24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

8 10 KASIM 2019 İğneada’daki Longoz ormanlarının tam zamanı Alice’in harikalar diyarı Nasıl gidilir, nerede kalınır, ne yenir? Kırklareli’nde olan İğneada’ya turla gitmiyorsanız kendi aracınızla gideceksiniz. Biraz yorucu olmakla birlikte günübirlik turlar var; önerim bir gece kalmak. Civarda pek çok pansiyon ve küçük otel bulunuyor. Gece, İğneada sahilinde balık, gündüz köylerde önceden sipariş vererek oğlak kebabı ve Boşnak yemekleri yemek mümkün. Kahvaltıda İstanbul’u aşmışlar. Limanköy’de Lezzet Limanı, Uğur’un Yeri, yol üstünde. İ stanbul’dan sadece 180 km. uzaklıkta, İğneada Demirciköy’de bir doğa harikası var: Karadeniz kıyılarına ulaşmak isteyen derelerin ormanı geçip sahile geldiği noktada önüne çıkan kumul tümsekleri ormanda lagün gölleri ve küçük bataklıklara neden oluyor. Böylece orman, çeşit çeşit mantar, kuş, domuz, vahşi kedi gibi kendi yaşam alanlarını oluşturdukları bir masal diyarına dönüşüyor. Ekosistem içinde yaşanan ve ormanı fil geçmiş savana dönüştüren gerçek ise sarmaşıklar. Ağacı çepeçevre saran ve neredeyse ağaç kalınlığına ulaşan sarmaşıklar, bir süre sonra ağacı çürütüp deviriyor. sarmaşıklar arasında Ağaçkakanların da yaptığı tahribatla birleşince ağaç un ufak olup toprağa karışıyor. Ama durun, üzülmeyin: Gübre oluyor! Ve bu toprağa karışan ağaçtan başka ağaçlar çıkıyor, orman yenileniyor. Orman içinde yürümek istiyorsanız rehber almanız şart. Yoksa pek de sevimli olmayan vahşi kedilere rastlayabilir, yolunuzu kaybedebilir, gördüğünüz mantarları zararsız zannedebilir, en kötüsü onun çektiği şahane pozları kaçırırsınız! Yürüyüşümüz 4 saate yakın sürüyor. Ama gözünüz korkmasın, tırmanma, inme içeren tempolu bir yürüyüş değil, Alice Harikalar Diyarında yürüyüşü. Ağaçlardan sarkan sarmaşıklara asılıp sallanma hayalleri, gördüğümüz her ağacın adını öğren meye kalkma ya da her mantarın fotoğrafını çekme seanslarını sayarsak aslında süre yarıya düşebilir. Zaten burada beş ayrı göl var: Istranca (Yıldız ) Dağları’ndan akan derelere göre en kuzeyde Erikli, en güneyde Mert Gölü ve aralarda Saha, Hamam ve Pedina gölleri. Biz bunlardan Hamam Gölü’nü rehberimizle, Mert Gölü’nü ise ertesi gün kendi başımıza ama anayoldan ayrılmayarak gezdik. Ormanda yürüyüşün en güzel mevsimi bence sonbahar: Her yer renk cümbüşü, ressam paletini almış da boyamış gibi. Hava ne sıcak, ne soğuk. Dökülmüş sarı yaprakların hışırtısından başka ses yok; arada, bir kuş bize merhaba diyor, şarkı söylüyor. Bir şehirli için gördüğümüz her şey yeni ve güzel: Kocaman mantarlar, kurbağalar, mor bir çiçek, beyaz bir papatya! domuz göremiyoruz Denize yaklaştıkça değişen flora, yılbaşı çiçekleri, gri balıkçıl, martılar. Bütün isteğimize rağmen ne domuz görüyoruz, ne kedi. Orman içine bir homo sapiens girince en vahşi hayvanlar bile geri çekiliyor, gitsin bana bulaşmasın derdinde. Martıların çığlıklarından ormanın bitip denize ulaştığımızı anlıyoruz ve kum tepeleri, incecik pırıl pırıl bir kum. Tepeleri aşınca pırıl pırıl bir deniz. Yazın İğneada kumsalları Limanköy’e kadar tatilcilerle doluyor. Biz de daha sakin olduğu için Limanköy’de geceliyoruz. Ormana doymak ne mümkün ama hiç olmazsa bir gün daha yürüyelim ve dönüş yolunda sarkıt ve dikitleriyle ünlü Dupnisa Mağarası’nı gezelim diye. En zoru ise şehrin çılgın kalabalığına, gürültüsüne, kaosuna, tımarhaneye geri dönmek! YAZGÜLÜ ALDOĞAN İstanbul’dan yola çıktık. Kıyıyı takip ederek köy ve kasabalardan geçerek İğneada Ziyaretçi Merkezi’nde rehberimiz Hüseyin Çomak’la buluştuk. Orman içinde yürümek istiyorsanız rehber almanız şart. ‘Ayle’ aracı var ‘satlık!’ Son zamanlarda ilan sitelerine taktım kafayı. Satılık şeylere bakıyorum, aniden zengin olursam kelepir bir şeyler yakalar parama para katarım diye. Bakarken dikkatimi ilanlarda kullanılan Türkçe çekiyor. Bir kere “satlık” çok şey var. Mesela çok sayıda “dayre” var “satlık”. Sonra “dayre”lerin bir kısmı “karalüferli”. Değişik bir balık türü olsa gerek. Lüferin karası da var demek ki ve “dayre”yi de akvaryumlu falan satıyorlar. “Satlık” şeylerin bir kısmı “sayibinden” oluyor. Mesela araç alım satım bölümünde en çok dikkatimi çeken şey “deyişeni” olmayan araçlar. Ayrıca yine çok sayıda “ayle” aracı görüyorum. Hatta “ayle içinde kullanılmış araç” bile gördüm. Yok yok, sakın yanlış anlaşılmasın, kimseyi aşağılamak değil amacım... Sadece kendi dilini yazmaktan bile bu kadar uzak düşen insanlar adına ve ülkem adına üzülüyorum. İlkokul düzeyinde eğitim gerektiren bir durum ama onu bile başaramamışız ülke olarak. Yazık. de’ye da’ya takılmayacağım Ama en çok ilgimi çeken ilanlardan biri yine bir otomobil ilanıydı. İsmi değiştirerek ve markayı vermeden yazarsam ilan başlığı aynen şöyleydi: “Satılık x marka otomobil. Abdullah Bey kapora verdi.” Arkadaşım kapora aldıysan niye kaldırmıyorsun ilanı? Kapora demek anlaşmanın en az yarısı tamamlanmış demek. Ama daha çok veren olursa Abdullah Bey’in kaporayı geri verip yok sayacak anlaşılan. Bir de tehdit kokan ilanlar var. Mesela geçen biri şöyle yazmış: “2+1 daire, fiyat sadece bu hafta için geçerlidir. Haftaya değişir.” Yani diyor ki: “Bu hafta aldın aldın, haftaya mümkün değil alamazsın.” Enteresan tabii. Bir önemli noktayı daha çözdüm ilanlardan: “Pazarlık sünnettenmiş.” Öyle yazıyor birçok ilanın açıklamasının sonlarında: “Pazarlık sünnettendir.” Din konusunda bilgimin toplum ortalamasının üstünde olduğunu düşünürüm ama bunu hiç duymamışım bak. Ticaretin dini boyutuyla ya da dinin ticarete karıştırılmasıyla hiç ilgilenmemişsem demek. Tabii ki benim eksikliğim. Ayrıca pazarlık sünnetten olmasaydı yapılamayacak mıydı acaba? Ya da asıl mesaj şu: “Pazarlık payı var ama farz değil, sünnet. Yapsak da olur yapmasak da.” Aklımda deli sorular yarattı bu ilan sitelerinde yazılıp çizilenler. Ben ki sosyal medyada yazılanlarda bile Türkçe hatalarına takılıp kalan bir adamım. Anladım ki çok şey istiyoruz vatandaştan. Bundan sonra ayrı yazılması gereken “de da”ya, “mı mi”ye, “ki”lere falan takılmadan okuyacağım yazılıp çizilenleri. İlan siteleri resmen gözümü açtı. İtibar yoksa, yazarın şöhreti neye yarar! 1 Postmodern ölçüsüzlük çağı, yazarı iyice piyasa ilişkilerine sıkıştırdı. Çoğu zaman kalemimizi mürekkebe banarken (elbette bunu geçmiş özlemi ve göndermesiyle söylüyorum) banknot üstündeki lekesinin ne olacağını merak eder olduk. Yazar iyi yaşamak zorunda değil; verdiği ürünlerin niteliğiyle, yaşantısı arasında paralellik yok elbette. Ancak iyi yaşamasında sakınca da yok! Piyasaya hizmet etmek isteyip becerememek söz konusu olduğu gibi, koşulları sezip, kendini ona göre biçimlendirerek bir tür iktidara sahip olmak da mümkün. Bu işler de yazmaya dahil midir acaba? 2 Fuarların panayır yerine döndüğünü çok zamandır biliyorum. Her sene ısrarla iki ayrı salon yapılması gereğinden söz açıyorum. Bir yanda falcı, büyücü, dinci, kişisel gelişim taciri, sahte tarihçi türü işi utanmazlığa vardıranlar olmalı; öte yanda, edebiyatın işçiliğini bilen, estetik ölçü için didinen kimseler yer almalı. Has yazarı bu utanca mahkum etmeye kimsenin hakkı yok. Has yazar kimdir diye biri çıkar sorarsa, kolayca yanıtlarım: Kökünü dilinin ve kendinden önce eser vermiş yazarların verimlerinden alan kişidir. Bir satır anlamlı yazı kaleme almak için günlerini, gecelerini harcayandır. Bu elbet bazen ün de getirir, suç değildir. Lakin eserin itibarı yoksa, yazarın şöhreti olsa kaç yazar! 3 Kalemi masaya koydum. Ardıma yaslandım. Aylardır mücadele verdiğim kitap tamamlandı sonunda, yayıncıya gidecek artık. Bu vedanın ne anlama geldiğini iyi bilirim. Hüzünlü yanı uzun saatler sonra yüreğe düşen ayrılık duygusundan gelir. Bir de garip utangaçlık belirir. Mizacı ne olursa olsun yazarın, ister dost canlısı konuşkan olsun, ister içe kapanık; artık ondan çıkan cümlelerin, başka ellerde yoğrulacağını, yeni yola çıkacağını bilir. Bu türden soyunmaya dayanmak kolay değildir. Perdeleri kapasan, ışıkları söndürsen yine de artık apaçık ortada olmanın huzursuzluğunu taşırsın. 4 Her kitap eksiktir. Teslimden sonra, eline bir daha kalem almak istemez yazar. Bu garip döngü intihar etmeye engeldir. Bir sonraki kitabı yazmamaya kesin kararlıdır çoğunlukla yazar. Çekilecek dert değildir bir başına, bu uzun yalnızlık saatlerine katlanmak. Sahi, yalnızlık saati dışında akan zaman var mıdır? Varsa hakikat midir? Her gün biraz daha insanlardan kaçıp yazıya sığınmak, o yükün altından kalkmak için mücadele vermek akıllı insan işi midir? Yazmaya dair her söylenen, tıpkı yazılan gibi eksiktir. Sisifos’tur yazar. Sırtındaki yükü yokuş yukarı taşır, bırakır, düşüşünü gözler, inatla yeniden yükler sırtına sonra. Başka türlü yaşamayı bilmez. 5 Dostlarla hesaplaşma gereksinimi belli yaşa gelince ortaya çıkıyor sanırım. Bir yaşamı sürdüğünü anlamak için dönüp arkana bakman ge Stan & Ollie filminden bir kare. rekir. Hele gelinen yol gidilecek olandan fazlaysa, iyice baskın bir arzuya döner bu. Çoğu kişi: “Yaşadıklarımdan pişman değilim” der. Bir ölçüde hak veririm bu sava. Tekrarlanma şansı olmayan süreç için pişmanlık duymak aptalcadır. Yine de hepten memnuniyet duymak tüm yaşadıklarından, aslında kayda değer tek bir an olmadığı anlamına gelir. Yaşam bir yönüyle vuruşmaktır. Kalemi kendini temize çekmek için kullanmak ne denli yanlışsa, eğer işleyen bir kalem varsa, onun yardımına başvurmamak da büyük yanlıştır. O halde ne yazmak gerekir? Salt kurmaca metinler üreten yazarların düşün dünyasına uzağım. Deneme, anı, ya şam öyküsü yazma gereksinimi kendiliğinden gelir. Kurmaca metne felsefi hesaplaşmayı zorla sokmamak gerekir. Onun hakikatine saygı duymak lazımdır. O halde? İşte bu gerekçeyle önüme yaşamımı dökeyim dedim. “Dost kimdir” diye sordum ilkin. Daha önemli olansa; “Dostluk ölümsüz müdür” sorusudur. Dostlar ölür, gün gelir hayaletleri canlanır. 6 Gecikmeli olarak “Laurel&Hardy” filmini izledim. İki kişilik her tür iş güçtür. Biri yükün ağırını taşır. Eşit yetenek, erdem dağılımı beklenemez. Çoğu belirsiz gerekçelerle sever birbirini dostlar. Buna çıkar ilişkisi denir mi? Sanmam. Sonsuza dek sürmek zorunda olmasa da dostluk, eğer tarife uygunsa ilişki, herhangi bir yarar ummadan sever birbirini dostlar. Elbette ilişkiler olumlu sonuçlar doğurabilir. O birliktelik şöhret, para türü kazanımlar da sağlayabilir. Esas bu değildir. Dostluğun özüne dair iyice düşünmek gerekir. Tükendiği vakit geride bırakmak da koşuldur. Filmin etkili yanı, iyi dost ve ortağın hesaplaşma yaşadığı sahnelerdi. Her ne kadar sinema insan ruhunu anlama ve anlatma konusunda dar geliyorsa da, yine de düşündürdü beni. Hardy geçmişte incitmişti Laurel’i. Belleklerinde farklı kalmıştı olay ve çok ağır kavgaya tutuştular. Hakaretler falan... Ardından içsel hesaplaşma, ardından yan yana geldiler yeniden. Hardy ağır hastaydı ve sonunda dostundan önce öldü. İki kişi yaşamaya, iki kişilik düşünmeye alışan Stanley Laurel kendini ömrünün sonuna dek evine kapadı. Filmin sonunda şu not var: “Ve ömrünün sonuna dek Laurel&Hardy için senaryolar yazmaya devam etti.” 7 Bir içki masasının etrafına ilişir, belki otuz yılın hesabını dökmeye kalkarsın dostlarınla. Aradan geçen zamanda çocuklar doğmuş, evlilikler boşanmalar yaşanmış, her tür iflasın acısı çekilmiş, hastalıklar içinde kıvranır olmuştur kişiler. Ama sanki o zaman geçmemiştir, daha ilk cümle ile otuz yıl buharlaşır, gider. İşte o an hakikatle yüzleşir insan. Konuştuğumuz dünün hayaletleri midir, yoksa ağızlar dolusu kahkaha atan canlı kanlı dostlar mıdır? Has yazar kimdir diye biri çıkar sorarsa, kolayca yanıtlarım: Kökünü, dilinin ve kendinden önce eser vermiş yazarların verimlerinden alan kişidir.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear