23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

6 22 ŞUBAT 2009 / SAYI 1196 Gelme, beyaz atlı prens! Deniz Yavaşoğulları “Beyaz atlı prens boşuna gelme” Türkiye’nin kamulaştırılmış ilk lezbiyen belgeseli. If İstanbul’da gösterilen belgeselin yapımcısı Lambdaistanbullu kadınlar. Yönetmenleri Aykut Atasay, İzlem Aybastı ve Zeliha Deniz. Cansu Laçiner, Tuna Erdem, Seda Ergül, Hasbiye Günaçtı, Lale Mansur, Hande Öğüt, Yasemin Öz, Nevruz Ebru Aksu, Serap Akçura, Yeşim Başaran, Oya Burcu, Pelin Kalkan, Dilek Yaman ise belgeselde yer alan isimler... Yönetmenlerden Zeliha Deniz, Aykut Atasay, katılımcılardan da Yeşim Başaran ile belgesele ve lezbiyenliğe dair konuştuk. Zeliha Deniz, belgeselin çıkış hikâyesini şöyle anlatıyor; “Homofobi karşıtı buluşmadan dönerken, Aykut lezbiyenlerden oluşan bir kadın atölyesi yapmayı düşündüğünü söyledi, bu fikir hepimizin hoşuna gitti. Hemen derneğin bütün kadınları olarak buluştuk konuştuk. Sonra atölye fikri, belgesele döndü.” Fikri ortaya atan kişinin Aykut Atasay; eşcinsel de olsa bir erkek olması aklımızı karıştırıyor. Atasay’ın filmogrofisi kalabalık, ağırlıklı olarak transeksüeller ve travestiler üzerine yaptığı ödüllü belgesel çalışmaları var. Ona soruyoruz, lezbiyenlikle ilgili bir şey yapmak nereden çıktı diye, o da başlıyor anlatmaya... “Ben kendi filmografime baktığımda sıranın bir türlü eşcinsel erkeklere, yani kendi kimliğime gelemediğini görüyorum. Daha önce yaptığım üç belgesel trans kadınlar ağırlıklıydı, sonuncusu ise lezbiyenlerle ilgili, dolayısıyla kadınlar üzerine yönelmişim. İstem dışı oldu... Bu dernek çatısı altında yazısal ve görsel bir şeyler üretmek için büyük bir potansiyel var. Kimse görünürlük sorunu yaşamıyor.” Zeliha Deniz, Atasay’ın belgeselde yer alıp almamasını kadınlar arasında çok defa tartıştıklarını anlatıyor “Lezbiyen kadınlar olarak sesimizi duyurmak, kendimizi görünür kılmak istiyorduk, belgeselin amacı da buydu” diyor “Bu yüzden yönetmen olarak bir erkeğin yer alacak olması fikri kafamızı karıştırdı, fakat bir yandan da şöyle bir şey vardı; Aykut bir erkek evet ama lezbiyenliğe bakış açısı diğerlerinden farklı, temsilini de sorguluyor ve bize yardımcı olmak istiyor. Sonuç olarak sorun olmayacağına karar verdik”. bundan dolayı geliyor. Biz ötekinin ötekisiyiz, hem kadınız, hem de kadınları seven kadınlarız. Tüm dünyada bu durum aynı. Eşcinsel kadınları ifade eden fotoğraflara bakın, neredeyse hepsinde iki büyük göğüslü sarışın kadın birbirleriyle öpüşüyor. Sistem lezbiyenleri böyle temsil ediyor.” Yeşim Başaran da aynı fikirde, “Bu yüzden” diyor “Erkekler biz lezbiyenlere onların tabirleriyle anlatırsak ‘yollu’ gözüyle bakıyorlar. Pornolarda lezbiyen kadınlar birbirleriyle sevişir ardından da bir erkekle sevişirler. Yani onlar her şeyi yapabilecek kadınlardır. Atıyorum kişi biseksüel de olabilir, kadınlar kadar erkeklerden de hoşlanma ihtimali vardır. Ancak bu da o kişinin, karşısındaki erkeğin her istediğini yapacağı anlamına gelmiyor. ‘Bir kadınla bile sevişiyorsa, demek ki fantezilere açık’ diyorlar, atraksiyon olsun diye yapılan bir şey olarak görüyorlar lezbiyenliği.” Zeliha Deniz, sevgilisiyle otururken erkeklerin yanlarına gelip “Bu akşam bende sizinle geleyim mi?” diye bile sorduklarını söylüyor... AMAÇ GÖRÜNÜRLÜK... Başaran, lezbiyenlerin yaşadığı çok fazla sorun olduğunu, bunların hepsini bir belgeselde işlemelerinin mümkün olmadığını, bu yüzden görünürlük açısından etki yaratmayı amaçladıklarını anlatıyor; “ B.A.P.B.G var olan bütün önyargılara güçlü cevaplar veren bir belgesel değil, ancak Türkiye’de lezbiyen kadınların görünürlük probleminin çözümü için bir adım. Bir de bizim hakkımızda sürekli başkaları konuşuyor. İlk defa biz bir şeyler söyledik. Amacımız ‘bu kadınlar var ve var olmakla yetinmeyip buna dair konuşuyorlar’ dedirtmek. Ben filmin böyle bir etki yaratacağını düşünüyorum, önyargıları hemen yok etmesi mümkün değil tabii...” Belgeselde, Cosmopolis programının yayından kaldırılan lezbiyenlerle ilgili bölümünden parçalar da yer alıyor. Başaran, o programda da var. Yayından kaldırılması konusunda kendilerine hiçbir açıklama yapılmadığını söylüyor. Ancak kendince neden o programda lezbiyenliği tüm gerçekliğiyle ortaya koymaları; “Belki orada bekledikleri bir lezbiyenlikle karşılaşsalardı, ‘ne güzel, eğlenceli bir şey’ deyip yayına koyacaklardı.” diyor “Ancak biz sıradan, hiçbir anormalliği olmayan kadınlar olarak çıktık ve konuştuk. Fazla gerçek gelmiş olabilir...” B.A.P.B.G’de görünürlük vurgulanıyor ama aileye veya topluma açılma sıkıntılarının üzerinde pek fazla durulmuyor. Zeliha Deniz “Bunun üzerinde durmadık, çünkü biz bu belgeselle direkt olarak açıldık!” diyor. Aykut Atasay ise, belgeselde yer alan Hasbiye Günaçtı’nın hikâyesini konuya örnek gösteriyor, Günaçtı’nın 20 yıl cinsel kimliğini nasıl sakladığını, kendisinin bile bu kimliği kabul etmekten nasıl kaçtığını anlattığı kısmı hatırlatıyor... Açılma demişken, soruyoruz Yeşim Başaran ve Zeliha Deniz’e “Ne kadar açıksınız?” diye. Başaran, “Mühendisim, işyerinde biliyorlar mı bilmiyorum, bana bir şey söylemiyorlar, büyük ihtimalle biliyorlardır, duymamış olmamaları mümkün değil” diyor. Deniz ise bir peyzaj mimarı “Tahmin ediyorlardır” diyor, “Lambda aktivisti olduğumu biliyorlar, ama kendi eşcinsel kimliğimle ilgili bir şey söylemedim”. G Belgeselin afişinden. Fotoğraf: Melissa Sözen Z. Deniz, A. Atasay, Y. Başaran. Fotoğraf: Vedat Arık Aykut Atasay ise trans kadınlarla ilgili belgeseller yaptığında, “Sen erkeksin, nasıl olur da bizim belgeselimizi yaparsın?” diye bir tepki almadığını, ama biyolojik kadınlarla, yaptığında “Hop! Bir dur bakalım sen erkeksin, biz kadınız” gibi tepkiler gelebildiğini söylüyor, ona göre feminist kadınlar kolektif iş yaptıklarında aralarında erkek istemiyolar, bunun nedeni de birçok alanda zaten erkeklerin egemen olması. “Diğer yandan” diyor “Pınar Selek ‘Sürüne Sürüne Erkek Olmak’ diye bir kitap yazdı, erkeklerin askerliğe gitmeleriyle ilgili, hiçbir erkeğin ona kalkıp ‘sen ne yapıyorsun?’ dediğini sanmıyorum.” “Beyaz Atlı Prens Boşuna Gelme” belgeselinin açılış sahnesi bir gözetleme hikâyesini anlatıyor. İlk sahnede sevişmek üzere olan iki kadın görüyoruz, bir yandan diyalog halindeki alt yazılar geçiyor. Yazılar “kızlara bak, vay be!” vb. tarzda. Ancak dış ses yok, Deniz bunun nedenini, “Çünkü konuşanlar sizsiniz, yani izleyiciler” diyerek açıklıyor. Bu arada, sevişen iki kadından biri de kendisi. Hemen magazin muhabirleri gibi “Fazla cesurca değil mi?” diye de soruyoruz, gülüyor “Aileme açığım, ama aile dostlarına değil!” diyor. “Tabii ki zor, ama böyle bir sahneye ihtiyacımız vardı ve yapmak zorundaydım”. Zeliha Deniz, bir arkadaşlarının bahsi geçen sahnenin kurgusu sırasında yanlarına gelip, ekrandaki kişinin Deniz olduğunu anlamayarak “Of kızlara bak” dediğini anlatıyor, bunun için “İşte tam da bahsettiğimiz tepkiydi” diyor. Rahatsız oldukları konuların başında görünür olmamak ve yok sayılmak var. Deniz anlatıyor: “Başımıza ne geliyorsa “Beyaz atlı prens boşuna gelme”, Türkiye’nin kamulaştırılmış ilk lezbiyen belgeseli. Yapımcılığını Lambdaistanbullu kadınların üstlendiği belgeselin, yönetmenleri de Aykut Atasay, İzlem Aybastı ve Zeliha Deniz. Belgesel, eşcinsel kadınların görünürlük, temsil ve varoluşsal sorunlarını, lezbiyen kimliğini politik bir kimlik olarak benimseyen kadınlar tarafından irdeliyor. Bir cinayet her şeyi değiştirir mi? Deniz Ülkütekin / Meltem YIlmaz A yılar Grubu, medyaya “Türkiye’deki ilk eşcinsel cinayeti” olarak geçen Ahmet Yıldız’ın öldürülmesiyle birlikte gündeme geldi. Ayılar kendilerini eşcinsellerin oluşturduğu, bir beğeni ve alt kültür grubu olarak tanımlıyorlar. Diğer eşcinsel gruplardan farklarına gelince… Kimi eşcinsellerin kendi kimliklerini görünür kılmak adına abartılı davranış ve kıyafetler içine bürünmesinden duydukları rahatsızlık. Ancak bu rahatsızlık yalnızca beğeniyle sınırlı. Bir dışlama sonucunda ya da birilerini dışlama amacıyla grubu kurmadıklarının altını ısrarla çiziyorlar. Onların derdi kendi cinsel ve sosyal kimliklerini yaşarken farklı bir görüntüye bürünmek istememeleri. Kendileriyle aynı beğenileri paylaşan insanları bulmak istiyorlar sadece. Gruptan üç kişi Özcan Cengiz, Murat Gülçiçek ve soyadını vermek istemeyen Nuri, Ahmet Yıldız’ın aynı zamanda yakın arkadaşlarıydı. Olayı da yakından biliyorlardı. Anlattıklarına göre Ahmet ailesiyle cinsel tercihi konusunda uzun süredir sorunlar yaşıyordu. Üstelik aile içinde başka eşcinseller olduğu da bilinmesine karşın, Ahmet sırf hayatını gizli saklı yaşamak istemediği için ailesi işi tehdit boyutuna kadar vardırmıştı. Bunun üzerine Ahmet Üsküdar Savcılığı’na gidip şikâyette bulunmuş, ama arkadaşlarının anlattıklarına göre savcı pek de oralı olmamıştı. Şimdi şu soruları soruyorlar; “Savcılığa verilen dilekçe neden geri alınmadı? Şu anda soruşturma ne aşamada?” Bu soruları sormalarının bir sebebi de cinayet öncesinde yaşanan gelişmeler. Olaydan bir süre önce Ahmet’in kız kardeşi aile tarafından İstanbul’a gönderilmiş. Murat, kız kardeşinin Ahmet’in seçimine görünüşte anlayışlı yaklaştığını ama sonradan öğrendiklerine göre, ailesini her gün gizlice arayarak rapor verdiğini söylüyor. Ailenin Ahmet’ten kesin bir talebi var: Doktora gitmeli ve heteroseksüel olmak için tedavi görmeli. Ahmet eşcinsel olduğunu ailesine cinayetten yaklaşık bir yıl önce söylüyor, o günden sonra da araları açılıyor. Ahmet’in ailesini hiçe saymak gibi durumu yok, çünkü herkes biliyor ki, çocukluğundan beri onlara çok bağlı. Seçimini onlara kabul ettirmek için mücadele etmesi de bu bağlılık yüzünden. Zaman içinde önüne yurtdışında bir hayat yaşamak için fırsatlar da çıksa da o yine bu bağlılık nedeniyle hiçbirini kabul etmiyor. Ahmet’in ölümünü takip eden günler arkadaşları için en az olayın kendisi kadar sıkıntı verici geçiyor. Çünkü neredeyse iki hafta morgun önünde beklemek zorunda kalıyorlar. Çünkü resmi bir yakınlıkları olmadığı için Ahmet’in cesedi kendilerine verilmiyor. Aile ise başta cenazeden uzak duruyor, Ahmet tam kimsesizler mezarlığına götürülmek üzereyken dayısı geliyor ve cesedi alıyor. Nuri’ye göre tüm olan bitenin temelinde insanların başkalarına ve kendilerine söylediği yalanlar var. Bu, sırf Ahmet’in ailesinin yalanlarını değil, kendi seçimlerini bir kimlik olarak yaşamak yerine dört duvar arasına sıkıştıran eşcinselleri de kapsıyor. Eğer Ahmet de bu kervana katılsa, kimliğini açık etmese şu an hayatta olacaktı. Dolayısıyla kanun karşısında hak arama çabaları da pek bir sonuç vermiyor. Çünkü Ayılar Grubu’na göre üç beş kişinin bu sorunları seslendirmesi ile eşcinsellerin kimliklerini üstlenerek yaşaması arasında büyük fark var. Nuri, 60’larda görünür olan Türkiye’deki eşcinsellik tanımının toplum tarafından algılanış biçimine getiriyor lafı. “O zamanlar bir tarafta erkek vardı, öbür tarafta da transseksüel. İkisinin ortası yoktu.” Sonradan karşılaştığı transseksüel aktivistler kendisine “o zamanlar eşcinsellik diye bir kavram olsaydı biz transseksüel olmazdık” itirafında bulunmuşlar. Ancak dönemin şartlarında onların da pek fazla seçim şansları olmuyor. Çünkü toplumdaki genel kanı “bir erkek eşcinselliği seçiyorsa her şeyi hak ediyordur” yönünde. Bu yüzden İstanbul’a gelmeden önce “daha kolay cinsel ilişkiye girebilmeleri için” günlerce tecavüze uğruyorlar. Kendi kimliğini kabul etmeyenlere de “neden siz Ahmet gibi olamıyorsunuz demek” pek manalı değil. Nuri’ye göre eşcinsel ilişkiye girenler bile bu kimliği reddediyor. Nuri öncesinde kadınlarla cinsel deneyimler yaşamış. Ancak tercihini hemcinsleri yönünde kullanmış. Bazı arkadaşlarının karşı cinsle beraber olma fikrinden bile nefret ettiğini söylüyor. EŞCİNSELLİK HATA DEĞİL... Özcan ve Murat’in cinsel tercihlerine karar veriş süreçleri ise biraz daha farklı. Özcan için kadın bedeninin bir kışkırtıcılığı baştan beri yok, Murat da henüz ergenlik çağında ailesine tercihini söylemiş. “Nerede hata yaptım” diye ağlayan annesine bunun hata olmadığını anlatmak için uzun süre harcamış. Ailesi durumu kabullense de, ilerleyen yıllarda çocuğu olmayacak olmasını dert edinmişler. Murat’a yardıma ihtiyacı olan bir kadınla evlenmesini ve durumunu anlatarak birlikte bir hayat Ahmet Yıldız’ın öldürülmesi üzerindeki sır perdesi kalkmamış bir adli vaka. Oysa kimileri için bir ilk niteliği taşıyordu. Çünkü “Türkiye’nin ilk eşcinsel töre cinayeti”ydi. Ayılar Grubu’ndan Özcan, Murat ve Nuri’ye göre bir şeylerin değişmesi için herkesin Ahmet kadar cesur olması gerekiyor. Çünkü Ahmet tercihlerini ve kimliğini gizlemek yerine törelerle ve kalıplarla savaşmayı tercih etti. Sadece kendi Ahmet Yıldız. savaşını verdi... sürmesini tavsiye etmişler. Murat yaşı ilerledikçe bir aile kurmanın önemi konusunda anne ve babasına daha çok hak verdiğini kabul ediyor. Yine de geleceğini sağlama almak adına evlenmek ve bir çocuk yapmak düşüncesi ona ağır geliyor. Eşcinseller üzerindeki baskı ve şiddet sosyal alanlara göre kabuk değiştirse de hiç azalmıyor. Ahmet’in hikâyesinin eşcinseller için bir şeylerin iyileşmesine vesile olup olmayacağını bilemeyiz. Ancak üç arkadaşı da ağız birliği etmişçesine hayattaki hiçbir şey için Ahmet’i kaybetmek istemeyeceklerini söylüyorlar. Tabii ki haklılar. Murat diğerlerinin de Ahmet kadar cesur olmasının birtakım şeyleri değiştirebileceğini söylüyor. Ancak gelecekten umutlu değil. “O kendi doğrusunu savundu. Bundan sonra toplumla eşcinseller ortak bir noktada buluşur mu? Sanmıyorum” diyor “Avrupa Birliği gibi dışarıdan iteklemelerle ne kadar yol alınır bilmiyorum. Ancak şu bilinsin, biz gökten zembille inmedik. Hepimiz bir ananın evladıyız. Bir işimiz var ve vergimizi veriyoruz. Cinselliğimizi akşam evimizde dört duvar arasında yaşıyoruz. Buna kim karışabilir ki, bence büyük haksızlık”. Nuri ise bir şeylerin değiştiğine inanıyor. Ahmet’in olayından sonra birçok kadın kuruluşu kendilerini arayıp ne yapabileceklerini sormuş. Her ne kadar politik tabanlı bir grup olmasalar da Hrant Dink eylemi gibi birçok eylemde diğer STK’lerle birlikte yan yana yürüyorlar. Ancak STK’lerin dışına çıktığınızda her şey aynı. Ahmet Yıldız cinayetini “eşcinsel töre cinayeti” olarak veren ilk yayın organı İngiliz The Independent gazetesi. Bizim gazetelerimiz ise “üniversite öğrencisi vuruldu” manşetleriyle duyurdukları olayı İngiliz meslektaşlarının bu haberinden sonra araştırma gereği duymuş. Türkiye eşcinseller için zaten tehlikeli bir ülke, bu yüzden birçok adli hadisenin içinde yer alabiliyorlar. Ne yazık ki bu haberlerin medyaya yansıma ihtimali ancak olayın içinde bir travestinin olmasıyla mümkün. Çünkü manşet hazır: “Travesti şiddeti”. Son olarak Özcan’dan 2003’te yaşadığı bir olayı dinleyelim: “Evim Küçükçekmece’de. Sefaköy’de otobüsten indim, parkın içinden geçmem lazımdı. Saat de 12 civarıydı. Bankta oturan bir adamla göz göze geldim. Tanıştım. Muhabbet etmeye başladık. Hem fiziği hem de konuşmasıyla gayet güven veren biriydi. ‘Hadi biraz dolaşalım’ dedi. Ben de ertelemek istedim. O saatte nereye gidebilirdik ki. Sonra ikna oldum, parkın içinden geçerken çalıların arasına girdi. Ben de ‘hayrola’ diye oraya yöneldim. Derken üç kişi üzerime atladı, bir döner bıçağı parmaklarımı kesti. Bir şekilde kaçıp az ilerdeki karakola yöneldim.” Özcan’la pek ilgilenen olmamış, uzun uğraşlardan sonra kendi çabasıyla parmaklarını diktirmeyi başarmış. Sıra ifade vermeye gelmiş. Her şeyi açıklıkla anlatmış, polislerin tavrı ise “Kurtulduğuna şükret” olmuş. Polis çalıştığı yeri de sormuş, yanıt üzerine, “bizim yeğenin işe ihtiyacı var” demiş! Komik değil mi? Maalesef gerçek. G C M Y B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear