23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

25 EKİM 2009 / SAYI 1231 5 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Biz gözlerimizle konuşuruz Mahin Sadri, İran Devrimi’nden sonra doğmuş bir kadın tiyatro yazarı. Aynı zamanda şair ve oyuncu. “Kendini bir şeyin ardına gizlemek kültürümüzün bir parçası” dese de o görünür bir şekilde hayatı sahnesine taşıyor. Ayrıntılar üzerine yazmayı seviyor, çünkü bu onu heyecanlandırıyor. Şüphe ve belirsizliğin sanatı beslediğini düşünüyor. ALİ DENİZ USLU Fakir Baykurt’u anarken ATAOL BEHRAMOĞLU F akir Baykurt’un ölümünün üzerinden on yıl geçmiş. Onu Türkiye Yazarlar Sendikası’nın Yıldız’daki lokalinin önünden uğurlayışımızı bugünmüş gibi anımsıyorum. Ölümü üzerine gazetemizdeki “Cumartesi Yazıları” köşemde 16 Ekim 1999’da yayınlanan “Ne Mutlu Fakir Baykurt Olabilene” başlıklı yazıma az önce göz gezdirdim. Fakir Baykurt için söyleyebileceklerimi söylemişim. Onlara şu anda ekleyebileceğim bir şey yok. Fakat köy ve köylü edebiyatımızın büyük ustasını ölümünden on yıl sonra anarken Türkiyemiz için söyleyebileceğimiz şeyler var ve bunlar ne yazık ki iyi şeyler değil. *** B elgesel tiyatroya İran’dan farklı bir bakış açısı getiren kadın yazar Mahin Sadri “KuartetKuzeye Yolculuk” adlı oyununda; toplumun iki farklı kesiminden, biri kadın diğeri erkek iki katilin hikâyesini anlatıyor. “Ve Diğer Şeyler Topluluğu” tarafından düzenlenen “Yeni Metin Yeni Tiyatro” projesi çerçevesinde İstanbul’a gelen Mahin Sadri, 1979 Rasht doğumlu. 2000 yılında Gilan Genç Film Festivali’nde en iyi film ödülünü “Triumph of the Will” ile aldı. İlk yönetmenlik deneyimini ise Amir Reza Koohestani ile birlikte çalıştığı Meeting Point 5 Festivali’nde ilk gösterimi yapılan “Dry Blood & Fresh VegetableKurumuş Kan ve Taze Sebze” isimli projesiyle yaşadı. Şimdi ise Fransız, Japon ve İranlı yönetmen ve aktörlerin ortak yapımı “Des Utopias” adlı belgeseli yayına hazırlıyor. “KuartetKuzeye Yolculuk” oyunundan... sinema üzerine ders almamıştım ve bana bu filmi yapmam için yardım edecek kimse yoktu. Fakat hikâye Leni Riefenstahl’ın Nazizm hakkındaki görüşlerini eleştiriyordu. Benim filmim kargaların tarladaki ürünleri yemesini engelleyen bir adam hakkında ve bu yüzden adam bir korkuluk yapıyor fakat kargalar tekrar tekrar ürünlere saldırmaya devam ediyor. Bir tane daha korkuluk yapıyor fakat o da işe yaramıyor ve son olarak hiçbir ürünün olmadığı yıkık bir çiftlik görüyoruz ve kargaların sesi tek yaşam belirtisi. Peki, ya yazarlık? Ayrıntıları yazmak beni heyecanlandırıyor. Ayrıntıları tarif etmede yetenekliyim fakat ayrıntıları birbirine bağlamak ve bunlardan bir yapı inşa etmek öğrenmem gereken bir şey. Bir de oyunculuk var. Bunlar arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz? Öncelikle bir şeyler üretme sürecini anlamaya ve bunlar arasında kendi yolumu bulmaya çalıştım. Hiçbir sanat dalı birbirine benzemiyordu ve bu çok karmaşıktı. Ben kendimi dinlemeyi tercih ettim. Yaptığım filmden tatmin olmadığım ilk an onu ne yapacağımı bilmiyordum. Çünkü bundan önce yazdığım şiirleri beğenmediğim zaman buruşturup Mahin Sadri ayrıntılar üzerine yoğunlaşıyor. “İran’da kadın olmak” ayrı bir durum. Bir kadın olarak var olabilmek, kendini anlatabilmek daha sancılı. Siz bu süreçleri nasıl yaşadınız? Mahin Sadri: Ben devrimden sonra doğdum. Fark ettiğim kadarıyla kadınlar devrimden önce de örtünüyor ve başlarını kapatıyorlardı. Kendini bir şeyin ardına gizlemek bizim kültürümüzün bir parçası. İran edebiyatı da bu tür şeylerle dolu. Aşk sizin çok ötenizde bir şey ve her zaman sevdiğiniz kişiye ulaşamayabiliyorsunuz. Tiyatroda kadınlar vücutlarını gösteremiyorlar ve herhangi bir şekilde dans edemiyorlar. Hissettiklerini yüzünde yansıtmayı öğreniyorlar. Bu yüzden biz de gözlerimizle konuşuyoruz. “Triumph of the Will” (İradenin Zaferi) adlı ilk filminizle ilk ödülünüzü aldınız. Bu gerçekten de iradenin bir zaferi olsa gerek... Evet, öyle düşünüyorum. Bu ödülü almadan önce çöpe atabiliyordum fakat bu bir film ve birçok kişi emek harcıyor ve birçok paralar harcanıyor dolayısıyla o kadar kolay yakamıyorsunuz filminizi değil mi? Fakat değişik sanat dallarında çalışmamdan anladığım şu ki en önemlisi yaptığın sanatın özünü kavramak. Buna göre anladım ki şiirin özü sözcükler, sinemada düzenleme, resimde çizgiler, kolajda ise malzemeler. Sinema oyunculuğunda zekâ ve tiyatro için oyunculukta ise yoğunlaşma gerektirir. Hayatla çarpışmayı, hayatla bir derdi anlatmak için pek çok anlatı türü var. Hangisi istediğinizi anlatmaya daha yakın? Şiir yazmayı seviyorum. Teknik çok karmaşık değil ve kelimeler sadece aracı. Ayrıca hayatınızdaki her şey sizi etkiliyor. Eğer zihniniz karışır veya kaybolursanız şiirinizi okuyan biri bunu satır aralarınızda kolaylıkla fark edebilir. Şiir şüphe ve belirsizliklerle ilişkilendirilen bir sanat dalı. Bence daha şüpheci olan daha iyi bir şair olabilir. Amir Reza Koohestani ile yoldaşlığınızdan bahseder misiniz? Amir Reza Koohestani İran için çok önemli bir oyun yazarı ve yönetmen. Onunla tanıştığım gün en önemli izlenimim çok dürüst ve cesur olmasıydı. Yedi yıldır çalışıyoruz ve ondan öğrendiğim en önemli şey kendine ve diğerlerine karşı dürüst olunması gerektiği, yeni deneyimlerle karşılaşmakta cesur olmak ve üreteceğiniz şeyin üzerinde yoğunlaşmak. “KuartetKuzeye Yolculuk” iki katilin hikâyesi. Kurguyu bilmeyenler için hem çekici hem de ürkütücü. Oyunda toplumun ve yeni sosyal yaşam tarzının bir eleştirisi de var mı? Oyun iki kısımdan oluşuyor; ilk kısımda erkek tarafından aktarılıyor olanlar, ikinci kısımda ise cinayetin nasıl olduğunu iki genç kızın ağzından duyuyoruz. Adamın hikâyesi Tahran’ın kenar mahallelerinde geçiyor. Kadının hikâyesi ise toplum tarafından sevdiklerini öldürmek zorunda bırakılmasıyla ilişkili. Yani hikâyeler birbirinden tamamen farklı; kadının hikâyesi daha psikolojik ve derin. Adamın bulunduğu taraf daha dış dünya ile ilgiliyken kızın bulunduğu taraf daha çok iç dünya ile ilgili. Bu yüzden toplumun farklı kesimlerinden, ailelerinden gelen iki katil hakkında iyi bir öykümüz var. G Fakir Baykurt Köy Enstitülerinin ürünüdür. Bu eğitim kurumları olmasaydı 1929 yılında Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy’de doğan Tahir Baykurt adındaki köy çocuğundan Fakir Baykurt adındaki büyük yazar çıkamazdı. Adını “Fakir” olarak belli ki Rus yazarlarından, büyük olasılıkla Gorki’den esinlenerek değiştirmiş. “Gorki”, Rusçada “acı” demektir. Aleksey Maksimoviç Peşkov, yaşam yollarında çektiği acılardan sonra kendine bu adı alıyor. Rus edebiyatının büyük klasikleri; Puşkin ve Gogol’den Dostoyevski, Tolstoy, Çehov ve Gorki’ye kadar bu devler, insanı insan yapan değerleri öğrendiğimiz büyük hümanistlerdir... İlkokulu bitirdikten sonra Isparta Gönen Köy Enstitüsü’nde öğrenimini sürdüren köy çocuğu, anılarında,“Klasiklerin en iyi okuru Enstitülü gençlerdi. Ceplerimizi ona göre yaptırırdık, kitap sığsın...” diye yazıyor. Günümüz gençleri ise, klasikleri okumak şurda dursun, iki yazar adı sayamazlar. Bu nedenle de insanı insan yapan değerlere gitgide yabancılaşmaktalar... *** Fakir Baykurt’u ve onunla birlikte de hepsi Köy Enstitüleri’nin ürünü sevgili yazarlarımızı düşünüyorum. Apaydın, Makal, Akçam, Başaran, Özdemir, Bahadınlı, gazetemizde ve Pazar ekimizde köşe arkadaşım Binyazar ve onların yanı sıra da nice isimsiz kahraman... Bedri Rahmi Eyüboğlu bir şiirinde, zifiri karanlıkta gelse, şiirin hasını ayak seslerinden tanıdığını söyler… Tıpkı bunun gibi, Köy Enstitülüyü de, duruşundan, bakışından, daha ilk cümlesinden tanırsınız... Adamın hasıdır çünkü... Hem halk hem aydındır. Türkiye’nin özlediği, gereksinim duyduğu insan tipidir. Geçenlerde Adnan Binyazar’ın bir yazısından, Sabah gazetesinde bir köşe yazarının, Köy Enstitülerini ve yazarlarını küçümseyen bir şeyler yazdığını öğrendim Sonra o yazıyı da internette bulup okudum. Aslında buna bile gerek yoktu. Köy Enstitülerini ve bu eğitim kurumlarında yetişen yazarlarımızı küçümsemeye yeltenenler, bana kalırsa kendi küçüklüklerinde debelenmekteler. Köy Enstitülerinin yetiştirdiği onurlu halk aydınlarının yerini, günümüzde ne yazık ki, AKP şakşakçısı ve ABD “muhibbi” (sevdalısı) kişiler aldı… *** Köy Enstitüleri ve yetiştirdiği yazarlar, şairler, eğitimciler, ülkemizin onurudur. Köy Enstitüsü gerçeği, eğitim kurumu olmanın yanı sıra, destanı yazılması gerekecek önemde büyük bir toplumsal olgunun adıdır. Devrim Rusyası’nda fukara halk çocuklarından Aytmatov çapında yazarlar yetişmesini sağlayan Gorki Edebiyat Enstitüsü’nün önemi ve işlevi ise, Köy Enstitülerinin işlevlerinden biri de ülkemiz bakımından bu olmuştur. Köy Enstitülerinden Gülen Okullarına uzanan süreç ise, bir ülkenin kendini yadsıyarak yok olmaya yönelmesinin tarihidir. G ataolb@cumhuriyet.com.tr TARİHTE BU HAFTA 25 Ekim 1904: Onuncu Yıl Marşı, Lüküs Hayat gibi birçok bestesi bulunan Cemal Reşit Rey (solda), Kudüs’te dünyaya geldi. 1937: Başbakan İsmet İnönü’nün görevinden istifa etmesi üzerine, Celal Bayar hükümeti kurma hazırlıklarına başladı. 1962: SSCB ile Amerika arasında yaşanan “Küba Füze Krizi” sırasında, ABD’nin BM Büyükelçisi Adlai Stevenson Küba’da bulunan Sovyet askeri üslerinin fotoğraflarını kanıt olarak BM Güvenlik Konseyi’ne sundu. 26 Ekim 1923: Türk Milli Futbol Takımı, uluslararası ilk maçında Romanya ile 22 berabere kaldı. Türkiye’nin iki golünü de ünlü futbolcu Zeki Sporel attı. 1957: “Zorba” romanıyla tanınan dünyaca ünlü Yunanlı filozof ve yazar Nikos Kazancakis hayata gözlerini yumdu. 1984: Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir bakan görevinden azledildi. Maliye ve Gümrük Bakanı Vural Arıkan, Başbakan Turgut Özal’ın istifa talebini reddetmesi üzerine Cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından bakanlıktan azledildi. Ankara Radyosu yayına başladı. 1981: Heavy metal müzik grubu Metallica kuruldu. 27 Ekim 1991: Türkmenistan, SSCB’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını ilan etti. 1993: Kalp hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Siyami Ersek (sağda) hayata veda etti. Türkiye’deki ilk açık kalp cerrahisini uygulayan Ersek, 1966 yılında da aynı anda üç kalp kapakçığını birden değiştirmişti. 2006: Ünlü karikatürist Semih Balcıoğlu (solda) hayata veda etti. 29 Ekim 1923: TBMM, Türkiye’nin yönetim biçimi olarak cumhuriyeti kabul etti. 159 milletvekilinden 158’i Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı Cumhurbaşkanı olarak seçti. 1929: New York Borsası çöktü. “Kara Salı” olarak tarihe geçen günle birlikte “Büyük Buhran” başlamış oldu. 30 Ekim 1905: Alman kimyager Felix Hoffmann tarafından bulunan “Aspirin” (asetilsalisilik asit) ilk kez satışa sunuldu. 1918: Bahriye Nazırı Rauf Orbay’ın başkanlığını yaptığı Osmanlı heyeti ile İngiliz Amiral Calthorpe’un başkanı olduğu İtilaf Devletleri heyeti arasında Mondros Mütarekesi imzalandı. 1960: Dünya’nın gelmiş geçmiş en büyük futbolcularından Arjantinli Diego Armando Maradona (sol altta) dünyaya geldi. 1961: Josef Stalin’in naaşı Lenin’in anıt mezarının yanından çıkarılarak Kremlin’in duvarının kenarına gömüldü. 31 Ekim 1919: Kurtuluş Savaşı’nda “Sütçü İmam”, Güney Cephesi’nde Fransız işgalcilere karşı ilk kurşunu sıktı. 1984: İki defa başbakanlık yapmış, Hindistan’ın ilk Başbakanı Cevahir Lal Nehru’nın kızı İndra Gandi (üstte) uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetti. Hazırlayan: ALİ SELİM EMEÇ C M Y B C MY B 28 Ekim 1927: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk nüfus sayımı yapıldı. Nüfusun 13 milyon 648 bin 270 kişi olduğu açıklandı. 1938:
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear