25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

SAYFA 2 THERAPIA ALPER HASANOĞLU Özlem Yalım 22 Nİsan 2018, PAZAR Tasarım Mağara alegorisi...* Özgür ve lüks bir hayatımız var artık. Öneminin farkında değiliz ama öyle. Örneğin sabah duş almak istediğimizde su sıcak akıyor. Kime ulaşmak istesek bir telefon mesafesinde. İstediğimiz müziği Spotify’dan bedava dinleyebiliyoruz. Netflix’te keyfimize göre dizi bulabiliyoruz. Şiir okuyabiliriz. İlhan Berk mi, yoksa Salah Birsel mi olacağına biz karar verebiliriz. Bir kitapçıya gider ve Azra Erhart’ın Mitoloji Sözlüğü’nü satın alabiliriz. Bir dostumuzla herhangi bir kafede oturup hayatın ne kadar tekdüze olduğundan şikayet edebiliriz. Hatta ne kadar çok gazetecinin içeride olduğundan bile yakınabiliriz. Güneş doğar, güneş batar ve biz gün sayarız. Hayat bize katılmasa bile biz hayata katılabiliriz. Ve bununla gurur duyabiliriz. Sevmek ve sevilmek isteriz sanırım. İnsanlık tarihi aşkın imkânsızlığı üzerine kurulmuştur ama biz bunu erkeklerin savaşı üzerinden anlarız. Ve öylesine yürürken bir derenin kurumuş yatağında, uzakta bir mağaranın karanlık ağzı gülümser. İçimizden biri, telaşlı ve şaşkın, ne yapacağını bilmeden ve ama kendinden emin geriye döner ve koşarak seslenir: “Ben deli değilim!” Kimsenin aklına gelmez sorgulamak Ne kadar çok insan yaşamaktadır o mağaranın içinde. Zincire vurulmuş ya da zincirle vurulmuş. Doğduklarından beri orada öyle. Zincirleriyle birlikte. Elleri, kolları, bacakları ve rüyaları. Önlerinde bir duvar. Duvarda gölgeler. İnsansı silüetler, durmadan kımıldayan hayaller, gelip geçen hayat, aydınlık tasavvuru, bir koku sanrısı, bir güzellik varsanısı. Kimsenin aklına gelmez sorgulamak. Sorgulanacak bir şey olduğu da gelmez kimsenin aklına. Başka bir şey olduğu bilinmezse mutsuz olunmaz. Ama neden mutlu değillerdir? ‘Biri’ kıpırdanır içlerinden. Elini uzatır ve zincirden kurtulur kolu. Ayağını uzatır, kelepçe düşüverir yanına. Sağına soluna bakmak gelir aklına, başını hareket ettirebildiğini fark eder. Kimse zincirlerin çıkardığı sese bakmaz. Böyle bir ses olmamıştır ki hiç hayatlarında. Milano Tasarım Haftası geçip giderken... Tasarımın pornografisi 165 ülkeden ortalama 300 bin kişinin bir hafta süresince Milano’ya akın ettiği tasarım haftası 1722 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirildi. Bu yıl 57’ncisi gerçekleştirilen Salone del Mobile’nin etrafında, kente yayılan onlarca farklı bölgede yüzlerce etkinliğin yer aldığı tasarım haftası süresince Milanoluların büyük kısmı kentlerini terk etmeyi tercih etti. Diğer yandan pek çok işletme yıllık gelirlerinin yüzde 50’sini bir hafta içinde gerçekleştirebildiklerini belirtti. Eh izleyiciler olarak biliriz ki, Milano tasarım haftasında konaklamak, yemek ve içmek, normal zamanların üç veya dört misli bütçe ayırmak anlamına gelir!.. Tasarım çevrelerinde ise Milano artık eski tadında değil. Tasarım haftasının olmazsa olmazlarından Tom Dixon, 15 yıldır ilk kez bu yıl etkinliğe katılmayacağını açıkladı. Dixon yaptığı açıklamada etkinliğin hâlâ sektördeki en önemli etkinlik olduğunu, ancak ne yazık ki zaman içinde, saf bir ticari fuar olmaktan çıkıp bir halk festivali olmak yönünde mutasyona uğradığını belirtti. Dixon ve atölyesi, artık iki yılda bir katılacakları fuarın yerine bire bir ülkeleri ve kentleri gezerek kendi etkinliklerini yürütecekler. Bence de yerinde bir karar. Nisan’da fuar alanının ortasına kar yağdırıp mobilya sergilemek pornografi değil de nedir? Toplumsal tüketimin pazaryeri cı Jasper Morrison ise fuarın adının mobilya fu arı yerine pazarlama fuarı olarak değiştirilmesi Fuarın dönüştüğü bu durumu ilk eleştirenler ni önermişti. den biri 2013’te Dezeen’in baş edi Fuara en çok darbeyi vuran ge törlüğünü üstlenen Marcus Fairs olmuştu. Kuşkusuz 2015’te tasarımcı Hella Jongerius ve teorisyen Louise Schouwenberg’in yayımladıkları “ye Tasarımın temelini oluşturan “Eşya”nın her lişmelerden biri, kontrolsüzlükten dolayı nahoş anılara imza atan Zona Tortona bölgesinde kendiliğinden gelişen tasarım kalabalığı ol nilik takıntısı”nı dert edinen manifestoları doğrudan Milano’yu hedef almasa da, hemen fuar açılışından önce ya türlü pornografik halini her türlü du. İlk zamanlarında içinde barındırdığı keyifli sergileri, farklı atölyelerde imalatçılarla doğrudan bu yımlanması ve tasarımcıları daha so pornografik sahnede luşabilme ayrıcalığı, bağımsız ta rumlu ve daha “gerçek” işler üretmeye davet etmesi sebebi ile önem taşıyordu. izleyebilmek dünyada sadece sarımcıların keşfedilebilmesi gibi özellikleri ile kısa sürede ilgi odağı olan bölgede 2009’da büyük ve Tasarım dünyasının en önemli isimlerinden Alice Rawsthorn da pek çok kere pek çok farklı mecrada yap bu hafta boyunca mümkün!.. kontrolsüz bir arbede yaşandığında ben de o kalabalık arasındaydım; ve diyebilirim ki olup bitenlerin ta tığı eleştirilerle fuarın artık utanmaz sarım mesleği ile alakası bulunmu bir biçimde “promosyonel” hale gelişini, tasarım yordu. Ülkemizde Zona Tortona hâlâ iyi bir örnek dan ve teknolojiden gittikçe uzaklaşarak toplum gibi algılanadursun, tasarım profesyonelleri bu böl sal tüketimin özendirilmesine yönelik bir pazar genin ismini duyduğunda artık bir hayli çekinceli yeri havasına büründüğünü vurguladı. Tasarım davranıyorlar; çeşitli araştırmalarda da fuara en çok zarar veren deneyim olarak anılıyor bu bölge. Geleneksele dönme çağrısı Fuar yönetimi tüm bu ağır eleştiri yükünün altında öyle ezildi ki bu yıl kendisi de bir manifesto yayımlayarak Milano’nun 1960’lardaki özüne dönmesi, yeniden üretimi, özgünlüğü, tasarımı kutsaması için açık çağrıda bulundu herkese. Bu çağrının sonuçlarını elbette bu yıl görmek mümkün olmayacak; ancak gelecek yıl belirgin ölçüde bir kalite artışı olması beklentiler arasında. Belki de yazının başlığı tüm bu anlattıklarımla biraz olsun anlam kazanabilmiştir: Doğal bir deneyim olan seksin tüm mahremiyetine karşılık tahrik amaçlı pazarlanması ile, özgün ve mesleki olanın pazarlama amaçlı sergisi arasında Milano sokaklarında dolaşırken, o pek gösterişli, fantezi dolu görsel bombardımandan dolayı bir tasarımcı olarak bağ kurmamak pek de mümkün olmuyor. Tasarımın temelini oluşturan “Eşya”nın her türlü pornografik halini her türlü pornografik sahnede izleyebilmek dünyada sadece bu hafta boyunca mümkün!.. Felsefe tarihindeki en önemli en güzel öykülerden biridir Platon’un mağara alegorisi. Ayağa kalkmak gelir aklına o ‘Biri’nin. Kalkar ve başını geriye çevirir. Gözleri kamaşır, korkar, ne yapacağını bilemez; gözlerini kapatır, tekrar açar, yavaş yavaş alışır, hemen arkalarında, duvarın öte yanında yanan ateşin aydınlığına. Korkusunun yerini şaşkınlık alır. Duvarın üstünde şimdiye kadar hiç görmediği nesneler vardır. Tekrar önüne döner ve gölgelerin o nesnelerle ilişkisini anlamaya çalışır. Kafası karışır. Hayatın tadı Mağaranın girişinden yansıyan aydınlık çeker dikkatini. Zincirli arkadaşlarına bakar. Öylece duran kendi boş ve anlamsız zincirlerine de. Hiçbir şey olmamış gibi bakmaya devam ediyorlardır hepsi duvardaki gölgelere. Bir şey olmuş mudur ki? Mağaranın girişindeki ışığa doğru yürür tökezleyerek. İlk kez yürüyen bir bebek gibi. Gittikçe güçlenen aydınlık neredeyse kör eder gözlerini. Korku ve şaşkınlıktan kalbi çarpar. Geriye kaçmaz ama. İlk defa gördüğü güneşin kamaştırdığı gözleri alışınca aydınlığa, dışarısının tadını hisseder bütün bedeninde. Hayatın tadını. Ne çok ve ne kadar farklı şey vardır dışarıda. Hayatı boyunca mahkum olduğu renksiz gölgelerin dışında, rengarenk bir doğa, capcanlı bir gökyüzü, sonu bilinmez bir orman, avaz avaz hayvanlar, huzurlu bir ağaç altı. Ne yapacağını bilemez. Tek başına, korkar yalnız olmaktan. İçeri gidip haber vermek ister arkadaşlarına. Koşarak ve coşkuyla mağaraya girer ama hiç de iyi yüz görmez. Deli derler ona. Saçmaladığını, haddini bilmediğini, neden bahsetttiğinden haberi bile olmadığını haykırırlar yüzüne. Gülerler ve alay ederler. Kimileri de kızar. Rahatlarını kaçırdığı için. Kim kalkacak da onun dediğinin doğru olup olmadığını kontrol edecektir. Üstelik dışarısı gerçekten de varsa, ne kadar güvenlidir acaba? Onlar duvardaki gölge boksundan memnundurlar. Bildikleri ve ne galip geldikleri ne de mağlup oldukları o oyunsudan hiçbir şikayetleri yoktur. Hadi diyelim denemek istediler dışarısını, zincirlerinden nasıl kurtulacaktırlar ki? Dinlemezler bile artık onu. Nasıl kurtulduğunu zincirlerinden bilmek istemezler. Bilmek karar vermektir, risk almaktır; bilmemekse tutsaklığın rahatlığı… Zincirlerin aslında var olmadığınıysa, duymak dahi istemezler. Bildikleri tek şey budur oysa… *Felsefe tarihindeki en önemli en güzel öykülerden biridir Platon’un mağara alegorisi. Felsefeci dostlar o alegoriyi alıp istediğim gibi yoğurmuş olmamı affederler umarım. Seda Yılmaz Ermeni fotoğraf sanatçısı Maryam Şahinyan sergisi İzlenim Objektifin ardına gizlenen kadın 1936’dan itibaren 50 yıl Beyoğlu’ndaki stüdyosunda sayısız insanı fotoğraflayan Maryam Şahinyan’ın fotoğrafları ilk kez sanatçı Tayfun Serttaş’ın çabasıyla 2011’de sergilendi. Şimdi, 27 Nisan’dan 26 Mayıs’a kadar sürecek çok daha kapsamlı bir sergiyle Pilevneli Gallery’de Şahinyan’ın dünyası anlatılacak. Tarihsel anlatıların merkezinde daima erkek vardır. Hal böyle olunca başarılar, ilkler, zaferler hep erkeğe mal edilir. Kadının payına düşense görülmemek, ola ki görülürse de görmezden gelinmektir. Mesela, 1936’dan itibaren 50 yıl boyunca Beyoğlu’ndaki fotoğraf stüdyosunda sayısız insanı fotoğraflayan ve bununla ülkenin sosyokültürel dönüşümlerini belgelemiş olan bir kadının adı sanı pek bilinmez. Bu stüdyo fotoğrafçısının iki dezavantajı vardır üstelik; kadın ve Ermeni olmak!.. Hem kadını hem de azınlığı yok sayma “kasları” fazlasıyla gelişmiş bir toplum olduğumuz için Maryam Şahinyan’ı pek azımız tanırız. Oysa onun çektiği fotoğraflar, İstanbul’da nice ailenin albümüne girmiş olmalı. Foto Galatasaray’da, objektifinin karşısına geçip poz verenler arasında kimler yoktur ki?! İki dirhem bir çekirdek kadınlar, tiyatro grupları, müzisyenler, rahibeler, vaftizlik ve sünnetlik çocuklar, subaylar, transeksüeller, gay çiftler... Fotoğraflar arasında gezinirken, bir bakmışsınız Beyoğlu’na şapkasız çıkılmayan zamanlardasınız ya da köyden kente göç dalgasının tam ortasında. İstanbul’un değişen zamanlarının, değişen yüzlerinin tanığıdır her kare. Maryam Şahinyan, Beyoğlu, 1950 Maryam Şahinyan’ın zengin arşivi, 1994’te, yok olmak üzereyken Aras Yayıncılık’ın kurucusu Yetvart Tomasyan tarafından kurtarıldıktan sonra tıpkı Şahinyan gibi kendi halinde kaldı. Yaklaşık 20 yıl, el sürülmeden bir depoda bekledi. Arşivin kaderini değiştiren, sanatçı Tayfun Serttaş oldu. 1139 kutu dolusu negatif filmi elden geçiren, temizleyen ve dijitalleştiren Serttaş, Şahinyan’ın fotoğraflarını ilk kez 2011’de SALT’ta sergiledi. Şimdi, 26 Mayıs’a kadar sürecek çok daha kapsamlı bir sergiyle Pilevneli Gallery’de Şahinyan’ın dünyasını anlatıyor. Objektifin arkasında güvendeydi Onca insanı fotoğraflayan Şahinyan’ın topu topu dört adet vesikalık fotoğrafı, bir de aile fotoğrafı bulunuyor. Kameranın önünde olmayı hiç sevmemiş belli ki. Müşterileriyle ilişkilerinde me Maryam Şahinyan, Beyoğlu, 1946 safeli, içe dönük bir kadın olmuş. Stüdyoya gelenlere soru sormaz, kendisine soru sorulmasından da hoşlanmaz. Kapalı bir kutudur adeta. Yetvart Tomasyan, iki yıl önce bir söyleşide, sadece birkaç kez gördüğü Şahinyan’dan bahsederken, Ermenilerin hiçbir zaman kendilerini birinci dereceden vatandaş, yurttaş olarak göremediklerini, bu yüzden Ermeni zanaatkârlar ve ustaların müşterilerine karşı hep iyilik meleği rolünü oynadıklarını anlatır. Nesilden nesle aktarılan bir korkunun varlığını açık eder ve “Maryam, müşteriyle katiyen tartışmıyor. Çektiği fotoğraf beğenilmezse bir kez daha çekiyor. Olmazsa parayı iade ediyor. Ben de bugün hâlâ kimseyle tartışmak istemiyorum” der. Maryam Şahinyan’ın bir kadın ve bir Ermeni olarak kendini en güvende hissettiği yer objektifin arkasıydı belki de!.. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear