Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
4 18 NİSAN 2010 / SAYI 1256 Sicili bozuk bir megalomanın portesi ATAOL BEHRAMOĞLU Türkçenin kaderi ve kadersizliği Y aşamakta olduğumuz dünyada konuşulan diller 32 dil ailesi içinde toplanıyor. Bu dil aileleri de kendi içlerinde dallara ayrılıyor. Örneğin HintAvrupa Dilleri ailesi 10 dala ayrılıyor. Günümüzün en etkin dili sayılabilecek İngilizce, HintAvrupa Dilleri ailesinin Cermen dilleri diye sınıflandırılan dil grubu içindeki 13 dilden biri... Almanca aynı grup içinde yer alıyor. İsveççe, Norveççe, Danca, Felemenkçe de öyle... 80’e yakın dilin oluşturduğu HintAvrupa Dilleri ailesinin içinde yer alan çeşitli dil grupları içinde de, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Rusça (ve bütün Slav dilleri), Yunanca vb., özetle günümüz Batı dünyasında konuşulan belli başlı bütün diller yer alıyor... Anadolu’nun en çok konuşulan dillerinden Ermenice ile Kürtçe ve Zazaca da yine HintAvrupa dil ailesinin içindeki dil gruplarından... Toplam 32 dil ailesinin içerdiği binden fazla dilden biri olan Türkçe (ya da Türkiye Türkçesi) ise, beş dil dalı (ya da grubunu) kapsayan Altay Dil Ailesinin 25 dilinden biri... Çince’yle değil, fakat Korece ve Japonca ile aynıu dil ailesinin akrabaları olduğumuzu ilginç bir ayrıntı olarak belirteyim... *** Sayıların başınızı döndürdüğünü tahmin ederim... Fakat amacım bu değil. Beni, gökteki yıldızlar kadar çok bu diller arasında kendi anadilim Türkçenin yazgısı her şeyden daha çok ilgilendiriyor... Yazımın başlığı Türkçe Mucizesi de olabilirdi... Fakat kader ve kadersizlik kavramlarını yeğledim... Bu kavramlar, hem mucizeyi, hem geçmişi, hem de bu günü ve geleceği sanki daha çok niteliyor... *** 910. yüzyıllarda Asya’dan Anadolu’ya akın eden göçebe ve savaşçı topluluklar, yaşantılarına ve Asya bozkırlarına çok yakışan, kısa, özlü, çevik bir dil konuşuyorlardı... Bu dil, günümüz Türkiye Türkçesinin omurgasıdır... Asya’dan Anadolu’ya gelen bu TürkOğuz topluluklarının konuştukları dil, yüzyıllar içinde karşılaşacağı dilllere etkileşerek, değişime uğrayarak, fakat omurgasını yitirmeksizin günümüze kadar gelmekle kalmayıp Anadolu’da başat bir dil olmayı; bütün komşu coğrafyada, Balkanlarda, Orta Doğuda, Kafkasya’da, Kuzey Afrika’da etkili olmayı başardı... Hem de hiç bir siyasal, askeri, kültürel vb. baskı ve zorlamaya başvurulmaksızın... Benim bildiğim kadarıyla 10. yüzyıldan günümüze kadar bütün bu yüzyıllar boyunca Türkçe konusunda alınmış olan siyasal kararlardan ilki, Karamanoğlu Mehmet Bey’i ölümsüzleştiren 1277 tarihli ferman; ikincisi ise Bundan tam 655 yıl sonra 26 Eylül 1932’de Atatürk tarafından ilk dil kurultayının toplanmasıdır... Ve korkarım hepsi bu kadar... Buna karşın Türkçe, bütün bu diller coğrafyası içinde ve özellikle de Osmanlı yönetiminin ArapFars dilleri hayranlığının altında da ezilmeyerek günümüz dünyasının önde gelen bir edebiyat ve kültür dile olmayı başarmıştır... Bu bir mucizedir ve nedenleri üstünde düşünmek gerekir... *** Mucize sayılması gereken bu büyük kader, günümüzde sanki bir kadersizlikle de karşı karşıya... Bir yazının sınırları içinde bunun siyasal, kültürel vb. nedenlerini irdeleme şansım yok... Osmanlı aydınının ArapçaFarsça, Serveti Fünun aydınının Fransızca özentisinin yerini günümüzde Amerikan İngilizcesi almış görünüyor... Yanı sıra, kendi ülkemizde başka anadiller için duyulan kaygının Türkçe için aynı ölçüde duyulmadığını, Türkçenin farklı yerinin ve öneminin gerektiğince kavranılmadığını düşünüyorum. Türkçe sadece günümüz dünyasının önemli bir edebiyat ve kültür dili değil; Cumhuriyet ideolojisinin oluşturan, modern Türkiye Cumhuriyetini kuran düşüncenin de dilidir... Bu anlamda da yaşadığımız ülkenin birleştirici, başat dili olmak hakkına, onu gerçekten hak ederek sahip olmuştur... Bir mucizenin, büyük bir kaderin dilini, bilinçsizce, haksız ve sığ yaklaşımlarla, bir kadersizliğin sınırları içine hapsedemeyiz... G ataolb@cumhuriyet.com.tr Sakallı Nurettin Paşa linde tesbihi, omzunda ceketi kaykıla kaykıla yürüyen eski İstanbul külhanbeylerinin attığı “Heeeyt! Anamı kesen ben!.. Babamı kesen ben!.. Düşmanımın ciğerini kuşbaşı doğrayıp yiyen yine ben!.. Var mı ulan bana yan bakan!” MİYASE türünden naralara Türk filmi izleyenler aşinadır. Son günlerde İLKNUR “İzmir’i kim yaktı?” tartışmaları ile gündeme gelen Sakallı Nurettin Paşa’nın künyesine bakıldığında akla ister istemez eski külhanbeylerinin bu narası geliyor. Zalimliği, haddini bilmezliği, kibiri, hukuk tanımazlığı ve palavraları ile ünlü Nurettin Paşa, bir külhanbeyi olarak hayal edildiğinde atacağı nara da herhalde şöyle olurdu: “Koçgiri’yi yakan ben, Pontusçuları kesen ben, Ali Kemal’i linç ettirip dar ağacında sallandıran ben, Papaz Hrisostomos’u linç ettiren yine ben!.. Var mı ulan bana yan bakan!..” Sakallı Nurettin, kendisini külhanbeyi değil eşi bulunmaz bir fatih, kahraman bir komutan olarak gördüğü için yaptığı eylemlerin çetelesini milletvekili seçimlerinde bastırdığı broşürde bizim bildiğimizden biraz farklı sıralamıştı: “İzmir’i alan ben, Dumlupınar ve Karahisar’ın galibi ben, Bağdat’ın müdafacısı ben, Batı Anadolu savaşlarının galibi ben, Irak cephesinin kahramanı ben!” Mustafa Kemal de, Nutuk’ta Sakallı Nurettin’in bu palavralarını alaycı bir üslupla tek tek yalanlamış ve onu Milli Mücadele’de en az payı olan komutan olarak göstermiştir. Sakallı Nuretin attığı palavralara kendisini de inandırmıştı. Gerçekten kendini İzmir fatihi olarak görüyor olmalı ki, öldüğünde Kordon’a gömülmeyi vasiyet edecekti. Nurettin Paşa’nın İzmir’i yakıp yakmadığı konusundaki tartışmalar ve belge savaşları daha uzun süreceğe benziyor. Megolomanlığı dillere destan Nurettin Paşa’nın ölümden 78 yıl sonra şöhret olduğunu görmemesi kendisi adına üzüntü verici. Gerçi yaşadığı dönemde yaptıkları ile yeteri kadar şöhrete ulaşmıştı ama o kadarlık şöhreti yeterli görmüş müdür bilinmez. Öyle ya, Nutuk’ta 20 sayfayı işgal etmek Milli Mücadele ve Cumhuriyet kadrolarından kaç kişiye nasip olmuştur ki? Ancak bir süre sonra adı sanı unutuldu. Ta ki, 12 Eylül cuntası yönetime el koyuncaya dek. Herhalde kibir, vahşet, baskı, işkence ve katliamlarıyla anılan Nurettin Paşa ile aralarında bir benzerlik görmüş olmalılar ki, ona iadei itibarını veren ve devlet mezarlığına naklini sağlayan yasayı çıkardılar. Mustafa Kemal ve Cumhuriyet devrimi karşıtları için “Sakallı Nurettin Paşa”nın, ailesinin ve avanesinin icraatları adeta bir maden. Hangi taşı kaldırsan altından ya Nurettin Paşa ya onun emrindeki çetebaşı Topal Osman ya da damadı Abdullah Alpdoğan çıkıyor. Dönemin koşulları, işgal, isyanlar, eşkıyalık faaliyetleri, çetelerden devşirme bir orduda değil bir paşaya, eli silah tutacak bir ergene bile olan ihtiyacı hesaba katmadan yorum yapıldığında gerçekten Nurettin Paşa gibi birinin milli mücadele kadrolarında yer almasını, dahası hukuk dışı icraatları göz önündeyken yeniden görevlendirilmesini anlamak güç. Ancak zaruretten doğan bu görevlendirmeler sonucu Nurettin Paşa’nın icraatlarının Milli Mücadele kadrolarının yumuşak karnını oluşturduğu da bir gerçek. E Başta Mustafa Kemal ve Cumhuriyet kadrolarına kan kusturup ‘kızılcık şerbeti içtik’ dedirten Nurettin Paşa, namı diğer “Sakallı Nurettin” , “İzmir’i kim yaktı?” tartışmaları nedeniyle ölümünden 78 yıl sonra şöhret oldu. Atatürk’ün Nutuk’ta yirmi sayfa tutan konuşmasıyla eleştirdiği Nurettin Paşa’ya 12 Eylül cuntası kendilerine benzediği için olsa gerek iadei itibarını vererek orgeneralliğe yükseltmiş ve naaşını devlet mezarlığına defnetmişti. KİM BU SAKALLI NURETTİN PAŞA Önce neden “Sakallı” lakabını aldığına bakalım. Milli Mücadele’de görev alan paşalardan tek sakallı o olduğundan kendisine bu lakap verilmiş. İzmir’de işgal öncesinde vali vekiliyken yaptığı bir konuşmada “Ben burada iken İzmir’e kimse giremez” deyince işgal kuvvetlerinin İstanbul hükümetine baskı yapması sonucu görevinden alınmış. 1920 yılında Ankara’ya gelerek Mustafa Kemal ile görüştü. Kibirli Nurettin Paşa, Milli Mücadele’ye katılacaktı katılmasına da bu kadronun öncelikle Bolşeviklik, halifelik ve saltanat hakkında ne düşündüğü, İtilaf Devletleri ile savaşmaya karar verip vermediğini öğrenmek istiyordu. Kendisine önerilen Yunan cephesinin güneyindeki bölgenin komutanlığını beğenmedi. Koçgiri ve Pontus isyanlarını kanla bastıran, İzmit’te gazeteci Ali Kemal’i, İzmir’de de Metropolit Hrisostomos’u linç ettiren Nurettin Paşa’nın damadı Abdullah Alpdoğan da Dersim’de yaptığı kıyımla şöhret olmuştu. İsmet Paşa’ya Milli Mücadele’de görev yapması karşılığında Mutafa Kemal’in “gülünç” bulduğu koşullar dayattı. Nurettin Paşa, genç ve yetersiz kişilerden oluştuğuna inandığı hükümetin, ülke yönetiminde ve önemli konularda kesin kararlar almadan önce kendisinin görüş ve onayını alması koşulunu öne sürmüştü. Mustafa Kemal, “O zaman yolu açık olsun” diyerek Nurettin Paşa’ya görev vermez. Ancak beş ay sonra araya bazı milletvekilleri girip Nurettin Paşa’ya görev verilmesi ricasında bulununca Mustafa Kemal de onu asayiş sorunlarını çözmesi için Sıvas’taki 3. Kolordu’nun kumandanlığına atar. Batı Cephesi’nde İnönü Savaşı’nın hazırlıklarının yapıldığı bu dönemde Karadeniz’deki Pontus çetelerinin isyanına Sıvas’ta Koçgiri isyanı eklenmişti. Nurettin Paşa bölgeye gider gitmez de Pontus ve Koçgiri isyanını emrindeki Topal Osman ve kuvvetleri ile birlikte suçlu suçsuz ayırmadan, teslim olanları dahi öldürerek büyük bir şiddetle bastırmıştır. Koçgiri olayından üç ay sonra Sıvas Valisi Cemal Bey’in yerine Ebubekir Hazım Bey atanmıştı. Oktay Akbal’ın dedesi olan Ebubekir Hazım Bey anılarında, eski Vali Cemal Bey’in oluşturduğu Nasihat Heyeti’nin sorunu barışçı yoldan çözümlemesinin Nurettin Paşa’yı sevindirmediğini belirtiyor: “Öğüt Kurulu, Zara’dan dönüşünde, Nurettin Paşa’yı görerek, gerek asker göndermenin caydırıcılığının, gerekse Paşa’nın yayınladığı bildirinin etkisiyle sorunun böylece çözümlenmesini uygun görmesinden dolayı kendisini kutlarlar. Fakat Nurettin Paşa’nın: Öyle ama, bu kadar asker toplandı, ben buraya kadar geldim; bir şey yapılmazsa olmaz, dediğini tanıkların ağzından öğrendim. Bildiride açıklanan amaç böylelikle gerçekleştikten sonra artık askeri harekâtı sürdürmek, boşuna kan dökme zevkine yönelmek demektir. Nurettin Paşa, bu görevini, göz önüne getirilemeyecek derecede çok şiddet, hatta vahşetle bastırdı.” Sonuçta bölgedeki vahşetin boyutu Millet Meclisi’ne kadar ulaşmış ve bölge milletvekillerinin dayatmasıyla bir tahkikat komisyonu kurulmuştu. Milletvekilleri Nurettin Paşa’nın görevden azlini ve idamla cezalandırılmasını istiyordu. Ancak ordu içinde Nurettin Paşa’yı destekleyen pek çok önemli komutan bulunuyordu. Ayrıca Ankara hükümetinin olası bir isyan durumunda görev kabul edecek bir komutan bulmakta zorlanacağı hesaba katılarak Nurettin Paşa görevden azledildimesine karşın hakkında başka bir ceza uygulanmadı. Ne gariptir ki, Koçgiri isyanından 18 yıl sonra bu kez de Nurettin Paşa’nın damadı Abdullah Alpdoğan Dersim İsyanı’nı kayınpederine rahmet okutacak bir vahşetle bastıracaktı. Kurtuluş Savaşı’nın en netameli günlerinde Birinci Ordu Komutanlığı’nı Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat ve Refet Paşa’ya önerir. Ancak her ikisi de bu görevi reddeder. Açıkta kalan tek paşa “Sakallı Nurettin” olduğundan ve biraz burnu sürttüğünden bu göreve ataması yapılır. İzmir’e Birinci Ordu Kumandanı unvanıyla giren Nurettin Paşa, valiliği döneminde tokalaşmak için uzattığı elini “Siz Türkler canisiniz, senin elinden de Yunan kanı damlıyor” diyerek sıkmayan ve işgalci Yunan askerlerini kordonda törenle karşılayan Metropolit Hrisostomos’u sorgulama bahanesiyle tutuklatıp öfkeli kalabalığın önüne atar. Yunan işgalinin hareretli savunucusu Hrisostomos linç edilerek öldürülür. Nurettin Paşa, kendisini işgal kuvvetlerine şikâyet ederek vali vekilliği görevinden aldıran Hrisostomos’tan rövanşı çok vahşi bir yöntemle almıştı. Hrisostomos’un akıbetine bir ay sonra da mütareke basınının en önemli temsilcisi Ali Kemal uğrayacaktı. İstanbul’da tutuklanıp Ankara’ya götürülmek üzere İzmit’e getirilen Ali Kemal, İzmit’teki kuvvetlerin komutanı Nurettin Paşa’nın huzuruna çıkarılır. Gazeteci Orhan Karaveli’nin “Ali KemalBelki de bir günah keçisi..” adlı kitabında linç olayı şöyle anlatılır: “Paşa, emrindeki Rahmi Apak adlı muhabere subayına hükümet konağından çıkarken linç edilmesi için sokaktan birkaç yüz kişi bulmasını emreder. Subay Rahmi Apak, çaresiz emri yerine getirir. Ali Kemal, kapıdan çıkarken azgın kalabalığın saldırısına uğrar. Önce taş yağmuru ile linç edilen Ali Kemal yerlerde sürüklendikten sonra darağacına asılarak teşhir edilir.” G C M Y B C MY B