25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

1 TEMMUZ 2018, PAZAR SAYFA 5 Güncel TAYFUN ATAY Türkiye siyasetinin ‘yenilmez armadası’ Tayyip Erdoğan Batmayan güneş mi, bitmeyen kâbus mu? Elbette dindarlık değil “dinbazlık”; elbette demokrasiyi diktatörce eğilimlere araçsallaştırmış “demokratör” bir tavrın pratisyeni olmak… Ama diğer taraftan da 16 yıldır siyaseten bir yenilmez armadaya dönüşmüş ve büyük bir kitle desteğinin temsilcisi, taşıyıcısı olmak… Bu iki veriyi birbiriyle ilişkilendirerek Tayyip Erdoğan üzerine bir değerlendirmeye ne zaman yeltensem, iki anekdot öncelikli olarak zihnimde beliriyor. Birincisi merhum Süleyman Demirel’le bağlantılı. Merkezsağ siyaset adına hareket etme gayretkeşliği içindeki birileri, 56 yıl önce onun huzuruna çıkmış ve demişler ki “Şu Erdoğan’a karşı, onun karşısına çıkabilecek birini öner bize.” Demirel çok kısa, net cevap vermiş: “Bu [Erdoğan] varken hiç bu işlere bulaşmayın!..” ‘Bizim intikamımızı aldı’ Türkiye siyasetinin tavanından bir anekdot bu. Bir de “taban”dan anekdot var aynı ölçüde zihnimde yer etmiş olan; bir zanaat erbabı tanıdıktan… Yine birkaç yıl önce, Tayyip Erdoğan’ın Türkiye siyasetinde yerinden edilemezliği, gücünün (bırakın kırılmayı) azaltılamazlığı üzerine bir tartışmada; bunca şaibe, yolsuzluk, usulsüzlük, hukuksuzluk, adaletsizlik karşısında hâlâ “Reis kültü”nün nasıl taş gibi durabildiğini konuşuyorduk. O, “boşuna çeneni yorma, durum değişmez, herkes bildiğini okur” dedi. “Nedir herkesin bildiği” diye sorduğumda da şu karşılığı verdi: “Tayyip, bizim intikamımızı aldı.” Erdoğan’ın kimlerin intikamını kimlerden aldığına dair de müteakip sorucevaplar oldu aramızda ve onlara birazdan geleceğim. Ama önce bu iki anekdotu buluşturmayı hedefleyen bir yorum denemesinde bulunalım!.. Demirel gibi bir siyasi tecrübe abidesinin “Bu varken hiç bu işe bulaşmayın” sözünün anlamı küçümsenmemeli. Erdoğan’ı izlemiş, gözlemiş, değerlendirmiş ve bu kanaate varmış o. Bu doğrultuda siyaset söz konusu olduğunda Erdoğan, belki bir dönem futbolda Almanya için popülerleşmiş şu sözün karşılığı: “Futbol 90 dakikalık bir oyundur. 11’er kişilik iki takım arasında oynanır. Ve Almanya kazanır.” Bundan öykünerek yazalım: “Demokraside seçimler yapılır. İnsanlar oy kullanır. Erdoğan kazanır.” Türkiye siyasetinde taraftarları açısından bir “batmayan güneş”, karşıtları için ise “bitmeyen kâbus” denilebilecek bu “siyasal adam”, nasıl bu noktaya, daha doğrusu kapasiteye geldi?.. Karizmatik otorite Tarihte bireyin rolüne ihtiyatlı yaklaşmak gerek. Ama bir yandan da sosyolojinin üç büyük/öncü isminden biri sayılan Weber’in, toplumsal değişmede “birey”i öncelerken açıklama anahtarı olarak zihnimize tutuşturduğu “karizma” kavramına başvurmaksızın Erdoğan’ı ve başarısını tartışmak da olanaksız. Erdoğan, toplumun hatırı sayılır bir kesimi için karizmatik bir figür (otorite) ve bu, kimse için sır Erdoğan, bu ülkede Batılılaşmışlaik kesimler karşısında kendini, ekonomik olmanın çok ötesinde, ‘kültürel’ olarak uzun süre dezavantajlı hissetmiş bir çoğunluğun hırs ve hıncına siyaseten tercüman oluyor ve bu yüzden iktidar kredisini kaybetmiyor. değil. Ancak o karizmanın da bir sosyolojik altyapısı var ve orada karşımıza çıkan motiflere baktığımızda an itibarıyla Türkiye toplumunun çoğunluğuna ya da “ortalama”sına karşılık gelen bir kültürel örüntüden söz etmek mümkün. Erdoğan İstanbul’da doğdu, büyüdü, fakat doğup büyüdüğü İstanbul’un “merkez”ine ait değildi. Ve kendisi gibi, İstanbul’un kültürel (yaşambiçimsel) bakımdan “merkez”ine ait olmayan, şehrin kıyısında yaşayan kesimleri içinde yetişti. Yetişti ama aynı zamanda kültürel olarak ait olmadığı o “merkezî İstanbul”u da (ki bu, aynı zamanda Türkiye’nin çoğunluğu değilse de “merkez”idir) gayet iyi tanıdı; onu içselleştirmese de “içerdi”. Buna bağlı olarak kanımca Erdoğan’ın en önemli özelliği, “nefret ettiği” kültürel dile de hâkim, daha açık deyişle Batılılaşmış/seküler kesimlerin yaşam alışkanlıklarına, yatkınlıklarına, yönelimlerine (“habitus”una) aşina olmasıdır. Demirel gibi, köyde büyümüş olup okumuş, inşaat mühendisi olmuş ve Türkiye siyasetinin zirvesine çıkmış olsa da “kültürel lehçe” olarak hep “köy kökenli” kalmış bir figür değildir o… Erdoğan “şehirli”dir ve şehrin “merkez”inin (aşinalık anlamında) hem içinden hem dışındandır. Buna bağlı olarak Türkiye’de iç göç sonucu, toplumsal hareketliliğin kırdan kente (“çevre”den “merkez”e) doğru hızla akışkanlık kazandığı sürecin; yani kır kökenli göçmenlerin kente açılan yolunun önüne “Hoş geldiniz” diye karşılayıcı olarak da çıkabilecek “kültürel” yetkinlikte bir şehirlidir. Kentin içinde hem onları anlayan hem de onların anlamadığı, kentin “merkezî” dünyasını bilen, anlayan bir “İstanbullu”dur o. Diğer taraftan Erdoğan, siyasiideolojik süreklilik içinde değerlendirildiği Menderes ve Özal’dan farklı olarak “sokağa uzak” biri değildir; aksi ne sokağın en dibinden, Kasımpaşa’nın “Çingene Mahallesi”nden ses verebilecek bir “kültürel” arka plâna sahiptir. Erbakan’dan da farklı Nihayet Erdoğan, Erbakan’dan da çok farklıdır. Elbette o siyasi çizginin mirasçısıdır. Lâkin “Mücahit Erbakan”, İslamcı olsa da İslami eğitime sahip değildi; bir “aşrı şerif” okuyamazdı. Oysa kendisine meftun olanların nazarında “Reis Erdoğan”, gerektiğinde bir aşrı şerif “patlatarak” çevresine toplananları etkileyecek, cezbedecek, büyüleyecek ölçüde hem kitabî dine, hem “halk dini”ne hâkim bir siyasi figürdür. Sadece bu da değil: “Profesör Erbakan”, İslamcı bir siyasi ajanda ile karşımızda olsa bile onu iyi tanıyanların ifadesiyle, halkla diyaloğu sınırlı, “havas”tan (elit) bir şahsiyetti. Hayatta açlık çekmemiş, kahvehane nedir bilmemiş, tavla oynamamıştır. İmamhatipli, “Kasımpaşalı”, “futbolcu”, “Fenerbahçeli” Erdoğan ise tavlayı da, “kahve kültürü”nü de bilen; meyhaneyi, kumarhaneyi, batakhaneyi, bunların bir parçası olmasa da yakından tanımış; yoksulluğu, kıyıya itilmişliği, küçümsenmişliği de iliklerine kadar deneyimlemiş bir karakterdir. ‘Kırın kenti fethi’nin sesi Türkiye’de sosyoekonomik hareketlilik, kırdan kente göç eden kitleleri, şehirlerde ürettikleri nüfus baskısı doğrultusunda, “Ben doğarken ölmüşüm” kültürelpsikolojisinden, “Ben de isterem”ci bir kültürelpsikolojiye taşıdığı noktada, bu psikolojinin siyasetteki karşılığı olarak ortaya çıktı Tayyip Erdoğan… O yüzden kent yoksulluğunun palazlan mış karşılığı olan “varoş kültürü”ne hitap ederek 1990’larda yükselen Refah Partisi’nin başkanı Erbakan olsa da “gizli öznesi” o idi. Sonrasında doğuş bulan AKP’nin açık, hâkim ve giderek şimdilerde olduğu gibi yek ve tek öznesi de o… Erdoğan “kırın kenti fethi”nin, “varoşun iktidarı”nın ve bir bakıma yeni “merkez” olarak “kentleşmiş kırsallığın” temsilcisi, sözcüsü... İşte temsilcisi/sözcüsü olduğu bu kitlenin intikamını, uzunca bir süre şehrin ve ülkenin merkezine kurulmuş görünen kesimlerinden aldı o... “Tayyip bizim intikamımızı aldı” diyen tanıdığıma “Kimden aldı” diye sorduğumda, “Yüksek tabakadan… Bizi küçümseyenlerden” şeklinde çarpıcı bir muğlaklık içeren cevap vermişti. Biraz daha netleştirmesini istediğimde şöyle açtı: Ankara’ya yakın bir Orta Anadolu kentinden küçük yaşta gelip bir “kadın berberi”nde çıraklık yapmaya başlamıştı ve hiç unutamadığı bir “acı hatıra”sı vardı o dönemden… Saçına dokunmak durumunda olduğu bir kadının kendisine yüzünü buruşturarak, tiksinti dolu bir ifade ile baktığını ve sertçe “Git ellerini yıka önce” diyerek aşağıladığını söyledi. Ve noktaladı: “İşte Tayyip, onlardan intikamımızı aldı bizim…” Söylemediği ise sanırım şuydu: “O yüzden ne olursa olsun, bu intikamı almaya devam ettikçe onun arkasındayız!..” Elbette kısmî ve sınırlı gözlemler üzerinden “spekülatif” konuşuyorum. Ama yine de üzerinde durulup düşünülmeyi hak eden gözlemler bunlar. Tayyip Erdoğan, bu ülkede şehirliBatılılaşmışlaik kesimler karşısında kendini (ekonomik olmanın çok ötesinde) “kültürel” olarak uzun süre dezavantajlı hissetmiş bir çoğunluğun hırs ve hıncına siyaseten tercüman oluyor ve bu yüzden iktidar kredisini kaybetmiyor. Böylesi hınçla bilenmiş bir kitlesel destek; ilk gençlik yıllarından bu yana, yani çekirdekten dindarmuhafazakâr kültür ve siyasetin içinde olmak; Kasımpaşalılık, futbolculuk, bıçkınlık, kabadayılık… Yenilmez de değil Bunların hepsi bir araya geldiğinde, bugünün Türkiye’sinde çökmüş bir eğitim sistemi, elit ve aydın düşmanlığı eşliğinde yaygınlaşmış lümpenliğin dindarmuhafazakârlık (ya da “siyasal İslam”) kisvesi altında kurumsallaşmasının kişilik bulmuş karşılığı olarak çıkıyor ortaya Erdoğan… Bu, sosyokültürel olarak Türkiye ortalaması ve bu “ortalama” Erdoğan’da “ihtişam”la tecelli ediyor. Elbette bu analiz çerçevesi, konuya ilişkin pek çok başka faktörü, boyutu, dinamiği dışarıda bırakarak şekillendi. Bunun farkındayım ancak onları da işin içine katarak yapılacak bir değerlendirmeye de bu sayfaların yetmesi mümkün değil. Bu, ancak çokeksenli ve çokkatmanlı bir büyük ölçekli araştırma ile sağlanabilir. O yüzden bu yazıyı, uzun soluklu bir tartışma için “önerme” mahiyetinde bazı görüşlerin paylaşıldığı bir “başlama vuruşu” niyetine okumuş olun… Ve enseyi karartmayın! Nihayetinde Dünya Kupası’nda Meksika, Almanya’yı nasıl devirdi, ona da bakın!.. SÜREYYA SU Bütün stratejisi, kendisi tarafından yönetilme arzusu üretmek üzerine kurulu ‘Reis’in yönetme sevgisi 14 Mayıs 2000’deki Fazilet Partisi Kongresi’nde Erbakan’ın adayı Recai Kutan’a karşı adaylığını koyan Abdullah Gül’ün temsil ettiği yenilikçi kanadın siyaset sahnesindeki yolculuğunun nihai mecrasıdır 14 Ağustos 2001’de kurulan AKP. Bu kongredeki GülKutan mücadelesi de aslında bir ErdoğanErbakan mücadelesiydi. Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminden itibaren oluşmaya başlayan karizması, popülaritesi ve özellikle de tabanda çok sevilmesi parti merkezinin gözüne batıyordu. Daha o zamandan “çoğunluğun tercihi” vurgusu ve “taban demokrasisi” gibi söylemler, Erbakan ve kurmaylarını rahatsız ediyordu. Devlet, Erbakan’ı siyasetten tasfiye etmeye çalışırken Erbakan da Erdoğan’ı partiden tasfiye etmeye çalışıyordu. Millî Görüş içinde Erbakan’dan başka bir lider çıkmasının imkânı yoktu. Üstelik Millî Görüş, Türkiye ve dünya gerçeklerini anlamaktan artık çok uzaktı. Öyleyse yeni bir söylem ve liderle yeni bir hareketi başlatmak gerekiyordu. İşte AKP böyle bir süreçte siyaset sahnesine gir Halkına hizmet etmek arzusu aslında siyasetin doğasıyla bağdaşmaz. Erdoğan ‘yönetme sevgisi’ ile siyaset yapmakta. di ve girdiği ilk seçimde birinci oldu. Ama partinin genel başkanı, siyasi yasağı sebebiyle başbakan olamıyordu. 2003 yılında CHP’nin desteğiyle yapılan bir yasal düzenleme, Siirt’te yenilenen seçimler ve Abdullah Gül’ün başbakanlığındaki hükümetin istifası ile 14 Mart 2003’te Erdoğan baş bakan oldu. Bu tarihten itibaren AKP liderliğinde girdiği her seçimden zaferle çıktı. 15 yılda 12 seçim kazandı, hiç kaybetmedi. Bu bakımdan, her ne kadar söylemi, üslubu, siyasal pratikleri eleştiri konusu olsa da hakkını teslim etmek gerekir ki Erdoğan olağanüstü bir başarı göstermiş ve Türkiye siyasal yaşamında kendisine tarihsel önemde bir yer edinmiştir. Peki bu başarı nasıl oldu? Oluyor?.. Birçok neden öne sürülebilir bununla ilgili, ama ben temel olduğunu düşündüğüm bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Hizmet araç, yönetmek amaç Daha ilk gençlik yıllarından itibaren Erdoğan “reis” olarak çağrılmaktadır. O yönetmeyi sevmekte ve tüm stratejisini kendisi tarafından yönetilme arzusunu üretmek üzerine kurmaktadır. Nasıl ki felsefe yapmaya yönelten asıl saik bilgelik sevgisiyse, siyaset yapmaya yönelten asıl saik de yönetme sevgisidir. “Halkına hizmet etmek” arzusu aslında pek siyasetin doğasıyla bağdaşmaz. Erdoğan üzerine analizlerde vurgulanan sahicilik ilkesi asıl burada geçerlidir. O, yönetme sevgisini saklamamaktadır. Hizmet onda sadece siyasetin aracıdır, ama amaç yönetmektir. Erdoğan yönetme sevgisi ile siyaset yapmakta. Sosyoloji bilgisine sanıldığından daha fazla vakıf olduğu da ortadadır. Henüz modernlik projesini tamamlayamamış toplumlarda bireylik gelişmediğinden özerklik değil “yâderklik” daha çok tercih edilir. Bu durumda insanlara sağlam iradeli ve güçlü bir lider imajı verdiğiniz takdirde başarılı olmanız kuvvetle muhtemeldir. Tabii başka birçok etkenin doğru yer ve zamanda bir araya gelmesi de gerekir. Ama belirleyici olan duygulardır. Siyasetçide yönetme sevgisi, toplumda yöneticiye sevgi ne kadar yoğun olursa seçmen tercihlerindeki oran da o kadar fazla oluyor. Şu da var ki bireylik ve kişisel özerklik fikri geliştikçe seçmen tercihi değişecektir. Bunun da emareleri var. Evet, enseyi karatmayalım!.. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear