Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
13 EKİM 2013 / SAYI 1438 3 Fotoğraf: : ECE GÜRLÜ Herkes girdabına yakın duruyor Gazeteciyazar Ali Deniz Uslu, “Girdap Balıkçısı” kitabıyla bir yolculuğa çıkarıyor bizleri; bugünü, geçmişi, geleceği hedefleyen bir yolculuk bu. Öfkeyi de, korkuyu da barındırıyor. Okuyanlar da onun gibi kendi girdabıyla yüzleşsin istiyor Uslu. G Vampirler Türkiye’de Eğer Türk bir vampirseverseniz, artık ABD’nin uçsuz bucaksız kasabalarında geçen öykülerle yetinmek zorunda değilsiniz. Deniz Yavaşoğulları V17’yle bu coğrafyada geçen bir vampir hikâyesine imza attı. DENİZ ÜLKÜTEKİN Kitaptaki karakterlerin vampirlere baştaki bakışı nasıl? Kitapta bu bakış açıları nasıl evriliyor? Sizin veya benim bakış açım gibi. Varlıklarına inanmıyorlar. Ancak inanan bir adam var, zaten “vampirlere inanan adam” diye tanınıyor. Serkan Yetişkin adlı, eski bir ilahiyatçı, kafayı bu konuya takmış, “Hayatın Şifreleri” tarzı programlara katılıp, varlıklarına dair kanıtlar sunuyor, kimseye inandıramıyor tabii. Romanda, diğer insanlar ona deli gözüyle bakıyorlar. Ana karakterlerden Mert, vampirlerin var olduğunu gözleriyle görünce şoka giriyor, çaresizlikten bu adamla iletişim kuruyor. Kitaptaki vampir karakterlerden bahsedebilir misiniz? Türkiye’ye özgü ne gibi ilginç vampir tiplemeleri var? Baş karakter Michelle, güzel bir kız, orada burada gördüğümüz “vampir” tiplemelerinden çok farklı değil. Ancak Türkiye’dekiler, tamamen buraya ait karakterler. Biraz daha sert ortamlardalar, mafyavariler, Kurtlar Vadisi’nden çıkmış gibiler aslına bakılırsa, entelektüel bir yanları da yok. Bir de Osmanlı’dan kalma, “Paşa” diye anılan bir vampir var, o daha farklı, çok karizmatik bir adam. 20 yılda bir kimlik değiştiriyor ve gerçek yüzünü gören çok az kişi olduğu iddia ediliyor, ilginç bir karakter. İkinci kitapta daha çok yeri olacak. Vampir kavramı özellikle Hıristiyanlıkta artık biraz da karikatürize hale gelmiş bir mit. Kitabınızda bu kavramı İslamla karşı karşıya getirdiğinizde ne gibi sonuçlar çıktı ortaya? İlk vampir olarak bahsi geçen Kabil, yine vampir diye söz edilen Lilith İslamda yer almıyor. Ben dinden çok, evrensel bilim üzerinden gittim. Vampirliği bir virüsle değişim geçiren, evrimleşen “insan” olarak ele aldım. Vampirliğe sebep olduğundan söz edilen Vc17 veya V17 diye de geçen virüsü ön plana koydum. Hatta kitabın adı da buradan geliyor, ancak “V17” romanda bir anlama daha sahip, onu da ikinci kitapta ortaya koyacağım. l denizulk@gmail.com T ürk ve yakın coğrafya mitlerinde pek fazla yeri olmayan bir türdür vampirler. En azından bugüne kadar böyleydi. Çocukluğundan beri vampir öyküleri ve filmlerine ilgi duyarak büyüyen ve dergimizin de eski bir çalışanı olan Deniz Yavaşoğulları, ilk kitabını Türkiye’de geçen bir vampir hikâyesine ayırmış. Kapak tasarımını Emre Senan’ın yaptığı V17 isimli kitap, belki türünün ilk örneği ama sonuncusu olmayacak, çünkü Yavaşoğulları ikinci kitabın müjdesini de şimdiden veriyor. Türkiye’de geçen bir vampir hikâyesi yazma fikri nasıl ortaya çıktı? Size ilham veren neydi? Vampir filmleri izleyerek büyüdüm, The Lost Boys’u seyrettiğimde dört yaşındaydım ve o günden itibaren bu ilgim hiç sönmedi. İlk okuduğum kitap da “Küçük Vampir” serisiydi. Çocukken vampir konulu resimli hikâyeler yazardım, kafamda film olarak canlandırırdım. Büyüdükçe Türkiye’de vampir kitabı ve senaryosu yazmanın özentilik olacağı önyargısı kafama girdi. Aynen bunu dile getirdiğim bir tweetimden sonra Güven Erkin Erkal, yazmam için bana cesaret verdi, gerçekten o gün de yazmaya başladım. Yabancı karakter kullanarak yumuşak bir geçiş sağladım sanırım. Sizce Türkiye vampir hikâyesi için uygun bir dekora sahip mi? Dekor var, ama içerik tuhaf, böylelikle tuhaf da bir mizahı oldu kitabın. Kitabın hikâyesinden bahseder misiniz? Michelle bir vampir, yıllardır görmediği Amerikalı babasının yanına taşınmak durumunda kalıyor. Babası Bolu’da yaşıyor, evlenmek üzere. Evleneceği kadının iki çocuğu var, bunlardan biri Michelle’in durumunu keşfediyor ve olayların ortasında kalıyor. Bir gençlik romanı yazmak istedim, izleyerek büyüdüğüm Fright Night, The Lost Boys gibi 80’lerin komedi de içeren vampir filmleri kılavuzum oldu. V17’yi bir kitap serisi olarak düşündüm, “Tanışma” ilk kısmı. irdap Balıkçısı, çalışma arkadaşımız, gazeteci Ali Deniz Uslu’nun ilk kitabı. Bir nevi günlük bu, ama sadece kendi hikâyesi değil anlattığı, yaşadığımız çağda hepimizin hissettiği duyguların, sıkışmışlığın, korkuların, öfkenin bir dışavurumu. Kendi hayat girdabının yanında durmakla yetinmeyip oradan bir balıkçı edasıyla anılar süzüyor Uslu, bizi de buna yapmaya davet ediyor. “Okuyucu küçük bir cümle yakalarsa, huzursuz olur ve yerinden kalkarsa doğru bir iş çıkmıştır” demesi bundan. Önce Ali Deniz Uslu’ya kulak verip, sonra da Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan “Girdap Balıkçısı” kitabıyla bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz? Nasıl gelişti Girdap Balıkçısı’nın çıkış hikâyesi? Gazetecilik menem bir uğraş, karanlık bir oda gibi. Neye çarpacağınızı, neye takılıp, neye dokunacağınızı bilemiyorsunuz çalışırken. Birden ışık yanınca da aydınlığa uyum sağlamak zaman alıyor. Ben ise hep bilmek istediğim, merak ettiğim işlerin peşinden koşmayı denedim, cevabını bilmediğim soruları sormayı sevdim. Aslında sorduğum her soru kendimeymiş, cevaplar da bir yerde sinsi sinsi toplanmış. ve hesaplaşmaları bir Yük ağırlaşınca bir koşu kenara bırakalım, çoğumuz gidip ölülerimi gömüp de seçemediğini değiştiremedi. gelmem gerekiyordu. Girdap Buna da kader demeyi Balıkçısı bu noktada bir çıkış öğrendik zaten. Ama işin sağladı. Kimliksizdi, benden aslı bizi yaratan seçtiklerimiz daha özgürdü. Arada sırada değil, seçmediklerimiz. bana sataşması gereken Dört başlıktan oluşuyor huysuz bir dost gibiydi. kitap; “Her ruh sahibini Sonra farklı mecralarda ESRA arar...”, “Doğru işlenmesi yazmaya başladım, bu yazılar AÇIKGÖZ gereken günahlar da 46 Magazine’den. Orada deli var?”, “Âşık olmaya işi yaptığımız için sırıtmadı, azmettirenler?” ve “Edebiyattan sonra da aldı yürüdü. cinayete teşebbüs”. Korkuyu Neden “Girdap Balıkçısı” adını anlatarak selamladığın okuyucuyla, seçtin? Neyin girdabı bu? nihilist bir sonla vedalaşıyorsun. Girdap çok ironik bir metafor. Korku ve öfke, kitaba en çok sinmiş Herkesin aklında farklı bir yanılsamaya iki duygu. Nedir bu duyguları diri sahip, bendeki ise ilk anlamıyla tutan sende? olgunlaştı. Yani küçük bir kara delik Yaşadığımız coğrafya öfkenin ve gibi üstündeki her şeyi dibe çekmesi, korkunun vatanı. Üç tarafı denizlerle hiçliğe götürmesi, Demokles’in çevrili değil bu ülkenin, ağır, karanlık ve kılıcı gibi kafamızın üstünde duran yoğun bir sisin içindeyiz. Kaçabilseydik korkularımıza bir gönderme. Herkes çok hızlı uzaklaşırdık aslında. Bir kendi girdabının yanında duruyor, yandan da öfkenin diğer duygulardan ona yakın ama ondan daha sahici olduğunu düşünüyorum. korkarak. İşte eğer orada Sevginiz, hoşgörünüz sahte olabilir bir balıkçı olursa ve ama öfkeniz asla! girdaptan bir şeyler Senin korkuların neler? çıkarmak isterse Kitabın ilk metninde de yazıyor: neler olur? Benim de “bazen alıştıklarımdı korktuklarım, denemeye çalıştığım bazen sevdiklerim”. Korku adil bir bu. duygu, ölüm gibi. Herkese sızıyor. Beni Kitabı tetikleyen ise vicdan. Çünkü üstünüze “ıskaladıklarımıza...” sinen vicdan lekesi çıkmaz, korkuyla ithaf ediyorsun. barışabilir ya da ona alışabilirsiniz. Neden; senin için bu Diğerinin telafisi yok, ister inançlı olun, çok mu? ister inançsız. Herkes paralel bir “Bir yıkım günlüğü yazacaksan hayatı düşünmüştür. eğer çarpışarak ölmeye cesaretin de Keşkeleri, olmalı” diyorsun bir yazıda. Bu kitap pişmanlıkları senin için biraz da böyle bir günlük sanırım... Toplumun hafıza süresi balıklarınkinden kısa. Benimki tam anlamıyla bir günlük olmasa da içinde geleceğe kurulu hatırlatmalar var. Okuyucu küçük bir cümle yakalarsa, huzursuz olur ve yerinden kalkarsa doğru bir iş çıkmış demektir. Yazdıklarımın kişisel olduğu kadar bütüne de vardığını düşünüyorum, belki de buna inanmak istiyorum. Belki de nafile çünkü her diziden, her filmden bir rol, her takımdan bir futbolcu, her şarkıdan bir dize seçerek yaşamaya ayarlı yeni dünya insanı. Bundan sonraki yolculuk nereye olacak? Bir yolculuğa nasıl çıktım, neresinde durdum, dönmeyi düşündüm mü, gideceğim yeri biliyor muydum, hesaplamadım. Metinsel bir otostop benim ki. Sanırım sığ sularda biraz daha debelenip gemiyi fırtınanın kalbine sürmek gerekir. Elbette kafamda yeni fikirler dönüyor. Kurgu ise ciddi bir düşsel süreç gerektiriyor, eğer kafamdaki dağınıklığı toplamayı öğrenirsem metaforlar üzerine kurulu bir hikâye oluşturma düşüncem var. Fotoğraf: İnsan ilişkisizlikleri üzerine yazmak FETHİ KARADUMAN istiyorum. l esraacikgoz@cumhuriyet.com.tr ATAOL BEHRAMOĞLU Çocuk ve din Çocuk ve din arasında nasıl bir ilişki olabilir? Öncelikle din olgusuna nereden baktığımıza, onu insan yaşamında nereye koyduğumuza; yanı sıra da çocuk olgusunu nasıl görüp değerlendirdiğimize bağlı bir konu… Üstüne kitaplar dolusu yazılabilecek ve mutlaka yazılmış olması gereken bir sorun… Bu anlamda bir araştırma yapmış değilim… Daha doğrusu, din ve çocuk konularında elbette düşüncelerim var, fakat ikisi arasındaki ilişkinin ne olabileceğini araştırmış değilim… Öyleyse nereden aklıma düştü bu sorun… Tahmin edebileceğiniz gibi son günlerin iki olayını yan yana koyuşumdan… İlki, Fatih Camisi avlusunda, yedi yaşını henüz tamamlamış sekiz bin çocuğa namaz kıldırılması... İkincisi, bu olaydan kısa süre önce ilkokullarda okunan ulusal andın kaldırılması… Şimdi, serinkanlılıkla düşünmeyi sürdürelim… *** Din bir inanç ve töre olgusudur. Herhangi bir seçme şansımız bulunmadan kendimizi bir dinin içinde buluruz. Çocukluğumuzdan başlayarak zaman içinde bu dinle ilgili bilgiler ediniriz. Çocuğu dindar olmaya yönlendirmeye hakkımız var mıdır? Bence hayır. Çocuğa öncelikle kazandırılması gereken, insana, doğaya, yaşama ilişkin temel bilgiler ve bu bilgilerle birlikte yaşama sevinci, araştırıp öğrenme merakıdır. Din bilgisi, bütün bunların üstünde değil, onların içinde bir yerdedir. Yaşamın bütün olgularını aklın değil bir inanç dizgesinin merceğinden göstermeye çalışmak, araştırıp öğrenme merakını, keşfetme coşkusunu, bunlarla birlikte de yaşama sevinci en başta sakatlayıp yok eder. Bugün ülkemizde yapılmaya çalışılan, din bilgisinin çocuklarımıza insanlık ve kendi kültürümüzün bir olgusu, bir töre bilgisi olarak kazandırılması değil, onlara bir inanç sisteminin dayatılmasıdır. Ergenlik çağına gelmiş bir insan namaz kılmak istiyorsa bunu zaten kısa sürede kolayca öğrenir. İlkokul çağına henüz gelmiş çocuğu bunu yapmaya zorlamak ya da özendirmek, yapılan iş orada kalırsa, gösterişten öteye gidemeyen anlamsız ve boşuna bir çaba olacaktır. Çünkü su akacağı yatağı nasıl bulursa, çocuk da çocukluğunu yaşamanın bir yolunu bulacaktır… (Cami avlusundaki çocuk fotoğraflarına sakince, önyargısız göz atın, bunu duyumsayacaksınız…) Yok eğer o yaşta başlayan zorlama ya da özendirme böylece sürüp gidecekse (ki görünen ve zaten yapılmakta olan da budur), dileyebileceğimiz şey, çocuklarımızın ve ülkemizin geleceği büsbütün karartılmadan yanlıştan dönülmesidir… *** Andımızın kaldırılması konusuna gelirsek… Çocuk tıpkı mırıldandığı ya da içinden geçirdiği dua gibi, onu da ezbere bir şey olarak, denebilir ki bir oyun gibi tekrarlıyor. O sözlerde bir ırkçılık, ulusçuluk, bölücülük aramak anlamsızdır. Fakat tıpkı din olgusunda olduğu gibi, orada geçen bazı kavramlar bir inanç sistemi ve eğitimin temeli olarak dayatılırsa, bence bu da dinsel bir inancın dayatılmasından farksız, onunla aynı ölçüde yanlış olacaktır… Ülkemizde bugün yaşanmakta olanlar bakımından asıl korkutucu olan ise, günümüz siyasal iktidarının, aslında çok masum olarak kalabilecek bir okul andını sözüm ona demokrasi ve özgürlük adına kaldırırken özgürlükle de demokrasiyle de en temelden karşıtlığı bulunan bir inanç sistemini çocuklarımıza dayatmasıdır. Çocuklarımızın çocukluklarını yaşamasına engel olmaya çalışmayalım. Tek tek her birinin kendi özgür istençleriyle istedikleri yaşam yolunu bulmalarının biricik temeli ve pusulası, bilimsel ve hümanist eğitimden başka bir şey değildir. l ataolb@yahoo.com C M Y B