23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Süpürge “kötü kadın”ı uçuruyor Türk Sineması’ndaki günahkâr kadınlar Türk sinemasında iyi ve kötü kadınları kimler temsil etmişti? S. Doğan: Türkiye sineması iyi ve kötü kadın karakter arasında büyük bir zıtlık kurar. Özellikle cinsellik “kötü kadınlar” için ayrılmış bir alan olarak görülür. Bir “yıldız sineması” olduğu için Yeşilçam’ın ünlü kadın yıldızları hep “iyi”yi temsil etmişlerdi. Kötülük de Lale Belkıs (altta), Aliye Rona, Neriman Köksal, Mine Soley, Suzan Avcı gibi oyunculara düşmüştü. Eskiden oyuncular da “iyi” kadın rolünü tercih ederdi. Bugün Yeşilçam sinemasına baktığımızda “kötü” kadınların adı anılmazken “iyi” kadınlar hâlâ çeşitli yollarla ödüllendiriliyor. Bunu neye bağlıyorsunuz? S. Doğan: İyi kadın rollerinin seçilmesi biraz da toplumsal bir baskıdan kaynaklanıyordu. “Kötü kadın” çoğu zaman arzularını özgürce ifade eden cinselliğini özgürce yaşayan, aile kurumunun değerlerine karşı koyan bir kadın figürüydü. Bu rolü yıldız oyuncunun oynaması özellikle filmleri Anadolu’ya pazarlayan yapımcılar tarafından istenmiyordu. Peki Türk sineması bugün “kötü kadın”a nasıl bakıyor? B. Taş: Türk sineması kadına bakışında Hollywood sinemasının izlerini takip etmiş. Yeşilçam, toplumun muhafazakâr değerlerini ve evliliğin kutsallığını destekler. Sadece kötü kadınların değil “düşmüş kadınların” bile yaşadıkları tüm bahtsızlıklara rağmen hayatta kalabilme becerisi göstererek dişil bağımsızlık örneği sergiliyor oluşu, ataerkil kuralların sürdürülebilmesi için büyük bir tehdit oluşturur ve bu kadınlar genelde filmin sonunda öldürülürler veya cezalandırılır. “Günahkâr kadın” öldürülmelidir, böylece toplumsal kötülükler bertaraf edilir. Türkiye sineması incelikli bir şekilde bu klasik örgüyü sürdürüyor. Tabii değişen şeyler de yok değil. G 13. yaşını “Kötülük” temasıyla kutlayan Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, programıyla cinsel politikayı ve kadınlara atfedilen kötülüğün hem hayatta hem de sinemadaki karşılığını tartışmaya açıyor. Bu yıl 28 ülkeden 95 yönetmenin 100 filmini izleyiciyle buluşturacak olan festivalin herkese bir sorusu var; “O kötü, ya sen?” ZUHAL AYTOLUN Baise Moi O n üçüncü Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nin bu yılki teması, “Kötülük”. Sloganı ise “O kötü, ya sen?” Günümüz dünyasıyla oldukça örtüşen bu tema ile hem hayatta hem de sinemada kötülük kavramını sorgulamaya açan festival, her türlü ayrımcılığın kadınlara nasıl bir hesap kestiğini de sorguluyor. Festival filmlerindeki kadınların da kimi itaatsiz, kimi fahişe, kimi de katil olarak karşımıza çıkacak. Ancak festivalin amacı, izleyenleri onları “kötü” yapan şeyleri anlayabilmeye sevk etmek, “kötü kadın” etiketlendirmesinin sinemada ve hayattaki karşılığını sorgulatmak. Festivalin bu yılki ödülleri de temaya denk. Türk sinemasında “kötülük” denilince akla gelen ilk isimlerden biri olan Lale Belkıs “Onur Ödülü”nü alırken, Bilge Olgaç Başarı Ödülleri ise Gülsen Tuncer ve sanat yönetmeni Deniz Özen’e verilecek. 613 Mayıs tarihleri arasında Ankara’da yapılacak festivalle ilgili sorularımızı festival koordinatörleri Selen Doğan ile Bilge Taş yanıtladı. Festival bu yıl temasını “Kötülük” olarak belirledi. Neden bu temadan yola çıktınız? Bilge Taş: Bu yıl festivalin 13. yılı olmasından ilham alarak “kötülük” temasına karar verdik. Zaten dünyanın gittiği nokta kötülüğü tartışmak için de birçok neden sunuyordu. Baktığımız zaman savaşlar, yoksulluk, hakların gaspı, kadınların, azınlıkların, kimliksizlerin, mültecilerin, çocukların durumu dünyanın çok kötüye gittiğini gösteriyor. Bu erkek düzen içinde o kadar kötüye gitmişti ki her şey, biz de artık bu sistemin mitolojiden ve dinlerden başlayarak bütün düzensizliklerin, belirsizliklerin, kötülüklerin kaynağı olarak gösterdikleri kadınlara atfettiği kötülükleri sorgulamak istedik. Bu sistemin uzantısı olarak sinemanın da, kadına atfedilen bütün rollerin yansıtıcısı ve perdesi olmayı seçtiğini biliyoruz. “O kötü, ya sen?” sloganıyla neyin altını çiziyorsunuz? B. Taş: Farklılıklardan birini diğerine üstün kılan, diğerini öteleyen bu zihniyet üstünlük atfettiklerinin kendisini sorgulamasını da engelliyor aslında. Diğerine mutlak kötülülük atfettiği için özellikle erkekler, kadına yönelen dışlanmayı, kötülüğü ve şiddeti sebeplendirebiliyor. Kanunlar ve sistem de bu düzene hizmet ettiği için bu sorun bir türlü tam olarak çözülemiyor. Sinemada da bu roller sürdürülüyor. Cadı, muhteris, cüretkâr, kıskanç, yoldan çıkaran, arzularını özgürce ifade eden kadınlar beyazperdede cezalandırılır. Sisteme tehdit olacağını düşünen bu kadın figürlerinin sinemada da cezalandırılması seyirciye sadistçe bir zevk vermekle birlikte, “yoldan çıkmamaları” için bir mesaj gönderir. Sinemanın “kötü kadın” olarak işaret ettiği kadınlara başka şekilde bakabiliriz. Peki sizce filmleri izleyenler nasıl bir sorgulamaya girecek? B. Taş: Kötülük adına siyah veya beyaz noktalar olmadığını görecekler. Baskı altındakilerin isyan etme ve bu ikiyüzlü ahlak anlayışına şiddetle karşı koyabilme potansiyellerini hatırlayacaklar. Bu arada kadınlara ve diğer ezilenlere yönelen kötülüklere rağmen onların varoluşlarını nasıl anlamlandırıp yaşamaya devam ettiklerini keşfedecekler. 30 saniyelik bir karşılaşma SİNEM DÖNMEZ rt by Chance, bu yıl 20 ülke ve 80’den fazla şehirde sadece dijital ekranlar yoluyla insanlara ulaşan bir ultra kısa film festivali. Tüm dünyada 10 bin kadar ekranda bu kısa filmler gösteriliyor. Ultra kısa çünkü filmlerin süresi 30 saniye. Filmlerini hazırlayan kişiler festivalin web sitesine filmlerini yüklüyorlar, belirlenen uluslararası bir jüri tarafından bu filmler arasında bir seçim yapılıyor. Sonunda da jüri tarafından seçilen 30 kısa film tüm dünyada gösterime giriyor. Gösterime giriyor dediysek, sinemalarda değil. Metrolar, AVM’ler, havaalanları, birçok üniversiteler ve uçaklarda yakalanabiliyor bu filmler. Yakalanmak diyoruz çünkü art by chance’da siz sanata gitmiyorsunuz, sanatla yolları A nız kesişiyor. Biz de 7 Mayıs’tan 4 Haziran’a kadar karşılaşabileceğiniz Art by Chance filmlerinin Türkiye Koordinatörü Alev Ertem’e Art by Chance’ı sorduk. Art by Chance’in felsefesi biraz farklı. Amacı yoğun şehir hayatına kısa bir ara verdirmek. Hani “bir durmak” diye tarif edebiliriz. Art by Chance, detaylara daha fazla dikkat etmek gerektiğini vurguluyor. Öte yandan klasik bir festival olmaması, herhangi bir yerde aniden karşımıza çıkabilmesi, seçkiye giren filmlerin tüm dünyada 1 milyar insan tarafından izlenebilmesi gibi özellikleri Art by Chance’i farklı kılıyor. Festival tesadüfen kısa bir film çıkarıyor karşımıza. Böylece sanata gitmemiz gerekmiyor, sanat bize geliyor. Alev Ertem, “Art by Chance bize insan olduğumuzu, keşfetmeye yatkınlığımızı, detaylardaki güzelliği aramamız gerektiğini hatırlatıyor. Tabii ki bu yolla sanata karşı bir duyarlılık gelişmesini umuyoruz, fakat hemen değil. Biraz daha zaman gerekli Art by Chance’in kendisini anlatması için” diyor. Seçilen 30 filmden dördü Türk filmi. Ertem, “Toplam 39 ülkeden film geldiğini düşünürsek, bu 30 filmlik bir seçki için oldukça iyi bir rakam” diyor. “Metrolarda kısa filmlerin gösterilmesi sizce sonrasında da sanatsal bir farkındalık yaratır mı” sorumuza ise “Öyle olmasını umuyoruz. Bu ekranlar tüm dünyada henüz çok yeni bir mecra. Art by Chance belki de sanat için farklı kullanım alanları düşünmemiz için bir neden olur, kim bilir...” yanıtını veriyor. Festivale her tür film gönderiliyor. Bu yıl çoğunlukla “fiction” ve “video art” gelmiş. Bu yıl festivalin teması “zaman” olduğu için filmlerin hepsi zamanla ilgili. Ertem, gönderilen filmlerden “2010 için festivalin cinsiyeti erkek, yaşı da 24” çıkarımını yapıyor bizim için. G Ayrıca cinsel politika ve kadın bedeni üzerindeki tahakküm mekanizmalarıyla da yüzleşecekler. “Kötülük” üzerine ahkâm kesmektense, onun kaynaklarına inmek gerektiğini dile getirerek bir sorgulamaya giriyor festival içeriği. Peki, erkek egemen Bilge Taş. söylemde kadınlara nasıl bir rol biçiliyor bu anlamda? Kötülük, kadına ve kadın cinselliğine nasıl tesir ediyor, ettiriliyor? Selen Doğan: Kadınların kötülüğünü destanlaştıran mitlerden farkı yok bugünkü ‘kadın’ algısının. Her durumda bir ‘kaynak’ olarak görülme potansiyelimiz çok derin! Yaşamın kaynağı, yani doğum… Kötülüğün kaynağı, yani Selen Doğan. bedenimiz… Hem var eden hem yok eden olarak konumlandırıldığımız bir evrende şaşırtıcı değil oradan oraya savrulmamız. Daha geçen hafta birçok gazetenin internet sayfasında ‘istenmeyen gelinler’ kataloğu vardı. Birbiri ardınca ünlü genç kadınlar, sevgililerinin aileleri “Bize öyle gelin yakışmaz, aile kızı isteriz” dediği için kötü/tehlikeli ilan edilmişlerdi. Hatta birçok baba ve annenin, oğulları “böyle bir gelin” getirmediği için tahtaya vurup şükrettiğine eminim. Hepsi de televizyon seyircisinin yakından tanıdığı, kimi oyuncu, kimi sunucu, kimi şarkıcı kadınlar. Ekranda görünür olmak, erkek dünyasının fantezilerine katık edilmek o kadınların suçu değilse de, “iffetsiz kadın” olarak etiketlenme “ceza”sının tek mahkumu yine kadınlar. Bedenle ilişkili her hak ve özgürlüğün tek kullanıcısının erkekler olmasına itiraz ederken, bunun toplumsal mutabakatla da garanti altına alınmamasını istiyoruz. Beden üzerindeki tasarrufun kamusal kılındığı her kültürde kadınlar kötüdür! Erkek egemen söylem bunu böyle varsayar. Bunu dönüştürmemiz lazım. Peki bu anlamda kadın nasıl bir duruş sergiliyor? S. Doğan: Kadınlar kendilerine yaşatılan her türlü ayrımcılığı ve şiddeti formüle edip bunu bir duruşa, bir bakışa dönüştürüyorlar. Feministlerin cinsiyet eşitliğini savunurken aynı zamanda savaşa karşı olmaları, bütün militarist ifadelerden dillerini arındırmaya olan ihtiyaçları, çevreye duyarlı ve cinsiyet kimliklerine önyargısız olmaları bu yüzden. Ucu bize değen her haksızlığa karşı hak mücadelesini, her türlü eşitsizliğe karşı eşitliği öneren bir dildir kadınlarınki. Yalnızca erkeklere mal edemeyeceğimiz erkek bakışı, yıkıcı etkisiyle bunların üzerinden geçiyor. Öğrenilmiş erkeklik, cinsiyet eşitliğinin yegâne muhalifi olarak halen karşımızda! Bu noktada cinsellik nasıl bir politik araç olarak karşımıza çıkıyor? “Kötülük” de nerede duruyor? S. Doğan: Kadın cinselliği her zaman, bedeni denetlemenin bir yoluydu. Erkek bedeni cinselliğiyle kahramanlaştırılıp özgürleştirilirken, kadınlarda bunun tam tersi oldu. Cinsel Politika’nın yazarı Kate Millett, cinselliğin bir ezenezilen ilişkisi olduğunu söylüyor. Toplumsal roller ne ise, bedene dair politikalar da öyle işliyor. Cinsellik üzerine konuşmak, beden politikalarına dair zihinsel bir açılımı gerekli kılıyor. Her şeyden önce aklı özgürleştirmek gerekiyor. Cinselliğin kadın bedeni üzerinde kontrol sağlaması evet politik bir mesele; her alandan uzaklaştırılan, rolü evle sınırlandırılan kadınları, sesleri fazla çıkmasın diye bastırmanın en etkili yolu, cezalandırmak. Bu ceza da kötü, ahlaksız, yakışıksız olmak işte! G Topp Twins 6 C M Y B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear