’’ Diyanet yetkilisi, ‘‘Avrupa’da camiler cemaat ve tarikatların hâkimiyetinde. Projenin amaçlarından biri de bu durumu engellemek mi?’’ sorumuza ise şu yanıtı verdi: ‘‘Avrupa’da İslamın gerektiği gibi anlatıldığını veya Türkiye’nin şu anda birikiminin tanıtılabildiğini söylemek mümkün değildir. Türkiye’de yetiştirdiğimiz ya da Avrupa’da destek vererek ın, şu geTÜYAP’ çirdiğimiz 25. yıl Kitap Fuarı’nda, onur yazarlarından, bir saatlerini de “okuma” üstüne ayırarak söyleşi yapmaları isteniyordu. Ben de, lise yıllarıma uzanıp Hugo’nun Sefiller’i ile Voltaire’in Felsefe Sözlüğü’yle tanışmamı anlattım dinleyenlere. Aşağı yukarı altmış yıllık bir öykü. Şimdi, o anlattıklarım Felsefe Günü’ne yakın bir günde, özellikle gençlere sesleniyor... ? 1948 yılında Haydarpaşa Lisesi’ndeydim. Bugün Marmara Üniversitesi’nin eğitim yaptığı ünlü binada Haydarpaşa Lisesi görev yapıyordu o yıllar. İlk derslerin yapıldığı bir haftadaydık. Sınıfımızın mümessili arkadaş, önceden hatırlatmalarda bulundu: Filan saatte, biyoloji dersimize gireceğiz. Hocamız, lisenin ünlü ve mümtaz bir kişiliğidir. Halimize ve tavırlarımıza dikkat edelim, diye... Belirli saatte, o önde biz arkada gittik. Bir büyük laboratuvarın önünde durduk ve içeriye girdik. Dev bir laboratuvarın etkileyici dekorundaydık. Ayrıca, bir masa ve önünde sandalyeler. Masanın gerisinde ayakta öğretmenimiz; giyinişi ve tuvaleti özenli, karşısındakilere saygı telkin eden vakarlı bir kişilik. Ve, “Buyurunuz, oturunuz” dedi. Oturduk, o da, kendisini tanıttı: “Ben, biyoloji öğretmeniniz Halit Avan”. Ve ekledi: “Avanzade Mehmet Süleyman Bey’in oğluyum. Babam, Hugo’nun ünlü eseri Sefiller’in ikinci veya üçüncü! mütercimidir.” Hemen ardından şu soruyu yöneltti öğrencilere: “Aranızdan kaç kişi bu eseri okumuştur:” Kimseden yanıt yoktu. Hoca, şunu söyledi: “Arkadaşlar, Sefiller’i okumadan hayata bakamazsınız!” Dedi ve dersinin ilk konusuna girdi. Ama, asıl dersi, ilk söylediğindeydi. Herkes de, kendi ölçüsünde de olsa, büyük bir şey anladı. oluşturduğumuz bölümlerde yetişecek din görevlilerinin, sağlıklı bir bilgi, doğru bir sunumla, doğru bir ortaya çıkışla bu imajların, olumsuz imajların giderilmesine güzel örnek olacağını düşünüyorum. Ve gerçek dini yetkinin, otoritenin nerede görülmesine dair bu oluşumların gerilemesine katkı sağlayacağından şüphe yoktur...’’ Diyanet yetkilisi, ‘‘yurtdışındaki öğrenciler nasıl seçiliyor’’ sorumuzu ise şöyle yanıtladı: ‘‘Öğrencilerde aranan nitelikler bize YÖK tarafından bildiriliyor. Genel duyurumun ardından müracaatlar gelecek. Şartlara uygun olanları listeleyeceğiz. Kontenjana göre seçeceğiz. Ve ne kadarını biz maddi olarak burada barındırabiliriz, bu da önemli. İlk 20 öğrenciyi de böyle seçtik. Bir kontenjan sıralaması yaptık. Ve o çerçevede biz bu öğrencileri seçtik’’ diye konuştu. Danimarka’dan diyanete veto Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan üst düzey bir yetkili, Danimarka’nın diplomatik zorluk çıkardığını belirterek “2 senedir din görevlisi gönderemiyoruz” dedi. Özellikle 11 Eylül’den sonra AB ülkelerinde din görevlilerine sınırlama getirilmesi yönünde adımlar atıldı. evlet Bakanı ve AB Başmüzakerecisi Ali Babacan’ı havalimanında aramaya kalkan Danimarka’nın, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu ülkeye göndermek istediği din görevlilerine vize vermediği ortaya çıktı. Danimarka’nın getirdiği vize sınırlamasını gazetemize doğrulayan Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan üst düzey yetkili, durumu ‘‘diplomatik zorluk’’ olarak tanımladı. Üst düzey yetkili, ‘‘Bu gibi zorluklar karşımıza çıkıyor. Danimarka’ya Diyanet olarak iki senedir din görevlisi gönderemiyoruz. Bu görevliler için vize alamıyoruz’’ dedi. Diyanet İşleri Başkanlığı yurtdışına din görevlisi gönderme konusunda yaşadığı sıkıntıları aşmak için başta Almanya olmak üzere Fransa, Belçika, Hollanda gibi AB ülkeleriyle ikili görüşmeleri sürdürüyor. 11 Eylül’ün ardından Avrupa kamuoyunda ‘‘İslami terör’’ tanımının yerleşmesi, köktendinci örgütlerin İngiltere ve İspanya’daki terör saldırıları, cami ile mescitlerden farklı seslerin yükselmesi bu ülkeleri harekete geçirdi. Önümüzdeki süreçte çok sayıda D Avrupa ülkesi ‘‘yurtdışından din görevlisi kabul etmemeye’’ ya da din görevlilerine ‘‘sınırlama’’ getirmeye hazırlanıyor. Bu gelişme, Avrupa’da 5 milyona yakın nüfusuyla en kabalalık Müslüman topluluğu oluşturan Türklere dini hizmet götüren Diyanet İşleri Başkanlığı’na yani Ankara’ya da yansımaya başladı. Bakan Babacan’ın üstünü aramaya kalkan Danimarka, bir süredir Diyanet’in bu ülkeye göndermek istediği din görevlilerine vize vermiyor. ‘DİPLOMATİK ZORLUKLAR’ Konuyu görüştüğümüz üst düzey Diyanet yetkilisi gazetemize şunları söyledi: ‘‘Hollanda diyor ki biz 2008’den sonra yurtdışından din görevlisi almayacağız. Danimarka’ya iki senedir din görevlisi gönderemedik, vize alamadığımız için. Bu gibi zorluklar karşımıza çıkıyor. Bunlar diplomatik zorluklar.’’ Almanya’da ‘‘din görevlisi, görev yapacağı ülkenin eğitim kurumlarında yetişsin’’ tezinin ortaya atılmasının ardından Diyanet, Berlin’le ortak proje üreterek sıkıntıyı aşmaya çalışıyor. Diyanet yetkilisi bu konuyla ilgili olarak ise şöyle konuştu: ‘‘Biz, ‘Bu ülkelerde acaba İslam ilahiyatı alanında uzman yetiştirebilir miyiz? Bu çalışmalara katkı verebilir miyiz?’ diye düşündük. Ve Frankfurt Üniversitesi’nde İslam Din Bölümü’nün oluşmasına proje desteği sağladık. İki senedir bu proje devam ediyor. Proje bu herkese açık bir program tabii ki Frankfurt Goethe Üniversitesi bünyesinde. Burada İslam ilahiyatı bölümü var şu anda. Türkçeye tercüme edersek, İslam Din Bilimleri dediğimiz bir bölüm... Bununla ilgili birtakım çalışmalarımız diğer Avrupa ülkeleriyle de sürüyor. Hatta bu çalışmalarda bu ülkelerin kendi eğitim, yükseköğretim sistemleri içerisinde oluşturulacak İslam ilahiyatına ‘Türkiye ne destek verebilir’ bununla ilgili görüşmelerimiz sürüyor. Fransa, Belçika, Hollanda gibi gerek bu ülkelerden ilgili temsilciler gerekse büyükelçilikleri bu konuyla ilgili Diyanet’i ve ilgili kurumlarımızı ziyaret ettiler.’’ Başmüfettiş intihar etti ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Ankara Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere bazı kurumlardan borcunu tahsil edemediği için finansal krize girdiği belirtilen BOTAŞ’ta Genel Müdürlük Başmüfettişi olarak görev yapan Metin Özbalcı, tabancayla intihar etti. Özbalcı’nın intihar etmeden önce bir mektup yazdığı belirtilirken, yakınlarını arayarak çocuğunu onlara emanet ettiğini söylediği öğrenildi. Özbalcı’nın bıraktığı mektupta “zor bir karar verdiği, ailesini üzdüğü için özür dilediği ve kendisini affetmelerini istediği” belirtildi. Bilkent’teki BOTAŞ Genel Müdürlüğü’nde mesai bitiminde bürosunda tabancayla intihar eden Metin Özbalcı’nın odasına ilk olarak çalışma arkadaşları girdi. Özbalcı’nın yanında kendi el yazısıyla yazdığı intihar mektubu bulunurken, BOTAŞ Genel Müdürlüğü’nün yetkilileri de hemen jandarmaya haber verdi. Jandarma olay yeri inceleme ekipleri, Özbalcı’nın odasında inceleme yaptı. Cumhuriyet savcılığı da konuya ilişkin soruşturma başlattı. NTİHAR NEDENI KİŞİSEL OLABİLİR’ Özbalcı’nın aynı zamanda Teftiş Kurulu Başkanvekili olduğu öğrenilirken, intihar etmesinin nedeninin ise ‘‘kişisel’’ olduğu ileri sürüldü. BOTAŞ Genel Müdür Vekili Saltuk Düzyol, Özbalcı’nın mesai saati sonuna doğru odasında ölü bulunduğunu ve tabancayla intihar ettiğini kaydetti. Düzyol, çalışanlar tarafından silah sesinin duyulmadığını ifade etti. Özbalcı için ‘‘Sevilen bir arkadaşımız ‘İ Metin Özbalcı dı’’ diyen Düzyol, intihar etmeden önce masanın üzerine bir not bıraktığını, ancak içeriğini bilmediğini anlattı. Düzyol, Özbalcı’nın evli ve bir çocuk babası olduğunu söyledi. Finansman sıkıntısı çekildiğini bildiren BOTAŞ yetkilileri, kamunun, kuruma olan borcunu ödemediğini ve bu nedenle BOTAŞ’ın faizle para aldığını açıklamış, doğalgaza zam yapılmaması durumunda BOTAŞ’ın iflas edeceği uyarısını yapmıştı. Doğalgaza yüzde 5.8 oranında yapılan zammın ardından kamuoyunda tartışılmaya başlanan BOTAŞ’ın kamudan toplam 9 milyar YTL tutarında alacağı bulunuyor. Alacaklıların başında ise Melih Gökçek yönetimindeki Ankara Anakent Belediyesi’ne bağlı EGO geliyor. EGO’nun BOTAŞ’a olan borcunun 1 milyar YTL’ye yaklaştığı tahmin ediliyor. Avukat Behiç Aşçı ölüm orucunun 234. gününde Pekin 1975’i 1976’ya bağlayan yılbaşını Guangdong eyaletinde karşılamıştım. Akşam lezzetli bir yemeğin ardından, beğenip beğenmediğimi sormuşlardı, ben de “çok lezzetli bulduğumu” söylemiştim. Sabah kalktığımda yediğim etin köpek eti olduğunu söylediklerinde çok şaşırmıştım. Bir başka kentte ise yılan çorbası içtiğimi, yine ertesi gün söylemişlerdi. İki ay kadar önce Çin Komünist Partisi’nden bir heyet İstanbul’a gelmişti. Bir akşam Bahçeşehir Üniversitesi Yönetim Kurulu Başkanı Enver Yücel, bir grup gazeteciyi Çin Komünist Partisi heyetiyle buluşturmak amacıyla yemek daveti verdi. Gelen Çinli heyetin başkanı Çin Komünist Partisi Siyasi Büro üyesiydi. Yanına gidip hangi eyaletten olduğunu sordum. Guangdong eyaleti parti sekreteri olduğunu söyledi. 30 yıl sonra da olsa yediğim köpek etinin hesabını sorabilirdim. Üstelik o eyaletin en yüksek düzey parti yetkilisini bulmuştum. “Bana köpek eti yerdirmiştiniz” dedim. Güldü. Daha sonra Guangdongluların farklı hayvanları yedikleri için (örneğin akrep de yiyorlarmış) Çin’in diğer bölgelerinde de garip karşılandıklarını öğrenecektim. ??? 30 yıl önce ve 30 yıl sonra Çin arasında ne gibi farklar görecektim? 30 yıl önce gittiğim ve bir ay dolaştığım Çin’de Batılıların Maoizm adını verdikleri bir ko SIFIR NOKTASI ORAL ÇALIŞLAR münist rejim vardı. Bizim için ise bütün ideallerimizin yoğunlaştığı yerdi Çin. Çin’e nasıl gittiğimi, o gün hangi ruh hali içinde olduğumu sizlerle ilk kez paylaşacağım. Çünkü, komünist olmanın, “Maocu” olmanın bedelini fazlasıyla ödedim. Türkiye, Sovyetler’in hemen yanı başındaki ülke olarak Batı’nın ileri karakolu görevini yerine getirdi. Bu nedenle “komünizm hayaleti” bizim kuşağın başında dolaştı. Bizim kuşak, ABD’ye karşı isyan etmenin bedelini ödedi. ??? Aradan 30 yıl geçti. Türkiye artık antikomünist korkulardan kurtuldu(!). Çünkü Sovyetler yok artık. Acaba Çin ne durumdaydı? İdeallerimizi süsleyen sistem ne hale gelmişti? Mao Zedung’un ölümünden sonra, iç kargaşalara yuvarlanan, iktidar kavgaları içinde kendisine yol arayan Çin, nereden nereye gelmişti? 30 yıl önce geldiğim Çin’de ünlü Kültür Devrimi’nin mirası bütünüyle ülkeye egemen durumdaydı. Çin’in kurucularından ve ikinci adam sayılan Başbakan Çu En Lay kanser hastalığıyla boğuşuyordu, 30 Yıl Sonra Çin’de Mao ise Parkinson hastalığı nedeniyle artık pek ortalıkta gözükmüyordu. Ama “Marksizm, Leninizm, Mao Zedung Düşüncesi” Çin’de egemenliğini bütün haşmetiyle sürdürüyordu. Her yerde kızıl bayraklar dalgalanıyordu. Her taraf komünist sloganlarla doluydu. ??? Aynı dönemde Çin’le Sovyetler Birliği yönetimi arasındaki çatışmalar en yüksek noktasına ulaşmıştı. Çin yönetimi ve Çin Komünist Partisi, Sovyet rejiminin çizgisini, “dünyanın en tehlikeli emperyalizmi olarak görüyor ve bu çizgiyi sosyal emperyalizm” olarak değerlendiriyordu. Tabii dünyanın dört bir yanındaki Maocu partiler de aynı çizgiyi izliyorlardı. “Üç Dünya Teorisi” o günlerin Maoculuğunun en temel siyasi prensiplerinin özeti gibiydi. Üç Dünya Teorisi’ne göre, dünya ülkeleri üç ayrılıyordu. Üçüncü dünya, ezilen yoksul dünyayı anlatıyordu. AsyaAfrika ülkelerinin tamamına yakını üçüncü dünya ülkelerini oluşturuyorlardı. İkinci dünya Avrupa, Japonya gibi süper devletler dışında kalan kapitalist ülkeler den meydana geliyordu. Birinci dünya ise iki süper devletten oluşuyordu. Bu iki süper devlet ise ABD emperyalizmi ve Sovyet sosyal emperyalizmiydi. İki süper devlet arasında dünya hegemonyası için kıyasıya bir rekabet vardı. Bu rekabet kaçınılmaz olarak bir dünya savaşına yol açacaktı. İki süper devlet arasında ise daha tehlikeli olan, daha genç emperyalist olan Sovyetler Birliği’ydi. Savaşın esas kışkırtıcısı onlardı. Bu nedenle Sovyet sosyal emperyalistlerini tecrit etmek gerekiyordu. ABD emperyalizmine bile daha ılımlı yaklaşmak mümkündü. Bu teori “Başkan Mao” tarafından ortaya atıldığında, dünyadaki bütün Maocu hareketler birbirine girdi. Enver Hoca önderliğindeki Arnavutluk Emek Partisi o güne kadar beraber hareket ettiği Çin Komünist Partisi’yle bağlarını kopardı. ??? 30 yıl sonra farklı duygular içinde ve farklı bir dünyada yaşarken yeniden Pekin’deyim… Sizlerle bundan sonraki günlerde burada gördüklerimi ve kendi iç dünyamı paylaşacağım…Tabii 30 yıl öncesiyle karşılaştırarak… Mumyalanmış görüntüsünün önünden 30 yıl sonra saygı duruşu yaparak geçtiğim “Başkan Mao”yla olan bağlarımı da… oralcalislar?cumhuriyet.com.tr İstanbul Haber Servisi F tipi cezaevlerinde uygulanan tecridin kaldırılması için ölüm orucunda 234. gününe giren İstanbul Barosu avukatlarından Behiç Aşçı’yı ziyaret eden, aralarında İstanbul Tabip, Eczacı, Diş Hekimleri, Veteriner Odası, TMMOB İl Koordinasyon Kurulu’nun bulunduğu meslek örgütleri, tecridin kaldırılmasını ve Aşçı ile çözüm için diyalog kanallarının açılmasını istedi. Aşçı’yı evinde ziyaret eden oda temsilcileri, tecridin “insanlık ayıbı” olduğunu dile getirerek daha fazla ölümlerin ve sakatlıkların yaşanmaması için hükümete, Sağlık Bakanlığı’na ve Adalet Bakanlığı’na harekete geçmeleri çağrısında bulundu. İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Hüseyin Demirdizen, 2000 yılından bu yana F tipi cezaevlerinde tecridin kaldırılması için eyleme giren 122 kişinin öldüğünü, 600 kişide de kalıcı sakatlık meydana geldiğini anımsatarak “Cezaevlerindeki kişilerin insan onuruna yakışır bir şekilde cezalarını çekmelerinin mümkün olduğuna inanıyoruz” dedi.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear