21 Şubat 2025 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

8TEMMUZ 2018, PAZAR SAYFA 5 Teşhis ahmet tulgar Kâr maksimizasyonundan toplu intihara giden ana akım medya Zehir ve koku Doğan Medya Grubu’nun yaptığı bir intihardı. Çocuklarını sokağa salıp mutfak kapısının altındaki aralığı izolasyon bandıyla kapattıktan sonra başını gaz ocağına eğen nevrastenik bir ev kadını ya da çalışma odasında işini tek kurşunla gören müflis bir aile babası gibi gazetelerinin ve televizyonlarının patronajından istifa eden Aydın Doğan’ın sergilediği tam bir intihardı. Bir medya intiharı. Şimdi Habertürk’ün kendini kapatma, feshetme kararı ile anlıyoruz ki ana akım medyada bir toplu intihar dalgası başladı. Çocuklar ise yine sokağa. Hiç alışık olmadıkları ya da çoktan unuttukları bir yere. Kimse bu toplu intihar dalgasını siyasi baskıya, otoriter iktidara, ifade özgürlüğüne vurulan kete bağlamaya kalkmasın. Kimse de kendini acındırmasın. Ana akım medya bu toplu ölümler mevsiminin müsebbibi olan iklim değişikliğini kendi filtresiz kâr maksimizasyonu hedefiyle ülke atmosferine saldığı zehir ile bile bile hazırladı. Ana akım medya bu zehri gününe göre askeri cuntalardan patron kulüplerine, hükümetlerden mafya örgütlenmelerine kadar her türden iktidar kurumuna daha talep edilmeden, kapısı her çalındığında dünden razı olarak kamuoyunu zehirlemek ya da en hafif deyimle sarhoş etmek üzere, iktidardan pay kapma, Max Weber’in kavramıyla kendisini bir “statü grubu” konumuna yükseltme umuduyla, plazaların, o devasa cam, çelik ve beton yığınlarının derinliklerinde imal edip kesme kristal likörlüklerde kullanıma hazır tuttu yarım asır boyunca. Şimdi çaresiz bir akrep gibi kendisini sokuyor. Ana akım medya 90’lı yılların başında devletten ucuza ya da hibeyle kaptığı arsalarda hükümetten aldığı trilyonluk teşviklerle inşa ettiği plazalara taşınır taşınmaz zehir üretiminin rekoltesini artıracak iç örgütlenmesini tamamlamaya girişmişti hemen. Kendisini iktidarın ta kendisine, ayrılmaz bir parçasına dönüştürmek için bütün iç hiyerarşi ve örgütlenmesini talip olduğu iktidarın pratiklerinin ürediği toplumsal kozmosun bir mikrokozmosu olarak kuracaktı artık ana akım medya patron ve yöneticileri… Medyanın ‘plaza’laşması Sabah gazetesi ve onun İkitelli’deki her türden yumuşatıcı kavisi, elipsi, yuvarlağı dışta bırakmış, salt, soy şiddet ve eril güç çağrıştıran beton dikdörtgen prizma binası Medya Plaza bu mikrokozmosun en sert yaşandığı, sahnelendiği, üretildiği ünitesiydi TAYFUN ATAY Ana akım medya, bu toplu ölümler mevsimini, kendi filtresiz kâr maksimizasyonu hedefiyle ülke atmosferine saldığı zehirle bile bile hazırladı. Şimdi çaresiz bir akrep gibi kendisini sokuyor. ana akım medyanın. Medya Plaza’da gündelik hayat, işlik zamanı, Türkiye’nin oligarşik iktidarının her türden sınıf rasyonalitesinin dışında, dünya sınıf mücadeleleri tarihinde uluslararası ölçekte elde edilmiş bütün demokratik kazanımlardan azade, sadece iktidarlar ve patronların lehine, yararına, kârına işletilen sınıflı toplumunun; sanki sık sık binayı ziyaret eden iktidar mensuplarına sergilenecek bir temsilmişçesine bir teatral abartıyla yeniden ve yeniden sahnelenmesi olarak tasarlanmıştı. Medya Plaza’daki acımasız ve kaba hiyerarşi sadece iş saatlerine değil, çalışanların işyerindeki üretim sürecinin dışında kalan zamanına da yansıtılarak esas işlevini gören bir sistemdi. Çalışanların biyolojik yeniden üretimi için mecburen verilen yemek arasındaki işleyiş bile, sınıflı toplumun sömürü ve tahakküm temsilini sergilemek üzere; çalışan kitleyi fragmente, hatta atomize ediyordu. Yemek yenilen mekanlar buna göre tanzim edilmişti. Gazetenin teknik üretimini, baskısını yapan mavi tulumlu işçilerin yeri binanın bodrumundaki labirentsi koridorlardı ve yukarı o üzerlerindeki kıya fetle çıkmaları yasaktı. Bu yüzden tenezzül etmeleri halinde bütün katmanlardan gazete çalışanlarının girmekte özgür olduğu bodrum katındaki “selfservice” yemekhaneden başka bir yemekhaneye ya da artık “restaurant”a diyeyim, girmesi de yasaktı mavi tulumluların… Eğer bodrumun üstündeki katlardan birindeyseniz matbaa işçilerini sadece binanın ortasındaki dev cam fanusta sergilenen yine devasa baskı makinelerinin aralığında bir görünüp bir kaybolurken görebilirdiniz. Müdürler hiyerarşisi İkinci yemekhanede “selfservice” sistemi yoktu. Restaurant iç mimarisiyle tanzim edilmiş ve garsonların servis yaptığı bu yemek salonunda mavi tulumlu matbaa işçileri dışında herkes yemek yiyebilirdi. “Selfservice” yemekhanede çıkan yemek burada çukurlara ayrılmış metal yemek tepsilerinde değil tabaklarda garsonlar tarafından getirilir, eğer parasını öderseniz sadece müdürlere, köşe yazarlarına ve yayın yönetmenleri ile patron ailesine ayrılmış üçüncü yemekhane için pişen yemeklerden görece az gösterişli olanlarını da, mesela tavuk ızgara, burada tüketebilirdiniz. Gazete gibi televizyon da ‘kültürel’ ömrünü tüketti ‘Mobil’ kültürü Ancak özellikle müdürler hiyerarşisinin yurt haberler müdürlüğü gibi görece alt konumunda yer alan şefler zamanla taşradan gelen misafirlerini bu üçüncü seçkinler yemekhanesine getirmeye, burada ağırlamaya başlayınca barda da yemek servisi başladı. Barın girişine sadece patronların, üst düzey müdürlerin, köşe yazarlarının olduğu 2030 kişilik bir liste asıldı ve bu bardan bozma yemekhane diğerlerine kapandı, yasaklandı. Bu arada binanın spor salonu ve kapalı yüzme havuzundan da sadece bu 2030 kişilik listede ismi olanlar yararlanabiliyordu. Bunu da belirteyim. Başka örnek gerekiyor mu? Şimdi gelin, hepsinde işlik hayatının aşağı yukarı böyle düzenlenmiş olduğu bir ana akım medya sisteminden gazeteciliğin temel ilkesi olan sessizlerin sesi, iktidarın denetçisi olma işlevini karşılamasını bekleyin. Olmadı tabii. Medya plaza ve benzeri binalardaki hayat toplumsal hiyerarşiyi en kaba haliyle sergileyerek, ötekileştirdiği mavi yakalılar (mavi tulumlular) dışındaki her çalışanını kendi yansımasını binanın cam ve çelik öğelerinde gördüğü anda mesnetsiz bir narsisizme kapılmaya ve ücreti düşük de olsa kendinden ve binadan memnuniyet duymaya, binanın inşa edilmiş olduğu periferideki sıvasız varoş binalarından birinden olmadığı için şükretmeye yönlendiriyordu. Ana akım medya binalarındaki yaygın halk düşmanlığı böyle vücut buldu. Geleceği ‘kanalizasyon’ oldu! Alegori müthiş bir şey. 90’lı yılların ortasındaki bir olay ana akım medyanın geleceğini sinematografik bir biçimde haber vermişti. Temmuz 1995’te İstanbul’daki yoğun yağmurlar neticesinde İkitelli’deki Ayamama Deresi taşmış ve yanına inşa edilmiş “her türlü konfora haiz” Medya Plaza’nın koridorları hızla oradan gelen kanalizasyon sularıyla dolmuştu. Sabah ve ATV’nin burnundan kıl aldırmayan patron ve yöneticileri sonraki saatler boyunca burun kıvırdıkları o varoşun binaya dolan kanalizasyon sularının içinde dolaştılar kauçuk çizmeleriyle. O özene bezene böldükleri yemekhanelerde salgın hastalık tehlikesi nedeniyle aylarca yemek yenilemedi, bütün çalışanlar aynı kumanyaya talim etti. Bütün bina leş gibi kanalizasyon kokuyordu. Burun direklerini kıran o pis koku aylarca binadan çıkmadı. Sadece çalışanlar alıştı pis kokuya, o kadar. ahtulgar@gmail.com 17 Ocak 2013’te, şimdi tarihe karışmış Doğan TV Holding tarafından İstanbul’da düzenlenen, medyaeğlenceşov endüstrisinin gidişatını tartışma hedefli “FRESH MESH” konferansının ilk gününde konuşan “Entertainment & Media Practice PwC” başkanı Marcel Fenez’in çarpıcı sözünü hiç unutmadım. Fenez, “dijital başlangıcın sonu”nda olduğumuzu söylüyordu. Ne demekti “dijital başlangıcın sonu”?.. Sibernetik teknoloji doğrultusunda, hayatımızı 1990’lar ortasından itibaren etkilemeye “başlamış” bir ekonomikültürel dinamiğin, artık “başlangıç” olmaktan çıktığı ve insanlığın “yeninormal”i olduğu gerçeği… Sözün anlatmak istediği buydu. Dijital, artık ‘yeninormal’ Hakikaten, şöyle bir hafızamı yokluyorum, Londra’da doktora tezimi bir “Macintosh Classic” kullanarak yazdığım 1990’lar başında dahi henüz bir “dijital iletişim ağı”nın içine girmiş değildik. 1990’ların ortasına doğru Hollanda’da bir sempozyuma gittiğimde oradaki akademisyen meslektaşlarımla iletişimi sürdürme arzusunun hayli “pratik” bir karşılığı olarak ilk kez tanışmıştım “elektronik posta” diye bir şeyle… Birkaç yıl sonra Ankara’da çalıştığım üniversite bünyesinde de ilk eposta adresime kavuştum 2000’ler başı, internetin hayatımıza dahline ve dünya çağında bir iletişim ağının (“www”) kitleselleşmesine denk geldi denilebilir. O günden bugüne baş döndürücü bir hızla gelinen noktayı ise tarif etmek hacim ve ölçek itibarıyla kolay değil. İşte 1990’ların ortalarına doğru hayatımıza girmeye başlayan dijitalleşme, 2010’ların ortasına doğru artık bu “başlangıcının sonu”na gelip hepimizin “yeninormal”i olmuştu Fenez’e göre; hepi topu 20 yıl içinde. Fenez, adeta slogan gibi patlayan sözünü (“dijital başlangıcın sonu”) temellendirmek için, en tepe noktasındaki isimlerinden biri olduğu medya endüstrisi bünyesinde artık “ürün”ün “tüketici”ye sunumunda “yeni medya”nın, özellikle “televizyon” karşısında öncelik taşır hale geldiğini belirtmekteydi. “Tüketici”, artık bir televizyon programını, eğer “yenimedya” ikliminde beliriyorsa, söz gelimi Facebook, Twitter, Youtube, Instagram gibi ortamlarda kendisinin irtibat içinde olduğu kişiler tavsiye ediyorsa izliyordu. Zamanmekân sınırlarını aşan “bağlantı kalitesi” nedeniyle kitle artık “gerçekzamanlı” televizüel seyir yapmıyor, “Net”ten istediği saat ve ortamda her içerik gibi televizyon içeriklerini de izlemeyi tercih ediyordu. ‘Mobil’ yaşayan ZKuşağı Gerçek zamanlı seyrin sonu, henüz bir yüzyılı dahi tamamlayamadan televizyonun da “kültürel” anlam ve bağlamda ömrünü tamamladığı anlamına geliyor. Radyonun kültürel iktidarı 30 yıl sürdü; 1920’lerden 50’lere kadar… Sonrasında, ilk ortaya çıktığında “resimli radyo” denilen “Televizyon” devraldı bu iktidarı… Ve onun iktidarı da işte 20’nci yüzyılın sonunu zor gördü; toplasan 6070 yıl… Bugün “Mobil”in iktidarına, diğer deyişle “Mobil Çağı”na, “Kültürü”ne, “Kuşağı”na ermiş durumdayız. Adına “ZKuşağı” denen ve öncesisonrası ile 2000’ler eşiğinde dünyaya gelmiş olanların içerisine doğduğu çağın ve kültürün adı “Mobil”… Hayatı adeta “cep telefonu” olarak, yani “Mobil” yaşayan, sadece yüzde 9’u gazete okuyan bir gençlik “Zkuşağı”… Onlar, evlerde bilgisayarların ve cep telefonlarında internete erişimin olmadığı zamanları bilmeyen bir kuşak. Dikkatini ancak 68 saniye (bir Japon balığı kadar!) sabitleyebilen, kelimelerden çok resimleri seven ve “çok düşünen” kişileri de pek sevmeyen bir “Zevk kuşağı” bu (“Z Kuşağı Ne İster?”, Mediacat, Sayı: 269, Haziran, 2017). Ömrü “Cep başında” geçen bu kuşağa göre dizayn edilen medyanın geleceğinin “Mobil” olduğu 2013 “FRESH MESH” buluşmasında da söylenmişti. O “gelecek” öyle çabuk geldi ki! Mesela “FRESH MESH”i düzenleyen ve o dönem Türkiye medya endüstrisinin temel direği ve zirvesi olan Doğan Yayın Holding yok artık!.. Elbette “siyaset” belirleyici oldu bunda ama bir yandan da gerek gazete endüstrisinde gerekse televizyon endüstrisinde ha bire cepten yiyordu Aydın Doğan ve bu da bilinmedik değildi. Her şey o yüzden çok da güzel üst üste geldi. Demirören paravanlığında matbu ve televizüel medyanın tüm yükünü iktidarın üzerine de yıktı sayılabilir Aydın Doğan!.. Ne dersiniz, böyle bakmak bir “züğürt tesellisi” midir sizce?!.. Neyse, artık “dijital normal”de yaşıyoruz ve bunun ekonomik anlamı, bilgi, düşünce, haber, hayal (kurgu) ve eğlence olarak “ürün”ün artık dijital ortamda yani “Mobil” yaşayan bir tüketici kitlesine ulaştırılmak durumunda oluşu. Düşünce, akıl yürütme, yorumlama, eleştirel çözümleme süreçlerimizi ne ölçüde besliyor, ne ölçüde engelliyor, gemliyor, sınırlıyor; bunu tartışabiliriz, o ayrı… Tartışılmaz gerçek şu ki “Pazar”, artık “Dijital” oldu. Ve nüansa dikkat! Yaşadığımız dünya içinde bir “dijital pazar”dan söz etmenin ötesindeyiz. İnsan dünyasının (yani “kültür”ün) dijitalleştiğini ve bu dijital dünyada pazarlama yapmak durumunda olunduğunu söylüyoruz. Gazete bitti, televizyon da bitti bitiyor Elbette bu, “dijital bir dünya”da pazarlama yapma durumu medyada çok daha belirgin ve “yakıcı” bir etkiye sahip. O yüzden “matbaa kapitalizmi” bitti. Bu, zararına çalışan bir endüstri... Belki prestij, gelenek, “tarih”, saygınlık gibi faktörler üzerinden bir “kültürel sermaye”sinden söz edilebilir bunun ve bu itibarla ticari kuruluşlar açısından nazarı dikkate alınması söz konusu olabilir. Ama artık medya endüstrisi bünyesindeki hiçbir ticari kuruluş için bu, “olmazsa olmaz” değil, her an vazgeçilebilir bir ekonomik/endüstriyel etkinlik alanı… İşte en taze örnek, Gazete Habertürk. Ne diyordu Ciner Holding CEO’su, hatırlayalım: “Yazılı basın faaliyetlerimizi 5 Temmuz 2018 itibarıyla sonlandırmaya, buna mukabil gazeteci Artık ‘dijital normal’de yaşıyoruz ve bunun anlamı, bilgi, düşünce, haber, hayal (kurgu) ve eğlence olarak ‘ürün’ün artık dijital ortamda yani “Mobil” yaşayan bir tüketici kitlesine ulaştırılmak durumunda oluşu. lik faaliyetlerimizi televizyonlarımız Show Haber, Habertürk TV, Bloomberg HT ile entegre vaziyette Habertürk com başta olmak üzere internet mecralarımıza odaklı olarak daha da güçlü bir şekilde devam ettirmeye karar verdik. Yazılı basın endüstrisinden çekilmenin yaratacağı ilave imkânlarla elektronik ve dijital habercilikte daha da güçlü şekilde yayıncılık yapmaya devam edeceğiz.” Gördünüz mü? Kâğıttan tasarrufla elektrodijitali geliştireceğiz diyor. Peki yarın ne diyecek?.. “Elektronikten tasarrufla dijitalde harikalar yaratacağız” diyecek. Çünkü televizüel medya endüstrisi de bitti bitiyor. Gerçi bizde hâlâ siber ortama tam ısınamamış hatırı sayılır bir kesim var ama onların da “kaybı” yakındır. Dolayısıyla biraz yavaş seyretse bile bizde de ömrünü tamamlıyor televizyonlar… O yüzden Habertürk CEO’sunun, “Televizyon faaliyetlerimizi de dijital habercilikte daha güçlü olmak adına sonlandırıyoruz” diyeceği günler gelecektir. Bu kesin de siz “fişin çekilmesi”ne hangisinden başlanır, o bilinmez; Show Haber’den mi, Habertürk TV’den mi, yoksa Bloomberg’den mi?.. İşte böyle, medyamızda an itibarıyla bahis mevzuu olan bu!.. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear