Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 18 MART 2018, PAZAR So?al?sğ?ul?ınk Diktatör değil vibratör Uluorta öpüşen insanları taşlayan kültürlerle, uluorta öpüşen insanların yanından tatlı bir tebessümle geçilebilen kültürler yeryüzünde bambaşka iki dünyayı temsil ederler. Uluorta öpüşen insanların taşlandığı coğrafyalarda öncelikle çocuklar ve kadınlar tehlikededir. Başlarına her şey gelebilir. Uluorta öpüşen insanların yanından tatlı bir tebessümle geçilebilen kültürlerdeyse çocuklar ve kadınlar çok daha güvendedir. Bu iki kültürden birinde ahlak bekçiliği kavramı ayıp sayılır; diğerindeyse baş tacı yapılır. Özgürlük kavramı birinde insan hakları açısından ele alınır, diğerinde örf, adet ve tabularla sınırlanır. Ahlakla ilgili tartışmalarda hak değil de sınır diye bir kavramdan yola çıktığınız anda karşınızda ‘başkalarını rencide’ ölçüsü belirir. Ve tartışma “Özgürlüğün de bir sınırı var!” duvarına toslar. Gerçek şudur ki, hakları değil de o ‘başkalarını’ umursarsanız ne siyasi devrim ne de ne de cinsel devrim yapabilirsiniz. Anca olduğunuz yerde mızmızlanırsınız ve mevcut sistem içinde kalakalırsınız. Uluorta öpüşenlerin taşlandığı kültürlerde yazılı olmayan toplumsal kuralları savunmayı kendine iş edinmiş ahlak bekçileri, orospuluk kadar eski bir meslek olan bu fahri işe soyunurken buna güvenirler. Ahlakın cahil bekçisi Sınır kelimesinin karşısında kilitlenecek olan reflekslerin üzerine üzerine giderler. Sokaklarda uluorta öpüşen bir çifte çıkışan insan da bu sınır paradoksunun ürünüdür, 8 Mart kadın yürüyüşünde taşınan pankartların bazılarını aşırı bulan insan da. Ahlak polisliğinin her çağda değil ayrıca her kültürel sevide de mutlak bir kontenjanı vardır. Bir toplu taşıma aracında öpüşen insanlara laf eden... Kendisine “Ahlak bekçisi misin sen!” diyen bir kadına... Göğsünü gere gere “Evet ahlak bekçisiyim, ben Avrupalı değilim” diye diklenen... Ve her türlü flört, aşk, meşk, neşe karşısında kendini ‘suçluları’ uyarmakla vazifeli gören cahil insanla... Bir kadın hareketi yürüyüşünde taşınan pankartları fazla edepsiz bulup, edepsizliğin harekete zarar verdiğini düşünen ve kadınların şunu söyleyebileceği ama bunu söyleyemeyeceği konusuna ahkam kesen okumuş insan, göbekten birbirine bağlıdır. Tartışılan pankartlarda, kadın cinselliğini deşifre eden... Ahlaki tabuları hiç gocunmadan deviren... Kadın cinsel organlarını açık adlarıyla kullanmaktan zerre çekinmeyen... Lafını hiçbir şeyden sakınmayan... Utanmak nedir, ahlak ne ister, el alem ne der diye düşünmeden kurulan cümleler... Onlarda tedirginlik yaratığı andan itibaren verdikleri tepkiler... Kadınları bir sınıra davet etmeler...“Ama bu kadar da olmaz” demeler... Kadınlara kullanacakları dili öğretmeye kalkışmalar... Diğer örnekten daha da yüksek rütbeli bir ahlak bekçiliğidir ama diğeriyle aynı düşük değerdedir. Özgürlük, uluortaöpüşmektir Neticede metrobüsteki müdahaleci cahilin bilinciyle, kadın hareketine ayar çekmeye çalışan müdahaleci aydının bilincini oluşturan aynı dürtü, aynı gafletten beslenir, aynı korkularla hareket eder ve meselenin üzerine aynı hadsizlikle gider. AFP 26 Eylül 2017 Kadri Gürsel Silivri Cezaevi’nden tahliyesi sonrası karısı Nazire Gürsel’le kavuşmanın mutluluğu içinde. “Diktatör değil vibratör istiyoruz” yazılı bir pankarttaki muhteşem cümleye gelen itirazla, metrobüste öpüşen aşık çifte yükselen itiraz arasındaki bağın üzerinde cambazlık yapan o iradeyi kökünden söküp atmadıkça eşitlik, adalet ve özgürlük meselelerinde bir adım bile yol alınamaz. Onu söküp atmanın tek yolu da “Düşünceye ve ifadeye hiçbir şekilde sınır koyulamaz” düsturunu sonuna kadar, ‘ama’sız bir şekilde savunmaktır. Uluorta öpüşen insanların taşlandığı ülkelerdeki düzen elbet bir gün değişir. Ama susarak ve dayatılan edep sınırları içinde kalarak değil. Aksine... Uluorta öpüşülerek... Ve ısrarla diktatör değil vibratör isteyerek. En iyi doktorlar, en etkili ilaçlar... Her şey ama her şey birincilik peşinde İlaç yarışmaları Sağlık hizmet alanının sessiz yükünü çeker tıbbi mümessiller... Hayatları yollarda geçer. Eczacı, doktor ve şirketev arasında sıkışmışlardır. Yaz, kış, yağmur, çamur demeden kendileri için tanımlanmış geniş bir bölgede çalışan her hekimi ve eczacıyı bulmak, yüzlerini onlara devamlı hatırlatmak, onların hoşlarına gidecekleri konularda onlarla muhabbet etmek, onların kimi isteklerini yerine getirmek ve bu temaslar sırasında da ilaçlarından söz ederek satışlarını arttırmak zorundadırlar. Oysa Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre reçete ile satılan ilaçların reklâmını yapmak yasaktır. O nedenle tıbbi mümessiller ilaçların reklâmını değil, “tanıtımı”nı yaparlar. Peki, bir ilacın tanıtımı, hemen her hafta düzenli olarak reçete yazan hekime ya da satan eczacıya “yüz göstermek”le mi yapılır? Eğri oturup doğru konuşalım; Bir ilacın her hafta tanıtımı yapılır mı? O ilaç hakkında her hafta tanıtım yapılacak yeni bir bilgi mi üretilmektedir bilim alanında?.. Yoksa tanıtım yapılan kişinin zekâ seviyesi yeterli değildir de ancak her hafta yapılan hatırlatmalarla mı tanıtılmaktadır ilaç? Ya da aslında herkesin bildiği bir sır olarak, tıbbi mümessilin asıl işi tanıtım değil de pazarlama mıdır? ‘Bizim ilaç en iyisi!’ Eskiden ne güzeldi okullar en azından benim okuduklarım. Ne bileyim, sınıfımızın da okulumuzun da birer tane birincisi olurdu örneğin ben hiç olmadım. Başka bir yerlerde de birincilik yarışı falan olmazdı. Ama ne acı, büyüyüp de kirletince dünyayı fark ettim ki üçüncü bin yılın uygarlığının alametifarikası birincilik!.. Postmodern dünyada herkes birinci. Hiç kimse ikinciliği beğenmiyor. İlla ki birinci!.. Dünyanın en kötü havayolu şirketlerinden birisinin “.... destinasyonuna en çok yolcuyu biz götürdük” diyerek o alanda birinciliğini açıkladığını okuduğumda da bu konuda birkaç kelam etmek gerektiğini düşünmüştüm. Ama hemen sustum. Sustum, çünkü hekimlik de aynı durumdaydı. Dahası bilim de aynı çukurda. En iyi doktorlar, süper mucizevi yöntemler, en etkili ilaçlar... Her şey ama her şey birincilik yarışında. Gerçekten de 25 yıllık hekimlik hayatımda bugü ne kadar herhangi bir tıbbi mümessil çıkıp da “Bizim ilaç, öteki kadar etkili” demedi. Dikkatinizi çekerim “öteki” ilaç daha iyi demesini beklemiyorum: “Öteki kadar” bile demedi. Hepsi birinci! Hepsinin ilacı öteki ilaçtan kesinlikle daha iyi... Excel tablosunda çizilip kuşe kâğıtlara aktarılan ya da son dönemde el bilgisayarlarında gösterilen bar grafikler, “tanıtımı” yapılan ilacın ötekinden daha iyi olduğunun da kanıtı. Peki, ilaçların hepsi birinciliği paylaşıyorsa etki gücü bakımından bizim hastalar neden hâlâ tık nefes?! Bizi utandıran küçük şeyler Gerçekten de hayatın sırrı aslında “küçük şeyler”de saklı. Örneğin ilaç şirketlerinin bilimsel araştırmaları finanse etmenin dışında başka hangi insani yollarla sağlık çalışanlarını etkilediklerini merak etmek gerek. Söz gelimi, bir hekim ya da eczacı, kendisiyle sürekli temas edip muhabbet eden bir mümessilden nasıl etkileniyor? Onun ilacını nasıl hatırlıyor? O kişi ile kurduğu ilişki, o ilacın etkisinin önüne geçiyor mu? İnsanı insan yapan kadim bir duygunun yansıması olarak, ondan aldığı küçük hediyelerin karşılığını hiç farketmeden ve karşılık beklemeden onun ilaçlarını yazarak ödüyor mu? Hani karşı komşudan gelen tadımlık yiyecek dolu olan tabağın boş olarak geriye iade edilmemesi gibi.. Velhasıl “küçük şeyler”den bahsediyorum. Kutu başı alınan gayri yasal ve ahlâksız paralardan, bilimsel toplantı adı altında yapılan turizm faaliyetlerinden falan değil. “Bizi yarıştıran / bizi yönlendiren / bizi utandıran” küçük şeylerden bahsediyorum. Neoliberalizmin kötülüğünü hayatın kılcal damarlarına taşıyıp kötülüğü meşrulaştıran, kanıksatan, doğallaştıran “küçük şeyler”den bahsediyorum. Direnişin başlayacağı o “küçük şeyler”den, gündelik hayatın ta kendisinden... Barbaros Şansal Çalıntı zaman Renklerle dans Renkli Hayatlar Zap zup bir sabah. Altyazılar, “Az sonra”lar, flaş haberler... Kanal değiştikçe değişmeyen bir dünya... Ekranlar rengarenk dekorlarla cafcaflı. Nasılsa hepsini tanımışım, lodos yemiş ada vapuru gibi hepsinin gerçek kimliği ve hayatları sanki yandan çarklı... Albenisi silikon, botoks ve estetikten mamul, dişleri bakkal brandası hamur, kaynak saçlar salkım saçak bir hatun; yanına, mutlaka, entel dantel gözlüklü, kirli sakallı bir magazin uzmanını da dibini tutturmadan kavur! Memleket yerli ve milli ama konuşulan konular hep icadı gâvur!.. Oh be! “Renkli hayatlar”ın karanlık içini dökeyim biraz önünüze. İster okuyun isterseniz bir kenara koyun ama hiçbir şey göründüğü gibi değil, sonunda yenense hep ahlaki bir sille. ^¡^ Anlı şanlı bir dilber beliriverdi ekranda. Emanet bir kostüm, boyaya batmış bir surat ve bolca figüran dolu etrafında. Gezenti tilkileri çoktan gönderilmiş, şimdi bir muktedir mahlukat var belli ki ona tam destek yatak odasında. Sattığı ahlak, bakan ahmak, araya reklam, biraz uzman, biraz yaşam koçu, biraz da kumarbaz avukat hem de en muşhurundan olan... Konu ise köyün ihtiras ve şevhet cinayeti, üstelik leş gibi ajitasyon kokan... Hooop, zappp! Düm teka düm tek, şimdi de biraz darbukacının kızının aşka hâkim rol arkadaşı ile düşmanlarının dedikodusunu izlesek!.. Azıcık zey tincinin metresi, biraz nikelaj kelaj küspesi, hemen yanına demet demet pırasa, hey gönül, daldan dala konan serçe karga çıktı anlasana!.. Uf of oy aman, zap zup geçsin zaman. ^¡^ Zap zup, Zap Suyu’nu unut. Ekranda ağzından salyalar saçarak ona buna sallayan bir dallama, hem de yaşlı solistlerle fındık kırıp şöhret yolundan atlama... Din iman bahane, otel odalarında mercimek fırında basılıp da rol icabı ahlâk satıp ahkam kesmek şahane. Erkekliğin kitabını yazan bu değil, yazsa yazsa yedikleri haltlar destan olur herhalde. Kap kumandayı, yine geldi zamanı başka kanala geçmeye, o şimdi yarı çıplak yarışıyordur, gönlüm yok ki ucuz lümpen jigolo seyretmeye!.. ^¡^ Aman da aman kimler gelmiş, Kasımpaşa’lı mutfakçının oksijen sarısı saçlı metresi taksi parası vermemek için Şişli’deki pasajın arka kapısından “para bozdurup geliyorum” diye şöhrete kaçıvermiş. Yaşlı manken kocasının çiftlik aşkı artık nostalji, her dönem işini bilirdi, Beyoğlu’nda erkek mağazasında tezgâhtar iken kendisi... Rast gelsin yeniden bas kumandaya, çayını tazele yaslan bakalım arkana. Mankenler mankencikler, peşlerinde hep mama işini iyi bilen malum magazinden hallice sakallı kameraman gazeteciler. İyi de bunlar, bunca yıllık defilelerin hiçbirinde boy göstermediler. Hem birkaç gösteriye çıkmış olsalar bile, gösteri başı 35 bin lira ancak gelir elde edebilirler. Bu parayla berbere bile yetmez ki giderler? Belli ki gideri olunca getirisini pek iyi bilirler. Sanırım bunlar bar, AVM ve kebapçı çıkışında dörtçekere binen meşhur dilberler. İyi de kardeşim “Kayıt Dışı Ekonomi Daire Başkanlığı”nın yolunu bunlar nasıl bilmezler! Yoksa bir kadına nereden para kazandığı sorulmaz diyenlerden midirler? Tak merkez, Ak Merkez... Sütten çıkmış ak kaşık misali debelenirken herkes... ^¡^ Zaplama zıplama nerdeyse gözlerim kör oldu tak etti canıma. Kimi darbukacıdan, kimi topçudan, kimi popçudan palazlanmış. Kimi jüri üyesi kimi internet fenomeni kadarmış. Dizi dizi inciler hepsi güzellikte birinciler, neredeyse inandıkları dünyayı bunlar yaratmış, gerisi bir elinde ayna bir elinde cımbız kadarmış. Saçını kim ne zaman taramış bilemem, Yıllarım o dünyaya teğet geçti, kerizin göz ucuyla hayata ilişemem. Bir varmış bir yokmuş bu hayatlar, kapat televizyonunu gel kahveye, bende bunların hepsinin kirli özgeçmişi de var. Yine zamanınız çaldım bu hafta, bırakın onlar vur patlasın çal oynasın, yaşasın yalan dünyanın jet sosyetik ekranlarında... Ünsal Hoca aramızda... “Kızı zenci bir genç adamla evlenmeye kalkışmadığı sürece, beyaz bir ‘beyazyakalı’ için zenci karşıtı olmamak, çalışma yerinde, okumuş arkadaşları arasındaki hayatını kolaylaştırmaktadır. Üstelik bu durumdaki liberallik, eyleme dönüşme durumu ile karşı karşıya kalmamış bir liberalliktir ve kolaydır. Sınanmamıştır. Kızı bir zenci ile evlenmek istediğinde ise işte bu sınav söz konusu olmaktadır. Kızı zenci ile evlenmiş bir beyaz olmak, bir olasılıkla ‘beyaz yakalı’ diğer arkadaşlarının çoğunluğu için de, toplumun büyük bölümü için de bu adamı ‘itibarsız’ biri gibi gösterecektir. Orta sınıf kültürü, ‘sürüden ayrılanı kurt kapar’ dediği için, zenci bir damat söz konusu olduğunda bu liberal beyaz, ‘radikalleşecektir’ zenci konusunda. Radikalleşmesi ise, o zamana kadar kendini bir oranda uzak tuttuğu orta sınıfın genel geçer dünya görüşü yönünde olacaktır. Beyaz ‘beyazyakalılar’ın kendilerini uzak saydıkları ortalama beyaz ‘orta sınıf’ insanlarının geleneksel değerler sistemine yönelecektir” (Ünsal Oskay, İletişimin ABC’si”, 1999, s. 6768). C MY B