28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

4 10 MART 2019 Kadın erkek eşitsizliği spor ödüllerinde de sürüyor Sporda ödül savaşları H ayatın neredeyse her alanında yaşanan kadınerkek eşitsizliği tartışması spor dünyasında yeniden alevlendi. Avusturya’da, geçen hafta Seefeld in Tirol’de düzenlenen kayakla atlama dünya şampiyonasında “ödül eşitsizliği”ni kadın sporcular gündeme getirdi. Ordu mensubu Alman kayakçı Juliane Seyfarth, turnuva ödüllerindeki adaletsizliğe dikkat çekerken “aynı seyirci kitlesi önünde yarışıyoruz” tepkisini dile getirdi. Babası ve dedesi kayakla atlamacı, annesi de eski atlet olan Juliane, “Erkeklerin bizden 3.5 kat fazla kazanmalarının bir açıklaması yok. Sanırım şaka olmalı” dedi. Almanya Olimpiyat Komitesi Başkanı Alfons Hörmann Juliane’ye destek verdi: “Eşitliğini sağlamak için kadın sporcuların başarısını sürdürmeleri gerekiyor. Onların yanındayım.” 7 kat fazla kazanç Kadın sporcuları kızdıran, Uluslararası Kayak Federasyonu’nun (FIS) ödül dağılı mı erkek kayakçılar tarafından destek Novak Djokovic’ten gel normal olarak karşılanıyor an di. Sırp yıldız “eşit para ödülü ko cak rakamlardaki uçurum dik nusunda Kadınlar Tenis Birliği’nin kat çekici. Kayakla atlama dün (WTA) ne kadar uğraştığını biliyo ya şampiyonasında tek erkek rum. Hakları için mücadele ettikle ler birincisi 25 bin Avro’luk ri ve kazandıkları için de onları al ödülün sahibi oluyor. Kadınlar kışlıyorum. Profesyonel Erkek Te da ise şampiyon sporcu sade nisçiler Birliği de (ATP) daha çok ce 7 bin Avro kazanıyor. Takım çaba harcamalı. İstatistikler, er ödüllerinde de aslan payı erkek Sami Gürel kekler maçlarının fazla izlendiği kayakçıların. Şampiyon takım ni gösteriyor. Daha fazla para ödü 31 bin Avro alıyor. Kadınlarsa lü almamız gerektiğini düşünüyo 4 bin 400 Avro’yu bölüşmek zorunda. rum” diyerek safını belli etti. Yakın zamanda Grand Slam’lerde, ödüllerin eşit olarak dağıtılma kararı sonrasında bu kez erkek raketler isyan bay ‘Göğüslerim var diye..’ Tartışmanın boyutunu değiştiren Sere rağını çekmişti. Eski tenis yıldızlarından Raymond Moore’un, “Bir kez daha dün na Williams ise “Kadın tenisi daha dehşet verici ve heybetli. Biz kadınlar, er yaya gelsem kadın tenisçi olmak isterdim. Onların yerinde olsam her gece dizlerimin üstüne çöker, Federer ve Nadal’ı yarattı keklerle eşit para ödülü almak için yıllarca mücadele verdik. Haklarımızı önce ABD Açık ve Avustralya Açık tenis ğı için Tanrı’ya şükrederdim. Çünkü teni turnuvalarında kabul ettirdik. Benim gösi erkekler taşıyor” ifadeleri büyük tepki ğüslerim var diye onlardan az para ala toplamıştı. 72 yaşındaki tenisçinin “kartopu etkisi” yaratan açıklamaları kortta cak değilim” dedi. “Ödül adaletsizliği” polemiği spor dünyasında kadınlarla er kadınerkek savaşının fitilini de ateşledi. kekleri önümüzdeki günlerde de sık sık Güney Afrikalı eski tenisçiye o dönem ilk karşı karşıya getireceğe benziyor. ‘Hangi hayat romandır hangisi değildir?’ 1 Yıllar önce “Yazarlık Atölyesi” yapmıştık İnci Aral ile birlikte. “İnsan neden yazmak ister” sorusuna yanıt bulmaya çalışmıştım. “Neden okumak istemez de, yazmak ister” diye sormak daha doğru. Özellikle beyaz yakalı yaşam sürenler, gün geliyor derin boşluk içinde buluyor kendini. Yıllarca emek verdikleri mesleklerinde “fazlalık” sayılmak, keskin çaresizlik duygusuna dönüyor. Gece gündüz alın teri akıttıkları işleriyle aralarına aşılması güç bir mesafe giriyor. O güne dek olmayan bir soru düşüyor akıllarına: “Bundan sonra ne olacak, yaşamın anlamı ne?” İlk bakışta gülünç geliyor bu durum. Ancak işi dışında başka herhangi bir konuya yoğunlaşmamış, “uzmanlık” çağının tüm yıkımını üzerinde yaşayan biri için ürkütücü tablo. Aklıma Richard Sennett’in “Karakter Aşınması” kitabı geldi. Önemli ve değerli olmaktan, hızla sıradanlığa doğru akan kaymak, kişiliği zedeliyor! Bir sabah kalktığında gidecek işinin olmaması, zamanını nasıl geçireceğini bilememek, emekliliğe alışamamak… Ev içinde oradan oraya salınarak, tuhaf devinimlerle, yalpalayarak dolaşmak… Bir gün öncesine dek randevu almak için kuyruğa giren kimselerin, artık telefona bile çıkmaması… Herkes kendi yaşamını roman sanıyor. Da “roman” o sanıya karşı, onu da içine alan bir tür değil mi? Herkes yazar olmalı mı? 2 “Yazarlık Atölyesi” katılımcıları farklı disiplinlerde/yaş gruplarında, ağırlıklı kadınlardan oluşuyordu. Son dönem uydurulan “yaşam bo yu eğitim” türü kavramlar, insanları kalıcı eksiklik hissine taşıyor. (İyi okur, yaşam boyu kendini eğitmesi gerektiğini bilir, doygunluk hissetmez. Her kitabın, bir başkasına yol açtığını, aksi halde, o kâğıt tomarının kitap sayıl mayacağını bilir. Neoliberal paketleme, o yaldızlı kap, her şeyi ve belki herke si alınırsatılır kılmaya çalışıyor. Edebi yattan öte ne var ki?) Elbette yazmak isteyen insana des tek olmak gerekir. Ancak herhangi öl çüsü olmayan biri için, uçsuz bucaksız boşlukta yön bulmak kolay değildir. Ki mileri “iyi okurluk” pazarlaması da ya pıyor, elbette okurun tercihleri sağlık lı yapması önemli, ancak bunun tarifini nesnel koymamak, kibirli tavır gibi gelir bana. Üstelik “yazma hakkı bende, sen sadece oku” demek, bir tür iktidar tavrı dır, tepeden bakan, yıkıcı. İyi de herkes yazar olabilir mi? Olmalı mı? Sihirli formül yok 3 H ayatını “roman sayan” kimseye, gel yaz, deyince tek paragraf kalem oynatamadığını görmek şaşırtıcı değildir. İlkin, her yaşamın yazmaya değer olmadı ğını bilmek gerekir. Karmakarışık, girişi çıkışı bol, nefes kesen maceraları olan yaşantıların “roman” için uygun olduğu sanısı derin yanılgı kuşkusuz. Nedense “roman” üstüne düşünmeden, bu türü zevkle okuyan kimse, eline kalemi alınca, kolayca öykü kuracağı yanılgısına düşer. Akla gelen olayları, fikirleri ardı ardına getirmek, eğer “roman” için yeterli olsaydı, kuşkusuz herkesin yaşamı kayıt altına alınmaya değerdi. “Duygu boşalımı” ile sanatsal yaratı arsındaki farkı bulmak için bu türden atölyelerin faydası var. Yoksa kimsenin diğerine verecek sihirli formülü yok. Sıkça kullanılan “yaratıcı yazarlık” kavramının “kötü” çeviri olduğunu bilerek, belki yerine “kurmaca yazın” demek daha doğru olur. Gazeteci, akademisyen de yazıyor; edebiyatçının farkını bilmeden, hele de iş kitabı, kişisel gelişim sefaletine uzanan o geniş yelpazeyi “yazarlığa” dahil edersek, ki ediliyor, içinden çıkılmaz bir yola girer kişi! Bu yanılgıyı düzeltmek mümkün mü? Edebiyata yolu düşmemiş biri, eğer “Ben iyi bir okurum” diyorsa, “Sen bugüne dek hiç okumamışsın” demek hakkımız değil mi? KİTAP ÖNERMEK YERİNE... 4 F ethi Naci’nin “Türk Romanında Ölçüt Sorunu” kitabını ansıdım. Salt roman için değil, hemen her alanda ölçüsüzlük almış başını gidiyor. Ahmet Oktay’ın “Romanımıza Ne Oldu?”yu da eklemek gerek. Okumak, yazmak, kitaplar üstüne düşünmek/yazmak hoşuma gider. Her yazarın bu türden gereksinim duyduğunu erken yaşta fark ettiydim; bundandır, günce, anı, kimi denemelere düşkünlüğüm. Birinci elden tanıklıklar ayrıca leziz okuma sağlar. Alberto Manguel kitaplarını sevmem bundan. En son “Okumanın Tarihi” bitmesin istedim. “Geceleyin Kütüphane”nin izleği tam da aradığım türdendi. “Kütüphane” başlı başına yazı konusu! Dönüp baktım da, ben de yazarlık/okurluk üstüne dört beş cilt yazmışım. Bazısı “Nasıl Yazar Olunur?”daki ironimi anlamamıştı mesela, yanına “Edebiyat Ölmelidir”i ekleyince savaş açmaya kalkanlar oldu. (Remzi’den çıktıydı bu kitaplar, acaba kolayca bulunuyor bu hâlâ? Ardından “Yazmak Güzel Şey Be Kardeşim” geldi. Birine kitap önermek yerine, okurluk serüvenini paylaşmak daha doğrudur. Üstelik “Bu hafta ne okumalısınız?”, “Ölmeden önce okunması gereken kitaplar” gibi tuhaf uygulamaların hayli alan işgal ettiği şu dönemde, “neyi”, “hangi gerekçe” ile Biri: “Montaigne denemeleri için kişisel gelişim kitapları diyebilir miyiz” diye sordu. İlkin “saçmalama” demek geliyor insanın içinden... okuduğunu tartışmak önemli gelir bana. Bir ara sosyal medyada “kitap tavsiyesi yanlıştır” demiştim, kıyamet kopmuştu. Öneren kim? Niçin ona güvenmeliyim? Her yanda ölçüt sorunu… Üstelik kendi dilinde tek roman okumadan okur olduğunu sananlar arasındayız… dÜNYANIN FİŞİ ÇEKİLİRSE 5 U mberto Eco ve JC. Carrier’nin “Kitaplardan Kurtulacağınızı Sanmayın” ortak yazdıkları şahane yapıtın adı. Günün birinde kitapların yok olacağı kaygısı, saplantılı kitap tutkunlarının uykusunu kaçırır. Kitap bunu tartışıyor. Elektronik dünya bizi burada da yutacak mı? Tartışma dünyada keskin biçimde sürüyor. Baskının kolaycılığı, dağıtımın hızlanması nesne olarak kitabın önemini arttırdı mı, azalttı mı? Birbirinin benzeri, içinde herhangi “biricik” özellik taşımayan kitabı kutsal saymak da neyin nesi? Alışkanlığa tutsak olmak mı, tutucu bir tavır mı? İyi sorular… Eco, teknolojiye güvenmediğinin altını çiziyor. Günün birinde dünyanın fişi çekilirse, yeniden kitaplara dönmek zorunda kalacağımızı söylüyor. Haklı mı? Ben öyle olsun istiyorum doğrusu. Kısıtlı ömrümde kitapların tükenmeyeceği kesin en azından, ya sonrası? Okurlar da yazarlar gibi geleceğe kalmak ister mi? Öyle demek… mONTAIGNE’NİN FAYDASI 6 Bu hafta yeni bir atölye çalışmasına başladık. “yazarlık/ okurluk üstüne birlikte düşünme” gibi isim koydum. İlgi görmesi şaşırtıcı… “Neden buradasınız” sorusuna türlü yanıtlar geldi. Salt iyi okur olmak ya da doğru kararlar vererek seçim yapmak için gelenler çoğunluktaydı. Yazmanın, okumanın doğal sonucu olduğunu söyledim. En azından “günce” tutmak kişiye iyi gelecektir. Sonuç? İlk gün söz ettiğim yazarların neredeyse tümünü ilk kez işiten veya hiç okumamış insanlarla karşılaştığımı gördüm. Biri: “Montaigne denemeleri için kişisel gelişim kitapları diyebilir miyiz” diye sordu. İlkin “saçmalama” demek geliyor insanın içinden; oysa haklı soru, üstelik iyi saptama. “Deneme”ler, hele Montaigne insanın tüm gereksinimini karşılayacak zenginlikte değil mi? Şimdi elimizde dört cilt tüm denemeleri var Montaigne’nin, her gün en az bir tanesi okunmalı, bünyeye sayısız faydası var! OKURLUĞUMU BORÇLUYUM... 7 Sıkça seyahat ediyor olmak yeni beceriler elde etmemi sağladı. Kuramsal olarak iyi ışık, sessizlik, kitabın dışında hiçbir uyarıcının olmadığı ortamın iyi okuma olanağı sağladığına inanıyorum. Oysa üniversite yolunda, tıka basa dolu otobüslere borçluyum okurluğumu. Tavsiye verirken kendiyle çelişir insan… Yazmak için uygun koşul nedir? Bu satırları sabah 6.40’da havaalanında başlayarak, ardından uçakta devam ederek tamamlıyorum. Çocuk ağlamaları arasında… Gamze Akdemir gamze.akdemir@cumhuriyet.com.tr Bilip Bilmediklerimiz Henrik Ibsen James Joyce u Joyce’un Ibsen takıntısı… İrlandalı yazar James Joyce, Norveçli oyun yazarı ve şair Henrik Ibsen’in yapıtlarına takıntı derecesinde düşkündü. Joyce sırf bu nedenle, Ibsen’in yapıtlarını orijinal dilinden okuyabilmek için Dublin Üniversitesi’nde Norveççe öğrenmişti. u Shakespeare’den vecizeler!: Bu vecizeleri ilk kez William Shakespeare’in türettiğini biliyor muydunuz? “Tak tak! Kim o?”, “Eh işte” , “Oyun bitti” , “Tam daire” “Ha gayret!” “Buhar olup uçmak” , “Maskara olmak”, “Olan oldu bir kere” , “Yatakta gözümü bile kırpmadım” , “Çıplak gerçek”, “Aşkın gözü kördür.” Uzmanlara göre Shakespeare, 1700’den fazla ifade ve deyimin yaratıcısı. u Chaplin’in yarışma öfkesi! Chaplin, ‘Charlie Chaplin’ Benzerleri yarışmasına sessiz sedasız kendisi de katıldı ve üçüncü oldu. Rivayet odur ki çok sinirlendi ve orayı terk etti. Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi'ne ifade vermeye çağrıldığında, Serseri filmindeki kostümüyle gelip, komisyonla alay etmek tehdidini savurunca konu kapandı. “Artık Amerika’yla işim olmaz. İsa başkan olsa bile geri dönmem oraya” sözü sloganlaştı. u Kızılderili bir ABD Başkanı! Amerika Birleşik Devletleri’nin otuzuncu Başkanı Calvin Coolidge 1927’de. Lakota yerlilerince düzenlenen geleneksel bir törenle evlat edinildi. Bu törenle Sioux ulusuna kabul edilen ve kendisine hediye edilen Sioux başlığıyla poz veren Coolidge, başkanlığı süresince Kızılderililerin hakları konusunda Senato’da mücadele verdi. Coolidge’in çabaları ne yazık ki bir sonuç vermedi. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear