Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
22 OCAK 2012 / SAYI 1348 3 Yalnızca aşkta değişimi başlatacak güç var Fotoğraf: VEDAT ARIK Osmanlı Argosu Sözlüğü, yazar Filiz Bingölçe’nin argo üzerine yaptığı çalışmaların son ürünü. İçinde günlük argoya dair pek çok ilginç detay bulmak mümkün. Görünenler ve görünmeyenler Şimdi bir de “Fotoğrafta Görünenler ve Görünmeyenler” isimli bir fotoğraf sergisi açtınız. Bu serginin fikri neydi, nasıl oluştu? Kitaplarımı sahaflardan alırım ve onların önünde içi fotoğraf dolu kutular vardır. İçlerinde nerede, nasıl geldiği belli olmayan yüzlerce de fotoğraf. Yarım kalan, bilinmeyen hayatlardır onlar. Hepsinin bir hikâyesi vardır, ne yaşanmışlıklar gizlidir. İşte sergi de böyle oluştu. Fotoğrafların arkasına düşülen notlar mesela? Tarihler, mekân isimleri. Psikologlar aile albümlerine bakar insanları çözümlemek için. Çektiğiniz fotoğraflar da çözümlemeye katkıda bulunur. Bu da benim çözümlemem işte. En enteresan not neydi fotoğrafların arkasındaki? Gayet mütevazı bir genç adam şöyle yazmış; “halacığım rahat ol, şu fotoğrafa bak, ben artık gidiyorum, cümlenize selamlar” Ne olmuştu bu adama? Nasıl bir vedaydı bu? Hasbel kader bu fotoğrafların tanıdıkları çıkacaktır sergide. Ne dersiniz? Tabii o zaman vereceğim, zaten oldu da. Bir komşum babasının fotoğrafını buldu arşivimde. O fotoğrafı iade ettim. 85 fotoğraf var. Hiçbiri manipüle edilmedi, yalnızca temizlendi ve büyütüldü. Siz çekiyor musunuz? Benimki başka bir tutku. Bizimkiler 1934 yılında evlenmişler, evlilik cüzdanlarında şöyle yazar; “bulunduğunuz yerde fotoğrafçı varsa cüzdana fotoğraf koyacaksınız eğer yoksa koymasanız da olur”. Böyle bir tarihten geliyoruz. Fotoğraflara yüklediğim anlam da o yüzden özel. g.art@bnet.net.tr www.gartgaleri.com Hayatından yorulmuş bir adam alacakaranlıkta karşılaştığı bir cenaze alayının peşinden gider. Ama bu onu aşka ve kendini bulma savaşına sürükler. Toplumun üzerine biçtiği üniforma mı, yoksa aşkın ona vaat ettiği “kendi olabilme şansı” mı? Kader mi, seçim mi? İşte Selçuk Erez’in zihnin dehlizlerinden gündelik sıradanlığa her şeyi harmanlayan yeni romanı... Argonun Anadolu’daki bin yılı DENİZ ÜLKÜTEKİN Y ALİ DENİZ USLU elçuk Erez yeni romanı “Eldebran’a gideyim mi?”yi yayımladı. Everest Yayınları’ndan çıkan kitap, Paris, İstanbul ve Hindistan arasında bir içsel yolculuk ve hesaplaşma hikâyesi. Yolculuğu başlatan ise elbette aşk. Erez kitabının yanı sıra “Fotoğrafta Görünenler ve Görünmeyenler” isimli bir sergi de açtı. Sergideki fotoğrafların hiçbiri ona ait değil, sahaflardan bulup aldığı, bilinmeyen hayatları anlatan fotoğraflar bunlar. Sergi, 26 Şubat’a kadar Galeri Gart’da izlenebilir. “Eldebran’a gideyim mi?” 15. kitabınız, roman olarak da dördüncü eseriniz. Bu romanda nereye gidiyoruz? Hem içimize, hem uzaklara. Fikir, dostum Selçuk Gerede’nin anlattığı bir anıdan geliyor. Gerede, Paris’te ihtisasını yaparken sisli bir sabah alacakaranlıkta evden çıkıyor. Karşısında başka bir dünyadan geldiğini düşündüğü bir cenaze alayı görüyor. Asyalılar, Avrupalılar, bir arada... Bu illüzyonu izlerken büyülenmiş gibi peşlerinden gidiyor. Üç gün evini, işini unutup onlara karışıyor. Cenaze ritüelleri, evdeki dualar, yapılan yemekler ve cenaze Hindistan’a yollanıyor. Anlattığında ben de ürpermiştim ve aklıma bu romanın başlangıcı düştü. Roman kahramanınız bu gizeme kapılıyor ama o ölüm seremonisinde, hayatını ve aşkı buluyor. Değişik bir din, değişik bir ülke, başka bir heyecan... Kahramanım o yürüyüşte gördüğü, daha sonradan tanıyacağı bir kadına âşık oluyor. Bu kadının yarısı Hintli yarısı Fransız. Mani dini mensubu. Ölümde aşkı buluşturmak! S Kahramanımız hayatından sıkılmış, sevgilisinden de hızla uzaklaşıyor. Aşkın peşine düşüyor, aslında bu kendisini de bulma savaşı. Ama âşık olduğu kadın da Paris’te eğitim görse de Hindistan'da bir tapınak süpürücüsü. Yani tapınakta papazların ihtiyaçlarını gideren hizmetlilerden. Bizimkisi onun peşinden önce psikolojik olarak gidiyor sonra da bedenen. Aslında istediklerini hiç yapamayan bir adamın, ilk kez tutkularının peşinden gitme cesaretini göstermesini anlatıyor hikâye değil mi? Evet, onu uçurumuna aşk götürüyor. Çünkü erkek iktidarı ile bezenen hayatından bıkmış. Annesinin istediği hayatı yaşıyor, rahmetli babasının mirasına layık olmak için kendinden vazgeçmiş. Toplumun biçtiği üniforma ile kızın ona vaat ettiği “kendi olabilme şansı” arasında geçiyor olaylar. Roman örgüsünü nasıl kurdunuz, ne kadar kendiniz oldu bu roman, ne kadar kurgu? Öykü yazarını seçiyor. Elbette hayatla bir şekilde paralel gidiyor yazılarım ama onları kurgu ve mesleğim geriği de edindiğim tecrübe yönlediriyor. Bir de müzik var bu romanda. Müzikal bir anlatıma sahip olması için çok emek harcadım, umarım okuyucu da bunu duyabilir. Hikâyede hayata karşı zamanı gelmiş bir kırılma ve vazgeçiş öyküsü kadar cinsel bir alt metin de yürüyor. Bunu da bilinçli mi kurguladınız? Erkekler arasında rekabet olmak zorunda. Çünkü cinsel açıdan erkeğin hareket etmesi için rekabete girmesi gerekli. Erkeğin gözünü diktiği dişiye başka erkekler baktığı zaman cinsel hareket başlar. Türkiye’de erkekler gider bıçaklar, öldürür, dünyadakiler ve doğadakiler rekabete girer. Dişiye gücünü gösterir, onu hak eder. Ben aslında romanıma bir yandan da bunu uyarladım. Kahramanımız kadının peşinden koşuyor, sanki hiç güzel kadın görmemiş mi hayatında? Elbette hayır! Kadın yanıp, sönen bir ışık gibi, onu çözemiyor. Belirsizlik onu çekiyor. Üstüne dikilen üniforma ve bildiğini okuma isteği arasında şiddetle çatışıyor. Aşk burada aslında ikinci planda, tetikleyici. Aslında bu girdapta kaybolan o kadar çok insan var ki. Günün birinde çemberin dışına çıkıp, üniformalarını yırtabilecek mi herkes ya da illa ki aşk mı gerekli bunun için? Aşk kalbimizi çelmeli, ısrar etmeli. Çünkü yalnızca aşkta değişimi başlatacak güç var. Kuzguncuk’tan esnaf kareleri “Buyursunlar efendim! Bir semtin esnafıyla yüz yüze” adlı fotoğraf sergisi, iki yıldır Kuzguncuk’ta gerçekleşen “Buyursunlar efendim! Kuzguncuk esnafı anlatıyor” adlı okuma dizisi etkinliğinin görsel devamı olarak izleyiciyle buluşuyor... Ocak ayı boyunca Kuzguncuk Harmony Sanat Galerisi’nde yer alacak sergide yaklaşık 70 Kuzguncuk esnafının fotoğrafı sergilenecek. Mahalleliye birinci elden hizmet eden esnafın İstanbul’un kentsel dönüşümüyle birlikte yavaş yavaş ortadan yok oluşu gerçeğinden ortaya çıkan sergi, Kuzguncuk esnafının güncel durumunu belgeliyor. Bunun yanı sıra, çok çeşitli dükkân sahipleri, usta, kalfa, eleman ve seyyar satıcılardan oluşan melez bir kent kültüründen renkli ve canlı örnekler sunan serginin yaratıcısı Hanna Rutishauser amacını şu cümlelerle özetliyor: “Serginin çeşitli sebeplerinden en önemlisi, buranın o anki ‘çalışma hayatı fotoğrafını’ çekmek ve saklamaktır. Çünkü esnaf, bazen kamu alanının tam ortasında, bazen de kenarında, ama mutlaka kamuya açık bir şekilde hizmet veren kişi. Ona hitap edilir, ondan soru sorulur; ondan hayatın temel gereksinimlerini, bazen hizmetler, bazen de hayatı güzelleştiren unsurlar alınır, onunla dertleşilir. Bu şekilde esnaf, yoğun bir iletişim ağının içinde bulunan insandır. Oysa bir süredir esnaf, hele de küçük esnaf, dramatik bir değişim süreci içine girmiş bulunuyor. ‘Küçük’ sıfatıyla çalışmaya devam edip edemeyeceği şu an hiç belli değil. Bu yüzden burada gördüğünüz fotoğraflar, bu süreç daha fazla ilerlemeden çekilmiştir; geleneksel bir semtin karma esnaf kültürünü gösteriyorlar.” azar Filiz Bingölçe için “argo uzmanı” desek sanırım haksız bir tanımlama yapmış olmayız. Bugüne kadar çıkardığı Kadın Argosu, Futbol Argosu ve Asker Argosu gibi uzun yıllar emek isteyen çalışmalarının ardından şimdi 8 yıllık bir araştırma süreci sonunda Tanıklarıyla Osmanlı Argosu Sözlüğü’nü yayımladı. Sözlük Osmanlı’dan günümüze argonun evrimi üzerine muazzam bir kaynak niteliğinde. Argoyla ilgili araştırma yapmak aynı zamanda izole olmuş bir bölgeye giriş anlamına da geliyor. Bu açıdan bakınca nasıl bir araştırma süreci yaşadınız? Argo her vakit göz önünde bulunan ancak kendini gizlemek isteyen grupların üretip kullandığı bir dil imkânı. Örtmece, şifreleme, somutlama gibi argo söz ve deyim üretme becerileri toplum tarafından anlaşılmayı istemeyen kişi ya da gruplar tarafından kullanılıyor. Öğrenciler, askerler, taraftarlar, kadınlar ve tüm argo üretenler çok yakınımızda. Bazen biz de bu gruplardan birine mensubuz. Derleme meselesine gelince, bir grup aidiyetiniz varsa tabii ki çok daha rahat ilerliyor ve derinleşiyor çalışmanız. Kadın Argosu Sözlüğü’nde öyle oldu ama Futbol Argosu Sözlüğü ile Asker Argosu Sözlüğü’nü derlerken o denli kolay ilerleyemedim. Osmanlı argosu biraz daha farklı bir araştırma alanı. Tarihi belgelerde tahminimce pek argo sözcüklere yer verilmez. Siz hangi kaynakları kullandınız? Evet, Tanıklarıyla Osmanlı Argosu Sözlüğü doğal olarak bir tarama sözlüğü ve kaynaklar da çok sınırlı. Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lugatit Türk’üne çalışmamda özellikle yer verdim. Her ne kadar yazılma zamanı Osmanlı öncesi olsa bile Osmanlı argosunun da Türk argosunun da temelleri Kaşgarlı’nın bu büyük sözlüğünde yatıyor. Bugün “Türk argosu”ndan söz ediyorsak, köklerinin de “Osmanlı argosu”nda yattığını bilmek gerek. Osmanlı’da ne gibi ilginç ve sıra dışı argo terimleriyle karşılaşıyoruz? 11. yüzyılın başlarında kadın cinsel organına “dilak”, erkek cinsel organına da “yıgaç” denirmiş. Sevgili ise o zamanın argosunda biraz “tuzak”mış, biraz “oyuncak”. 16. yüzyıla gelindiğinde “tuzaklar” yerini “bardaklara” ya da “kombaralara” bırakmış. Meşhur cinsellik mizahı yazarı Deli Birader’in tanıklığı müthiş! Eğretilemenin sınırlarını zorlayarak yaşadığı devirden çok değerli esintiler getiren Birader pek kıymetli eseri Kitabı Dâfiü’lGumum’da sevgiliden söz ederken “şive bardağı” ya da “kasık kombarası” deyimlerini kullanıyor. Kadın cinsel organından “arslan”, erkek cinsel organındansa “kiri miskin” diye söz ediyor. Osmanlı’nın sınırlar aştığı devirlerden söz açınca elbet sınır ötesi argolar konusuna da değinmemek olmaz! Büyük gezgin Evliya Çelebi’yi anmadan geçmek de. Evliya, büyük iştah ve yaratıcılıkla alıyor kalemi eline ve başlıyor Osmanlı topraklarından envai çeşit argo, kaba dil ve küfür örnekleri kaydetmeye. O zamanlar cinsel açıdan arzulanan kimseye “kasık mancası” deniyormuş, tombul ve gelinlik çağına gelmiş kızlara ise “duledar”. Yaşlıya “kokonos”, genç ve cinsel yönden aktif adama da “küçük çük bürader”. Evliya’nın aktardığı argolar içinde halen kullanılanların sayısı çok sayılmaz ama bazıları bugüne dek gelmişler. Öyle ki hiç de birbirine uymayan şeyleri anlatmak için söylenen, “kiri har’a kelebek konmuş” deyimi bugün bile evirilip çevrilmiş haliyle dillerde dolaşıyor. Ha keza “pozaveng” deyimi de. 17. yüzyılın sonları da argo açısından son derece verimli çünkü bir başka önemli kalem Sabit’in tanıklığı devrede. Yalan dolan işlere “dolab” adı verilirmiş, boş lafa da “farfar”. Argoda erkek cinsel organı, penisten söz etmek istediklerinde “mar” derlermiş. Cümle içinde kullanmak istediklerinde de “bir çatal içre sokulmuş mar.” 18. yüzyıl argosunun aktarıcısı konumundakilerin başındaysa Sürurî geliyor. Hezliyyat’ında, herkesin koşullarına uygun davranacağını belirtmek için söylenen, “basürlü büzük cır cır ider” deyimini kullanıyor. Sürurî tam bir argo meraklısı. “Düğünde zurnaya, hamamda kurnaya âşık olmak” deyimini de, “eylememiş makadına secdede ihtimam” darbı meselini de o kaydediyor. 19. yüzyılda bir başka büyük mizah ustası alıyor kalemi eline; Galip Paşa, Mutayebatı Türkiyye’sinde Anadolu’da yaşayan köylülerin kullandıkları argolardan örnekler veriyor. Kendi döneminde deniz için “acugol”, bal için “arugötü”, yumurta için “göt lokması”, rakı için “ak cinnü” deyimlerinin kullanıldığını Paşa’nın gazellerinden öğreniyoruz. Galip Paşa, döneminin renkli cinsellik dünyasını da kesinlikle pas geçmeyen çok titiz, bir o kadar da komik biri. Kadın cinsel organı için “galpak”, erkek cinsel organı içinse “etten çomak”, deyimlerini kullanıyor. Argonun dil zenginliği açısından önemi nedir? Dil çok katmandan oluşan bir varlık. Genel geçer dil, resmi dil, argo, kaba dil, küfür gibi unsurlarıyla yaşayan bir olgu. Dilin tüm katmanları şüphesiz tek tek incelenmeye değer. Argo da öyle! Toplumların kültüründen, coğrafyasından beslenerek görünür hale gelen, devrin tarihine sımsıkı bağlı olarak gelişen argo da tüm diğer dil katmanları gibi neredeyse toplumunun ve tarihinin bir aynası işlevi görmekte. Ancak argoyu incelemek pek o kadar kolay mesele değil. Bir deyim ya da sözün toplumun diğer kesimleri tarafından anlaşılmaya başlanmasıyla, hemen bir yenisi üretiliyor. Argo, bireysel psikolojilerin ürünü olarak üretilmiyor, toplumda yaşayan bir grubun ortak yaratısı olarak dikkat çekiyor. Bu anlamda argonun var olabilmesi için bir grup aidiyeti mutlaka gerekiyor ve bir de bu grubun iktidar karşısında kendini baskı ve korku altında hissetmesi. Baskıcı toplumlarda ve baskıcı dönemlerde argonun bu denli yoğun kullanılmasının nedeni de bu. C M Y B C MY B