23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

12Ağustos 2018, PAZAR MÜJDE YAZICI ERGİN Müzik SAYFA 7 THERAPIA ALPER HASANOĞLU Ortaçgil’in ‘ne istediği belli’ bir gazeteye röportaj vermesiyle koptu ip... Bu iş harbiden çok zor! Bugün Türkiye’de marketten iki kilo patates, 200 gram fındık almak politik bir konu. Organik görünsün diye çiftlik yumurtalarına tavuk kakası, çamur sürülüp satılması, şehir hayatında nasıl davranılacağını ısrarla öğrenememiş bir sürü kaba saba insanla omuz omuza çarpışmak, okula gönderdiğiniz çocuğun öğretmenleri tarafından boynuna urgan geçirilerek idam animasyonu yaptırılması, televizyon dizilerinin mutlaka “onaylanmış” karakterleri resmetmesi, kız çocuklarının çukurlardan çıkarılması, ekmeğin, benzinin fiyatı derken bizi bu siyasi havalar mahvetti!.. Siyaset sadece siyasetçilerin, gazetecilerin, avukatların, diplomatların değil, son yıllarda herkesin hayatında. Olmadık bir yerde, kapının kolundan bile konu Türkiye’nin siyasi iklimine geliyor ve dev siyasi analizlerle son buluyor. Ne olduysa zaten bu süreçte oldu. Eskiden ambulansın arkasına takılan kurnaz güruh, yaratıcılığını her noktada iyice arttırdı. Bütün bu hengamede ise ‘yaşaması en zor’ ülkelerden biri oluverdiğimiz kesin. Yani Bülent Ortaçgil’in de dediği gibi: “Bu İş Çok Zor Yonca!” Müzisyen egosuyla seyirciyi adaba zorladı Fakat maalesef her zaman da Bülent Ortaçgil’in dediği gibi olmuyor. Aslında ip Bülent Ortaçgil’in ‘neye ihtiyacı olduğu belli’ olan o gazeteye röportaj vermeyi kabul etmesiyle kopuyor. Bülent Ortaçgil, 1 Mart 1950 Ankara doğumlu. Türkiye, Ortaçgil’i 70’li yılların başında yaptığı ‘Benimle Oynar mısın?’ albümüyle tanıdı. Ortaçgil, müziğiyle konuşulan, magazin haberi ihtiyacı olmayan, geride onlarca güzel eser bırakmış, saygıdeğer bir müzisyen. Hatta bu haklı saygıdeğerlik mesafesini o kadar sıkı korumuş bir isim ki, ta 2000’lerin başında verdiği konserlerinden birinde seyircisinin üzerindeki “Geçen konserde birinin cep telefonu (o zaman hâlâ yeniydi.) çalmış. Ortaçgil fena haşlamış aman hata yapmayalım” stresini çok net hatırlıyorum. Ortaçgil, müzisyen egosuyla yarattığı aura ile seyirci adabını gerilim seviyesine yükseltmiş az sayıdaki isimlerden biridir de denilebilir. Ülke komple siyaset komasında Bugün 68 yaşında olan Bülent Ortaçgil, olgunluğun verdiği tatminle radyo alıcılarıyla oynamak istemiş olabilir. Ondan ne duymak istediğini bildiği muhabir karşısında çok köşeli laflar etmeyip kendine göre ‘uzlaştırıcı’ bir dil tutturmuş. Röportajın bazı kısımları uzlaştırıcı denilebilecekken, bazı kısımları ise Ortaçgil zekâsında biri için aslında ‘fazla’. Bülent Ortaçgil’in verdiği bir röportajla günlerce eleştirilmesi ise başta da bahsettiğim ülkenin siyaset komasında olmasının farklı bir getirisi. Bülent Ortaçgil’in verdiği röportaj alkışlanabilir mi? Hayır. Fakat bir röportajla Ortaçgil gibi bir müzisyenin hemen karalisteye alınması da doğru değil. Konu Bülent Ortaçgil ise eğer bu yaş ve deneyimdeki bir müzisyenin uyum sağlamaya çabalayarak başına iş açmak istemeyişini de bir seçenek olarak görmeliyiz. Biri bizi kurtarsın psikolojisi Bütün hikâyede asıl mesele, Ortaçgil’e mikrofon uzatan bu gazetenin asıl amacının “Bakın artık herkes bizim gibi düşünüyor” algısı yaratma peşinde olması. Bu röportajın Bülent Ortaçgil’e ne kadar yarayacağı değil, hükümet yanlısı medyalara ne kadar yaracayağı maalesef daha önemli. Çünkü bütün kahramanlığı Bülent Ortaçgil’e teslim etmek doğru değil. Keşke böyle bir röportajı hiç vermeseydi. Aşırı derecede “biri bizi kurtarsın” psikolojisine girdik ve bu nedenle her durumdan inanılmaz bir hüsranla ayrılıyoruz. Siyaset; Ortaçgil’den öte, aslında şimdi de gitarın tellerine vurma derdinde. Bütün Yonca’lara haber salın, bu iş artık harbiden çok zor! mujdeyazici@gmail.com Bülent Ortaçgil’in verdiği bir röportajla günlerce eleştirilmesi, ülkenin siyaset komasında olmasının farklı bir getirisi. Ortaçgil’in verdiği röportaj alkışlanabilir mi? Hayır. Fakat bir röportajla onun gibi bir müzisyenin hemen kara listeye alınması da doğru değil. TRT’nin transfobisi 80’lerin sonunda bir gazetenin televizyon eki, Eurovision Şarkı Yarışması puanlama cetveli vermişti. Ülkelerin sahneye çıkış sıralarına göre dizili travması isimlerinin yanına, evde radyasyonlu çayınızı içerken puanınızı ya zabiliyordunuz. 80’ler ve 90’larda VHS ve Beta kasetlere Eurovision şarkı yarışmaları kaydedilirdi. Bülent Özveren’siz olmazdı. (“Provalarda çok alkışlandık…”) Eurovision Türkiye elemeleri diye bir şey vardı. Zaten neredeyse 2 puan alacağımız yere gitmek için bir de ön eleme yapıyorduk. Ülkeler birbirleriyle gergindi. “Duvarlar” Eurovision’a katılan müzisyenleri ‘sakıncalı’ bulmak yerine bu platformun hoşgörüyü arttıracak bir alana dönüşmesi için çalışmak çok daha yerinde olurdu. 2014 Eurovision şarkı yarışmasını Avusturya temsilcisi olan ‘drag queen’ Conchita Wurst kazandı. Wurst 290 puanla birinci oldu. ‘Drag queen’, performans sanatı amacı ile kadın cinsiyet rolüne göre giyinen kişileri tanımlar. yıkılmamıştı. Birbirimizi az görüyorduk. Ülkelerin iki dakikalık kısa tanıtımları sırasında Türkiye yine develerin üstünde gezen bir ülke gibi tasvir edilebiliyordu. Mesela uçan halıyla giden bir Seyyal Taner... Bu oryantalist bakış açısından uzun süre kaçınmak için türlü denemelere girildi. Petrol (1980), Diday Diday Day (1985), Halley (1986), Şarkım Sevgi Üstüne (1987), Sufi (1988) gibi çalışmalarla Eurovison’ı “Biz de dünyada bir ülkeyiz”i anlatmaya çalıştığımız bir platforma çevirdik. El âlem ‘Dallas’ izlerken biz “Aman petrol” diyorduk. Yarışma zaten bilindiği üzere, “Komşular birbirine yüksek puan veriyor. Hakkımız yeniyor” zihniyetiyle bir milli meseleydi. 1998’de trans yarışmacı kazanmıştı Günümüzde ise “Eurovision olsa da izlesek” gibi bir durum yok. Seyirci, bir şarkıyı 10. saniyesinden sonra geçecek kıvama geldiğinden bu yana zaten Eurovision Şarkı Yarışması da açıkça bir LGBTİ eğlencesine dönüştü. Tüm dünya bu yarışmayı bu şekilde kabul etmişken TRT Genel Müdürü İbrahim Eren’in, “‘Aynı anda hem erkeğim hem kadınım’ diyen birini saat 21.00’de, çocukların seyrettiği bir zamanda ben canlı yayımlayamam ki” şeklin de yaptığı açıklama Yeni Türkiye’nin dünyayı algılayış biçimine iyi bir örnek. 1998 yılında İsrail adına transeksüel Dana International yarışmayı kazanmış ve Dana’nın kazanması insan hakları ve eşitlik için bir zafer olarak görülmüştü. Trans görünürlüğü için önemli bir adımdı. O tarihte Türkiye’de de mesele olmamıştı. Türkiye’nin Eurovision’a katılmaması bir yana, isteyen 180 milyon insan halen TV’den veya sosyal medyadan yarışmayı canlı izleyebiliyor. Hoşgörüyü artıracak platform Şarkıların ülke bayrakları altında yarışmasının başlı başına manidar olduğu Eurovision’a siyasetin karışmadığını da söleyemeyiz. Putin’i eleştirdikleri şarkı sözlerinin değiştirilmesi istenmesi üzerine Gürcistan’ın 2009 Eurovision Şarkı Yarışması’ndan çekilmesi gibi olaylar LGBTİ ile ilgili değildi pek tabii ki. Birçok ülke, politik gerginlikleri ve sosyal meselelerini dolaylı olarak ele almak için şarkıları kullanmaya devam ediyor. Eurovision’a katılan müzisyenleri cinsel yönelimleri nedeniyle sakıncalı bulmak yerine bu platformun hoşgörüyü artıracak bir alana dönüşmesi için çalışmak çok daha yerinde olurdu. Kurtarılmış bölge… Psikiyatriye ilgim 16 yaşında Freud, Frankl, Adler, Reich ve Jung okumalarımla başladı. 16 dediğime göre yıl 1983 filan olsa gerek. O zamanlar Payel Yayınevi Freud’un, Reich’ın eserlerinin çevirilerini yayınlardı. Maalesef öz Türkçe furyası abartılı bir haldeydi. Maalesef diyorum, çünkü Bertan Onaran’ın Wilhelm Reich’ı, Şemsa Yeğin’in Sigmund Freud’u çevirirken kullandıkları kelimeler akla zarardı. Hangi kelimeyi hangi kavram için kullandıklarını parantez içinde olsun belirtmediklerinden çırpınıp dururdunuz. Örnek mi? Sinirceli… Freud’un şimdi anımsayamadığım kitaplarından birinin 50 küsuruncu sayfasına geldiğimde “sinirceli”nin nörotik anlamında kullanıldığını anlamayı başarmıştım. Ama ciddi bir bezginliğe de kapıldım. Onca sayfayı yeniden okumak yerine bu eserleri orijinal dilleri olan Almancadan okumaya karar verdim ve o zamanlar Odakule’de olan Alman Kütüphanesi’nin yolunu tuttum. Bu arada ne Bertan Onaran’ın, ne de Şemsa Yeğin’in Almanca bilmediklerini belirtmek zorundayım. Çevirilerini eserlerin çevrildiği başka bir dilden yapıyorlardı. İki filozofpsikiyatr yaptı bana yapacağını! Neyse… Bu benim için bir kazanca dönüş tü, çünkü Alman Kütüphanesi’nde diğer ustalar la da karşılaştım ve psikiyatrinin hayatımın odak noktasına yerleşeceği o yıl kesinleşti. Yıllar sonra İsviçre’ye psikiyatri ihtisası yap maya gittiğimde önce kognitif davranışçı tera pinin en önde gelen isimleriyle hemhal oldum. Babakız Beck’ler, Ellis, Friedmann, Meichenba um, Linehan. Ardından psikanalitik teoriye tek rar yaklaşmama neden olan Young’ın şematera pisi. Psikoterapi pratiği içinde psikanaliz, siste mik aile terapisi ve kog nitif davranışçı terapi üzerine yıllarca okudum da okudum. Ama bütün bu okuma ların yanında iki başka yazar, filozof vardı ki çok ayrı bir yerdeydiler be nim için ve hâlâ ayrı bir yerdeler. Karl Jaspers ve Ludwig Binswanger Ludwig Binswanger. Her ikisini de daha sonra ay rıntılı olarak anlatma sö zümü bir kenara koya rak yalnızca şunu belirt mekle yetineceğim. Her ikisi de psikiyatr olmanın yanında felsefe alanın da da eserler veriyor du. Ayrıca Karl Jaspers, Heidelberg’de psikiyat Karl Jaspers ri ihtisasını bitirdikten sonra Heidelberg felse fe bölümüne geçmiş ve hayatını bir filozof ola rak sürdürmüştü. Varoluş felsefesinin en önemli isimlerinin başında gelir bana göre. Ludwig Binswanger’in Almanya İsviçre sını rındaki Bodensee kıyısında, Kreuzlingen şehrin de ‘Klinik Bellevue’ adında bir psikiyatri kliniği vardı. Vardı diyorum, 1800’lerin başında büyük dede Binswanger tarafından açılmış olan klinik 1980’de kapandı. O sırada başında küçük küçük torun Binswanger vardı. Benim özel olarak ilgilendiğim Ludwig Bins wanger 1908’de babasının erken ölümü nede niyle devralmak zorunda kalmıştı kliniğin yöne timini. Psikiyatri eğitimini psikiyatrinin duayen ismi Eugen Bleuler’in başında olduğu Zürih’teki ‘Burghölzli’ Kliniği’nde Carl Gustav Jung’un asis tanı olarak yapmıştı. Burghölzli’nin en önemli özelliği psikanalizi yatan hastalara uygulayan ilk klinik olmasıydı. Felsefe ile psikiyatriyi buluşturmak Binswanger’lerin kliniği hayatım boyunca hayallerimi süsledi. Önce Heybeliada’ya hayallerimde böyle bir klinik oturttum. Sonra başka başka yerlere. Heybeliada’nın yeşili, içinde insanların ilaçtan çok doğanın kendisiyle, toprakla, hayvanlarla, bireysel ve grup terapileriyle kendine döndüğü, hayatta aslında ne istediğini sorguladığı, işlevsel değil de, anlam ve değer odaklı bir hayat sürmenin peşine düştüğü bir yaşam alanı… Kendi çocuklarımın, sevdiklerimin de yardım almak için gelenlerle birlikte zaman geçirdikleri, ‘hasta/sağlıklı’ ayrımının olmadığı ve belki de Binswanger’lerde olduğu gibi benim ölümümden sonra çocuklarımdan birinin psikiyatr olarak hayatını kendi ailesiyle orada geçirmeye devam ettiği bir kurtarılmış bölge. Sağlıklı olmakla övünenlerden kurtarabildiğimiz bir dünya parçası. Bugüne kadar gerçekleşmedi. Gerçekleşir mi, bilmem. Ama ben hayatımın bundan sonrasını, akademik düzeyde eğitimini alarak ve vererek, felsefeyle psikiyatrinin tekrar kavuşması için uğraşacağım sanırım. Bir gün o ütopik hayat alanı bu toprakların herhangi bir yerinde gerçekleşirse ‘kendini bil’mek* isteyen herkese kapımız, tabii ki açık olacaktır. * Delphi’deki Apollon Tapınağı’nın girişinde yazılıdır eski Yunanca olarak: “Kendini Bil” (????? ??????? gnothi seauton). Bunun, kısaca Sokrates’in felsefesinin özünü teşkil ettiği söylenebilir sanırım. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear