Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
4 7 MART 2010 / SAYI 1250 ATAOL BEHRAMOĞLU Bundan tam 16 yıl önce Germinal filmiyle açılan ve estetik kaygıyla çekilmiş filmleri göstermeyi amaç edinen Alkazar, perdelerini kararttı. Kurucu ortağı ve yöneticisi Adalet Dinamit, Alkazar'ı anlatıyor. Livaneli’nin Atatürk’ü 68’ kuşağının en yakın öncüsü olan bizim 60’lı yıllar kuşağımız üç temel değere sahiptir: Hümanizm Yurtseverlik Sosyalizm. Hümanizmi çok erken yaşlarda hem kendi ülkemizin (Reşat Nuri Güntekin, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sait Faik vb.), hem başka dillerin ve ülkelerin (Steinbeck, Istrati, Exupery, Gide, Dostoyevski, Gorki, Şolohov, Hemingway vb.) yazarlarının yapıtlarından öğrendik. Bizlerin yetiştiği 50’li yıllarda ve 60’lı yılların başlarında bu yazarlar okunmaktaydı... Örneğin Gorki benim için sosyalist “Ana”dan önce hümanist “Stepte”nin, “Körlerin Şarkısı”nın yazarıydı. Sabahattin Ali her şeyden önce hümanistti. Sait Faik mürekkep balığının ölümüne ağlatan, Reşat Nuri romantikhümanist hikâye ve romanlarıyla duygularımızı yönlendiren yazarlarımızdı. O yılların havasında yurtsever olmak, Ataürk sevgisi ve hayranlığı da tıpkı hümanist olmak kadar doğaldı. İçten, naif, kendiliğinden; özveri, sevgi, adanmışlık duygularıyla örülmüş bir yurtseverlikti bu... 60’lı yılların ortalarına doğru sosyalizmle tanıştık. Kişiliklerimizde hümanizm, yurtseverlik ve sosyalizm değerleri birbirinden ayrılmazca bütünleşti... Zülfü Livaneli 60’lı yıllar kuşağının, bu sentezi günümüzde de korumayı başaran seçkin bir temsilcisidir. “Veda” bana bunları bir kez daha düşündürdü. *** Amacım bir film eleşitirisi yapmak değil. Filmin yapımına harcanan büyük emek, teknik başarı, yönetmen ve oyunculuk ustalıkları zaten yeterince ortada. Beni daha çok senaryo ilgilendiriyor. Zübeyde Hanım’ın donuk ve resmi kimliğinden kurtarılarak Balkan şivesiyle tatlanmış Türkçesi ve kadınlığıyla ete kemiğe büründürülmesine bayıldım. “Veda”nın bence en önemli ve cesur başarılarından biri budur. MüslümanTürk ahalinin Balkanlar’dan Anadolu’ya göç sahneleri harikaydı. Bu göç sahneleriyle İzmir’i terk eden gayrimüslimRum ahalinin kaçış sahneleri arasındaki abartısız karşıtlığı, ancak hümanizm ve sosyalizm değerleriyle tanışık bir sanatçı görüp gösterebilirdi. Filmde yurtseverlik olgusu da, konunun gerektirdiği ölçülerde ve yine abartıya düşülmeksizin işleniyordu. Herkesin, hatta Zübeyde Hanım’ın ısrarına karşın Mustafa Kemal’in İzmir geri alındıktan sonra ordularını (ata yurdu, doğum yeri, çocukluk ve delikanlılığının kenti) Selanik üzerine yürütmeyişinin saptanması çok önemliydi. Ve filmin sonunda, başta Mustafa Kemal’in kendisi ve annesi olmak üzere, bütün bu Selaniklilerinin sevgili şehirlerini bir daha görmeden bu dünyadan ayrılacaklarının izleyiciye bilgi olarak aktarılması, sadece bu “dipnot” bile, üzerinde bir film yapılmaya değecek kadar duygu ve düşünce yükü taşıyordu. *** Livaneli’nin filminde, bana göre, eksiklikler ve fazlalıklar yok muydu? Ama bu sonuç olarak onun Atatürk’ü. “Veda” Mustafa Kemal’in yaşamında odaklanan ilk sanat filmi olarak ilgimizi ve alkışlarımızı hak ediyor. G ataolb@cumhuriyet.com.tr Hoşçakal Alkazar! lk duyduğum anda karar vermiştim ağlamayacağıma. Yaşamımın önemli bir parçası olan Alkazar sinemasının perdelerini karartacağını öğrendiğimde boğazımdaki düğüme, yüreğimdeki acıya rağmen “Ağlamak yok” demiştim kendi kendime. Ortaokul, lise ve üniversite yıllarımı beraber geçirdiğim, onunla birlikte büyüdüğüm, benim için İstanbul’la özdeş olan Alkazar artık omayacaktı. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin bir parçası olan film makaralarına artık eskisi gibi yakın olamayacaktım. Oysa ömrümün bütün güzel filmlerini orada izlemiştim. Postacı’dan (Il Postino), Germinal’e kadar... Almadovar’la tanıştırmıştı beni Alkazar, Kieslowski’yle büyütmüştü beni. Nasıl özel olmazdı bana ve benim gibi binlercesine bunları yaşatmış bir yer? Ama dedim ya ağlamak yok! Çünkü Alkazar’ın kurucu ortağı ve yöneticisi olan Adalet Dinamit, yani annem, yıllarca emek verdiği ve çok sevdiği bir çocuğunu kaybediyor gibi mutsuzdu zaten. 27 Şubat Cumartesi son kez Alkazar’ın beyaz perdesinin üzerine ışık vuracaktı, son kez dönecekti makara ve biz de o gün Alkazar’la vedalaşacaktık. Yalnız değildik, bizim gibi başka Alkazar müdavimleri de gelmişti son kez film izlemek için. Koltukları, sinemanın içini, duvarlarındaki afişleri çeken buğulu gözlü sinemaseverlerle uğurladık Alkazar’ı. O zamana kadar tuttuğum tüm gözyaşlarımla ve annemle Alkazar hakkında yaptığım bu söyleşiyle hoşçakal Alkazar... Okuyucular bilmiyordur, Alkazar’ı açmaya karar verdiğiniz zamanları anlatır mısın? O zamanlar Fitaş’ın 2 salonu vardı. Biri Dünya, diğeri Fitaş. Biz üç ortak olarak Dünya’yı işletiyorduk ve tahliye olmak üzereydik. Bir gün Onat Kutlar aradı ve Alkazar’ı bulduğunu, hem maddi, hem de manevi olarak bana ihtiyaç duyduklarını söyledi. Onat Ağabey kendi odasına bir masa koydurmuş, “Bu masa senin. Gel bize ortak ol, bizle birlikte çalış. Senle çalışmaktan çok mutlu oluruz. Zaten Dünya’da da tadın yok” dedi. O zamanlar Onat Ağabey’in de içinde olduğu İstanbul Film Ajansı estetik kaygıyla çekilmiş filmlerin Türkiye haklarını alıyordu. İ Eşimle değerlendirdik ve böylece ortak oldum ben de. Dünya Sineması’ndan neden tahliye oldunuz? Baktılar bizim salon doluyor, onlarınki boş kalıyor, işletemiyorlar. Önce ortaklık teklif ettiler. Kabul etmedik çünkü tarzımız farklıydı. Onlar popüler Amerikan filmleri oynatıyordu, sabun köpüğü gibi filmler gösteriyorlardı. Dolayısıyla “Siz kendinizinkini işletin, biz de kendimizinkini. Ama eğer film programı konusunda yardım istiyorsanız elimden geleni yaparım tabii” dedim. Bizi kapının önüne koymak istediler. Elektriğimizi kestiler, “Burası pasaj 19.00’da kapıları kaparız” dediler. Uzun ve zorlu bir süreçten sonra tahliye olduk sonuçta. Alkazar’ı ilk kez Onat Ağabey’le beraber sinemayı devralmak için gittiğinizde görmüştün değil mi? Evet. Alkazar’da o sırada yani 1993’te porno filmler oynuyordu. Bir altındaki Avrupa Sineması da daha önce Ayfer Feray Tiyatrosu olmuş, ardından da bir depo. Alkazar’la ilgili hayatımın en komik hikâyelerinden birini yaşadık o gün. O zaman Yılmaz Zafer de ortaklardan biriydi. Yılmaz Zafer, Onat Ağabey ve ben sinemayı devralmaya gittik. Raşit Erman ve Bekir Bektaş’a çeki verdik, “Nakit isteriz biz” dediler biz de geri döndük. Bir yandan hâlâ porno filmleri oynatıyorlar. O kadar para bir James Bond çantaya ancak sığar diye ertesi güne erteledik. Sözleştiğimiz saatte gittik, yine porno film oynatıyordu. “Parayı getirdik, niye hâlâ oynatıyorsun” dedik. “Siz parayı verin ben hemen durdururum” dedi. Parayı verdik, uzun bir süre tek tek saydı. Sonra gerçekten filmin ortasında durdurdu. “Hadi çıkın boşalıyor burası” dedi. İçeriden adamlar çıkıyor, ben, Yılmaz Zafer ve Onat Ağabey duruyoruz. Basıldıklarını düşünerek bizi ahlak zabıtasından sandılar. ŞİRİN GÜVEN AÇILIŞ GERMİNAL’LE YAPILDI Ne hissettin Alkazar için o gün? Çok kötü görünmüştü gözüme. Çünkü daha çok insanı içeri sığdırabilmek için koltukları sökmüşlerdi ve ayakta müşteri alıyorlardı. Çok iyi para kazanan bir yerdi, taliplisi çoktu. Sanırım mal sahipleri de bizle anlaşmak istiyordu. Bir de yaşlanmışlardı, artık pornoculuk ağırlarına gidiyordu belki de. Sonra tadilatlar başladı. Ve sinema açılmaya hazır hale geldi. 28 Şubat 1994’te, yani kapanışından tam on altı yıl önce açıldı. Açılış filmini hatırlıyorum ben de... Émile Zola’nın romanından uyarlama bir film olan Germinal’di. Bir hafta sonra da Avrupa salonunu da Chaplin filmiyle açmıştık. Zonguldak’taki maden işçileri akın akın Germinal’i izlemeye geldi. Alkazar açıldığında bütün basın ve sanatçı camiasından çok büyük ilgi gördü. Herkes Beyoğlu’na böyle güzel bir mekân kazandırıldığı için sevindi. 90’larda sanat filmlerini rahat buluyor muydunuz? Türkiye’deki dağıtımcılar sanat filmleri alıyorlar mıydı yani? O zaman sinema salonları çok fazla değildi. Zaten estetik kaygıyla çekilmiş filmleri Türk firmalar zorunluluktan alıyordu. Yani bir popüler filmi alırken yanına 10 tane de böyle film alma şartı koşuyordu yabancı firmalar. Türk firmaların da işine geliyordu aslında çünkü popüler olanları kendi sinema salonlarında oynatıyor, diğerlerini de televizyona satıyorlardı. Biz bu anlamda çok şanslıydık o zamanlar. Hatta birçoğunun depolarına inerek film seçmiştik. Hatta komik bir anı geldi aklıma; Nagisa Oshima’nın Duygu İmparatorluğu bir film şirketinin deposunda duruyordu. “Bende bir seks filmi var bacı” diye bu filmi göstermişlerdi bana. Bir baktım filme, Oshima’nın filmi... Hemen “seve seve film programımıza alırız” dedim tabii. “Bacı sen bunu oynat başımın tacısın, sana yüzde 50 yerine yüzde 60 pay veririm” dedi. G Dileğim başka salonların perdelerini karartmamaları Sonra işler ne zaman kötüye gitmeye başladı? Alkazar ne zaman kendini döndüremez oldu? İş ve alışveriş merkezleri açılmaya başladı bir anda. O kadar çok sinema salonu açılıyordu ki, artık estetik kaygıyla çekilmiş filmlere bile ihtiyaçları oluyordu. O nedenle biz film bulamaz olmuştuk. Bir kesim özellikle bu filmi Alkazar’da izler insanlar diyerek bize veriyordu ama bir yandan diğer salonlara da veriyorlardı. Bu nedenle payımız bölünüyordu. Ya da büyük sinema zinciri çok salonu olduğu için o filmi de isterse, siz ikinci vizyonda gösterebiliyordunuz ancak. Yani film şirketleri için bizim gibi salonlar önemsiz hale geldi, öncelikleri hep büyük sinema zincirleri oldu. Hatta o salonların programlarına göre filmlerin vizyon tarihlerini belirlediler. Olanaksızlıklarımız çoktu. Büyük sermayeyle yarışabilme şansımız kalmadı. Uzun bir süre ortakların ve yöneticilerin maddi manevi özverileriyle sürdürmeye çalıştık. Fakat buraya kadarmış işte. Vergi de işi zorlaştırıyordu değil mi? Dünyada sinemayla ilgili yasalar bizden farklı. “Arthouse” denilen bir sinema tarzı var. Bu tarz filmlere ve filmleri gösteren yerlere kültür bakanlıkları farklı uygulamalar yapıyor. Onlara yüksek kiralar ödemeyecekleri yer temin ediyor. Toplanılan bakanlık fonlarından bu tarz işletmelere destek için para aktarıyorlar. Biz bunu geçtik zaten. Bir sanayiciden, şirketten aldıkları gibi vergi alsınlar istiyoruz biz. Oysa ona ek olarak, sinemayı sanat olarak görmedikleri için eğlence vergisi adı altında bir vergi alıyorlar bizden. Üstelik para kazandıktan sonra değil, peşin peşin ödüyorsun bunu! Biz Alkazar’ın perdesini kararttık. Tek derdim, Alkazar meselesi yetkili ve ilgililerin kulaklarına küpe olur da başka sinema salonları kapatılmaz. Beyoğlu Sineması’na sahip çıkılmalı mesela. Bir yıldır seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Emek kapandı sessiz sakin, kimsenin çıtı çıkmadı. Tadilat dediler ama tadilat da başlamadı, ne olduğunu anlayamadık. Dileğim başka sinema salonlarının perdelerini karartmamaları. G C M Y B C MY B