Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
6 22 NİSAN 2012 / SAYI 1361 F tipi beyazperdede F tipi yaşamadan anlaşılamayacak bir psikolojik işkence. Sırrı Süreyya Önder, Ezel Akay, Aydın Bulut, Barış Pirhasan gibi yönetmenler çektikleri filmlerle F tipi işkencesini beyazperdeye taşımaya hazırlanıyor. Hüseyin Karabey de bu isimlerden biri. Onun çektiği filmde Gizem Soysaldı da Korsakof sendromlu bir tutukluyu canlandırıyor. DENİZ ÜLKÜTEKİN tipi hücreler 19 Aralık 2001’de hayatımıza giren bir yenilikti. O günlerde “hayata dönüş” için devrimci mahkumlara yapılan eziyet bir anlamda örtbas edildi, yaşananlarla ilgili korkunç gerçekler zamanla ortaya çıktı. Ancak bunlar da F tipi gerçeğini tam olarak anlatmak için yeterli değil. Kapalı bir hücrede yaşamak, günlerce, aylarca kimseyle görüşmemek anlatılmakla tarif edilecek bir durum değil. Ancak birkaç yönetmen bir araya gelip kamuoyuna F tipi yaşamı göstermek için bir film projesi için çalışmaya başladı. Hüseyin Karabey de bu isimlerden biri. Karabey, Gizem Soysaldı’nın rol aldığı kısa filminde Korsakof sendromu yaşayan bir kadını anlatıyor. Bu rol alması ve yönetmesi oldukça zor filmin çekimlerini tamamlayan Karabey ve Soysaldı sorularımızı yanıtladılar. Bu projenin fikri kimden çıktı? Hüseyin Karabey: İdil Kültür Merkezi’nden çıktı. Daha önceden de konuşuyorduk, en sonunda “bu iş olabilir mi” diyerek bir toplantı yaptık. Şu anki ekipte olan birçok yönetmen de oradaydı. Hücrelerdeki rutin yaşamın zorluğunu anlatabilmek için bire bir o hücreleri yaratmamız gerektiğine karar verdik. Çünkü eski cezaevi yaşamına dair aşağı yukarı herkesin bir fikri var ama yenisine dair pek yok. Yeniler sanki daha iyiymiş gibi görünüyor, öyle lanse ediliyor. O yüzden gerçekleri tüm çıplaklığıyla göstermek lazım. Çok ciddi bir çalışmayla bir tane üç kişilik hücre, üç tane de tek kişilik hücre yapıldı. Altı ay kadar uğraşıldı. Biz de o sırada hikâyelerimizi geliştirdik. Sonra da sıraya koyup çekmeye başladık. On kısa film gibi görünse de aslında uzun metraj kadar mesai harcıyoruz. F Hüseyin Karabey orucuna girmiş. Sonra da Korsakof hastası olmuş. Çok katmanlı bir durum, yaşadığı şaşkınlık, ruh hali. Son derece sağlıklı bir insan bile tek kişilik hücrede yaşadıktan bir süre sonra duyma kaybına uğrar, sese karşı aşırı duyarlı hale gelir, görme kaybı olur, çünkü her şey neredeyse iki boyutlu. Hareketlerde yavaşlık, algı bozukluğu yaşamaya başlar. Dışarıdaki insanların bunu anlaması çok zor. H. Karabey: İnsan görmediği şeye inanmıyor. Mesela eski cezaevlerini düşünürsek aslında yaşamımızın bir parçasıydı. Çok büyük ürünleri cezaevinde vermiş bir toplumuz. Nâzım Hikmet gibi çok önemli isimler bulunmuş cezaevinde. Neredeyse cezaevine girmeyen başbakanımız yok. Şimdi F tipiyle bu mümkün değil. Halk da bilmiyor. Kime sorsanız cezaevinde tek başına kalmak ister. Ancak hiç öyle olmuyor. Girince “lağımın içinde 30 kişi yatsak da orada kalmasak” diyorsun. Ben de yirmili yaşlarımda bir süre cezaevinde kalmıştım, bir kısmı da hücrede geçmişti. “Beyaz işkence” diyorlar. Artık asker ya da polisin dayağına gerek kalmıyor. Bize yansıtılansa beş yıldızlı otel gibi. Oysa birileri psikolojik araştırmalarını yapmış, izolasyonun insanları nasıl etkileyeceğini çözmüş. Müthiş çalışması yapılmış bir şey, süngerle kaplı odalar dokunma duyusunu bile bozuyor. İnsan asıl bu bilinci görünce dehşete kapılıyor. Aslında toplum da bir şekilde bunu talep eder hale geldi. H. Karabey: Bence talepten çok 1970’lerden sonra bir güvenlik korkusu yaratıldı. Şehirlerde yaşayanlar güvenlikleri olmadığına ikna edildi. İzolasyon da önce bizim yaşamlarımızda başladı. Zaten yaşamın kendisi F tipi hale geldi. Hapishane de eskiden yaşamın bir parçasıydı. Ben çıktığımda ninem “erkek askere gider, cezaevine girer” demişti. Bunu bir karalama olarak görmüyordu. Bundan sonra gözden ırak, korkulacak bir şeye dönüştü. Şehir dışına yapılıyor yeni hapishaneler, bu da rastlantı değil. denizulk@gmail.com Gerçek hikâyelerden sinemaya İ dil Kültür Merkezi’nin F tipi cezaevlerinde yaşananları sinema yoluyla aktardığı projede birçok önemli yönetmen de filmleriyle yer alacak. Bu isimler arasında Ezel Akay, Aydın Bulut, Sırrı Süreyya Önder, Vedat Özdemir ve Barış Pirhasan da var. Ortaya çıkması planlanan film için öncelikle yönetmenlerle tek tek görüşmeler yapılmış. Film senaryosu oluşturulurken Tecrit Yaşayanlar Anlatıyor gibi bire bir aktarımları yansıtan kitaplardan ve somut anlatımlardan yola çıkılmış. Filmleri çeken isimlerin F tipini çok iyi anlaması ve yorumlaması amaçlanmış. Filmde her yönetmenin kendi çektiği 10 dakikalık kısa filmler olacak ve bu filmlerin toplamıyla 100 dakikalık bir film ortaya çıkacak. Unutmamak için film yapıyorum Kendi filminizi çekince iş bitmiyor sanırım. H. Karabey: Aynen öyle. Zaten iyi bir dostluk da var. Montajı sürecek, renk yapılacak. Daha işi uzun. Gizem Soysaldı: Ortak bir dil de oluşturulacak. H. Karabey: En azından bir hikâyeyi bağlantı hikâyesi yapmaya çalışıyoruz. Önceden sizi bu konuda etkileyen bir hikâye var mıydı? H. Karabey: 2001’de Sessiz Ölüm diye bir belgesel yapmıştım. Orada Avrupa’daki uygulamaları anlatmıştım. Zaten hücrede uzun süre kalmış mahkumların anlattıkları çok etkilemişti ve ne yazık ki Türkiye de sonrasında benzer bir deneyim yaşadı. 19 Aralık dolayısıyla bir toplumsal travma oluştu. Cezaevine karşı eski duyarlılık yok. Operasyon ve ölüm oruçları çok kişinin canına mal oldu, birçok insan sakat kaldı. Bilinçli yanlış müdahale sonucu kalıcı hasarlar oluştu. Bu kadar hikâye olunca bir şeyden etkilenmemek mümkün değil. Öte yandan hafıza, unutmak, hatırlamak kavramları üzerine çok düşünürüm. Hatta “Herhalde unutmamak için film yapıyorum” diyorum. Gizem Soysaldı Korsakof sendromlu tutuklular, hayatlarının bir dönemini hatırlamadıkları gibi, günlük yaşamda yaşadıklarını da unutabiliyorlar. Ben de buna yönelik bir hikâye anlatmaya karar verdim. Tek kişilik hücrede kalan bir kadın tutuklunun Korsakof rahatsızlığı var. Son üç yılını hatırlamıyor. Her sabah kendini hücrede buluyor. Uyandığında okumak için etrafına çeşitli notlar asmış. Onun üzerinden günlük yaşamın rutinindeki çarpıklıkları anlatmak istedik. Böyle zor bir rol için Gizem Soysaldı’yı seçmenizin sebebi nedir? H. Karabey: Gizem’in hareket atölyesinde Ahhval isimli oyununu izlemiştim. Kısa süre sonra da ileride çekeceğim uzun metrajlı film için Sırrı Süreyya Önder Ezel Akay Barış Pirhasan görüşmüştüm. O sırada bu proje geldi. Biz de bu projede beraber çalışmaya karar verdik. Nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz? G. Soysaldı: Çok fazla bilgim yoktu açıkçası. 19 Aralık operasyonunu da yaşım gereği çok az biliyordum. Tamamen haberlerden duyduklarımdan ibaretti. Biz zaten apolitik bir nesiliz. Bir yerlerde bir şeyler okuduysan ne mutlu sana. Tam Hüseyin’le konuştuğumuz zaman da Sessiz Ölüm’ü izlemiştim. Oradan bir ön bilgim oldu. Orada zaten Avrupa’da 20 yıl tek kişilik hücrede kalmış mahkumlar “Elinizden ne geliyorsa yapın, kamuoyu oluşturun” diyordu. Mahkum yakını değilseniz F tipinin aslında politik bir işkence olduğunun asla farkına varamazsınız. Tabii çok etkilendim. Sonra araştırmaya başladım, Korsakof hastası olup iyileşen kişilerle konuştum. Bu konuşmalar oyunculuk anlamında bana çok şey kattı. Sanırım rol de daha çok monolog ve diyalogsuz sahnelerden oluşuyor. G. Soysaldı: Pek konuşma yok aslında. H. Karabey: Kabaca hikâye şu; karakter, her sabah kalkıp her tarafı zorluyor. En sonunda kapının önündeki notu buluyor, “Sakin ol, hücredesin birazdan sayıma gelecekler. Yanda Ayşe kalıyor. Arkadaşın ama hatırlamıyorsun” yazıyor. Her gün Ayşe’yi farklı bir kişi oynuyor. Hep aynı diyalogları söylüyor ama görünümü değişiyor. G. Soysaldı: Aslında karakterimin yaşı genç ama hem operasyonu yaşamış hem de ölüm A ZÜLAL KALKANDELEN *** 1962’de Samuel Moore Walton, Arkansas’ta ilk Walmart’ı açtığında hiç kimse işin bu kadar büyüyeceğini hayal C M Y B C MY B Walmart’a umut bağlamak... şağıdaki karşılaştırmalı rakamlar, özel sektörde dünyanın en büyük işvereni Walmart’ın portresini çok açık bir şekilde orraya seriyor. Mağaza sayısı: 1962’de 1, 1976’da 276, 1987’de 1198, 1996’da 2943, 2005’te 5289, 2011’de 8970. Walmart’ın net satışı 419 milyar dolar; Norveç’in gayri safi milli hasıla miktarı 414 milyar dolar (Norveç, bu oranla dünyada 23.) Walmart’ın Amerikan eğlence sektörü ile ilgili toplam satışı 31 milyar dolar, Amerika’daki toplam gişe hasılatı 10 milyar dolar. Walmart’ın gıda ürünleri (sebze, meyve, hazır gıda vs.) satışı 141 milyar dolar, Whole Foods’un satışı 9 milyar dolar. Walmart’ın Amerika’daki toplam çalışan sayısı 1.4 milyon, Amerika’daki itfaiyeci sayısı 305.500, South Dakota eyaletinin nüfusu 814 bin. Dünyadaki toplam Walmart çalışanı 2.1 milyon, dünyadaki en ufak 50 ülkenin toplam nüfusu 2.1 milyon. Walmart mağazalarının toplam alanı 91.42 kilometrekare, Manhattan’ın yüzölçümü 61 kilometrekare. Her saniyede bir kişi Walmart’ın dünya çapındaki 8970 mağazasından bir ürün satın alıyor. etmemişti. Forbes dergisi, Walton’ın 2.8 milyar dolarlık servetiyle Amerika’nın en zengini olduğunu ilan etti. 1991’de Mexico City’de ilk Walmart açıldığında, sadece Amerika’nın değil, dünyanın da kaderini etkiler hale geldi. Bu kadar büyümenin ortaya çıkardığı rakamlar, elbette sadece işgücü ya da yaratılan değerle sınırlı kalmadı. Bunun bir bedeli vardı; kısa süre sonra o bedelin ne olduğu ortaya çıktı. 1992’de ABD Başkanı George H. W. Bush, Walton’ı Özgürlük Madalyası ile ödüllendirse de, aynı yıl Bangladeş’te Walmart’a ürün tedarik eden bir fabrikanın çocuk işçi çalıştırdığı manşetlere yansıdı. Şirketin 1996’da Çin’de ilk mağazasını açmasıyla neden olduğu sömürü ve çevreye verdiği zarar konusunda endişeler arttı. Walmart’ın elektrik tüketimi bugün 27 milyar kilovatsaat. Bütün dünyada neden olduğu karbodioksit miktarı, 2010’da 21.4 milyon ton. 2008’de en az karbondioksit salımına neden olan 50 ülkenin yarattığı toplam miktarın, 15 milyon ton olduğu . düşünülürse, karşımızdaki devin boyutu daha iyi anlaşılıyor. Mother Jones dergisinin bu ayki sayısında Andy Kroll’un Walmart’la ilgili ilginç bir haberi yer alıyor. Hatırlanacağı üzere şirket, 2005’te sürdürülebilirlik programı başlatarak enerji harcamasını azaltacağını, sadece yenilenebilir enerji kullanarak daha fazla organik ürün satacağını ve yerel üreticiyi destekleyeceğini açıklamıştı. Ancak beklenen hedeflere ulaşılamadı. Kroll, Walmart’ın çevreyi ve çalışanların haklarını korumak için fabrikalarını denetim altında tuttuğu iddiası üzerine Çin’e gitmiş. Bulduğu sonuç çarpıcı. Walmart’ın tedarik zincirinde yer alan çoğu fabrika, işlerinin yarısından fazlasını denetim altında tutulmayan “gölge” fabrikalara aktarıyor... Walmart, bugüne kadar karbondioksit salımı yüzünden çevrecilerin doğal bir hedefi haline gelmişti. Ancak Kroll’un haberinde belirttiği gibi, 2009’da Kopenhag Dünya İklim Değişikliği Zirvesi’nin fiyaskoyla Bu firma sonuçlanmasından sonra, çevrecilerin bir kısmı, “B sığınacak son liman olsa da, dünyayı değiştirme potansiyeli var. Eğer Walmart, enerji tüketimini ve karbondioksit salımını azaltıp, çevreci uygulamaları benimserse, bir umut olabilir” diyor. İlk anda mantıklı bir düşünce gibi algılanabilir ama bence kapitalist sistem için fazla iyimser bir beklenti bu. Gerçek umut, varlığını sömürüye borçlu olan kapitalizmin kendini denetleyerek dizginlenmesinden mi, doğar yoksa yerine insancıl başka bir düzen kurulmasından mı? www.zulalkalkandelen.com / kzulal@yahoo.com