Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
6 PAZAR YAZILARI 18 EKİM 2009 / SAYI 1230 İnsanı “insan” kılan ADNAN BİNYAZAR aşlıkta insan sözcüğünü özellikle tırnak içine aldım; gittikçe azalıyor çünkü. Azalmakla kalmıyor, kalabalığı “insan” sayma gibi bir kanı da oluşuyor toplumda. Gözü döndü mü, kalabalığın, beş on dakikada tribünleri ne hale getirdiğini görüyorsunuz... Gerçek anlamda insan, bütün kültür ve uygarlık aşamalarını kişiliğinde barındırır. Barındırmakla kalmaz, o birikimlerle çevresini de aydınlatır. Bu insanın yetişmesi yalnızca yetenekle olmuyor; toplumda, insanlığın nice emekler vererek yapıp ettiklerinin ona ulaştırılmasını sağlayacak kültürel kurumlara da gerek var. Çünkü insan, düşünceduygu varlığı olarak, birbirine eklemlenip bulunduğu ortamı kendine göre biçimleyerek varoluşunu anlamlı kılabilir ancak. Sokrates Aristo’nun, Bruno Galileo’nun; Thomas More Martin Luther’le Erasmus’un; Montaigne Descartes’ın; onların oluşturduğu düşünce evreni, aydınlanmanın üreticisidir... Yüzyıllarla, binyıllarla ölçülen zaman dilimleri içinde, uygarlığın adımının çocuk adımından küçük olduğu sanılır. Öyledir de; ama adımın küçüklüğü değil, basılan yerde bıraktığı derin iz önemli. Çok az kişinin fark ettiği bu derinlikte, insanın insan olma sürecinin tarihi yatar. Uygarlık verilerinin ekilip biçildiği, insanın ürediği yer de orasıdır. İnsan, uygarlığın derinliklerinden, çağdaş kültürden beslenerek “insan” olur... Kimse, bilgisizliğe uğrama ihanetini kendi dışında aramasın. Bağnazlığın kıskacında kıvrandıkça, ihaneti içinde taşır insan. Düşünsel evrimleşme, insanın zaman çarkını döndürmesine bağlı. Yoksa aradan binyıllar da geçse, eylemsiz insan, boşa dönen çarkın kanatları arasında savrulur durur. Zamana egemen olamayış, insanı eylemsizliğe sürükler ki, eylemsizlik, onun varoluş gerçeğine aykırıdır. Taş devri maden devri toprağı işleme teknik alışkanlıklar sanayileşme aydınlanma... Bütün bunlar birbirini üreterek gelişmiştir. Gelişmenin yerinde durmayacağını kavrayamayan toplumlar, geçmişe bel bağlarlar. Uygarlık bağlamında “geçmiş”, eylemsizliğe gömülmüş toprak yığınından farksızdır. Oysa kültür düşünce sanat, devingenlik içinde gelişir. Gelişime sırtını dönen toplumlar, siyasetiyle yönetimiyle inancıyla açılımlarıyla; uygarlık sandığı bu toprak yığınında eşelenip durur. Bir ülkede yönetimler onun bunun ağzına bakarak iş yapıyor, kültürel gelişmeyle boş inancı özdeşleştiriyorsa, eşelenme değil de nedir bu?.. İnsan, eylemiyle insandır. Türkiye, Birleşmiş Milletlerin 2009 “İnsani Gelişme İndeksi”nde yine gerilere düştü. Oysa insani gelişmenin ölçüsü sağlıklı uzun bir yaşam, bilgiye erişim olanakları, iyi bir hayat standardıdır. Bu üç temel gerçek de, ortalama ömür, yetişkinlerde okuryazarlık ve ilköğretim, ikinci öğretim ve üçüncü öğretime kayıt olma oranı, kişi başına düşen GSYH ile ölçülüyor. Tümünde nerdeyse sonlarda yer aldığı için, insana yatırım konusunda Türkiye’nin uyarılması öngörülüyor. Üniversite bitiren on binlerin ortalarda işsiz güçsüz gezmesi yönetimlerce doğal karşılanıyorsa, Türkiye uyarılmasın da ne yapılsın!.. Hele, kadınların ekonomik ve politik hayata aktif katılımının 109 ülke arsında 101. sırada olduğu düşünülürse, uyarılma az bile; gelişmiş ülkeler öyle bir toplumu toplumdan bile saymıyorlar... G Tek yaptığım şarkı söyleyip dans etmekti ALİ DENİZ USLU B S ylvie Vartan Fransa’nın müzik ve şov ikonu. 40 yıl aradan sonra İstanbul’a Erkan Özerman’ın şov işindeki 50. meslek yılının gala gecesi için geliyor. Vartan 26 Ekim’de TİM’de sahne alacak. En sevilen şarkılarını seslendirecek. Olimpia sahnesinde “The Beatles” ile aynı sahneyi paylaşma şansını da yakalayan Vartan, klişe tabiriyle Fransa’nın ilk “Lolitası”. Böyle bir derdi olmadığını söylese de 1968 yılında “Jolie Poupee” ile yakaladığı çıkış onu neredeyse çocuk yaşta şöhrete taşıdı. Disko döneminin en parlak zamanını yaşadı. Öyle ki “Qu’estce qui fait pleurer les blondes?” genç kuşağın bile aklında yer etmiş bir çalışma. Sahnedeki albenisi ve ünlü müzisyen Johnny Hallday ile evliliği ona şöhretin kapılarını sonuna kadar açtı. Konserler, albümler, turneler derken bir dönem kameralardan uzak da durdu. Vazgeçmeyi ise hiç düşünmedi, çünkü sahneden uzak durmayı bir lüks olarak gördü. Kısacası birkaç kuşak onunla büyüdü, onu izledi. Şimdi yeni albümü de var. Hatta Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin eşi eski top model, müzisyen Carla Bruni de bu albümde bir şarkısıyla yer alıyor. Vartan sorularımızı yanıtladı. Sylvie Vartan kendi deyişiyle, olan bitenin pek farkında olmasa da pek çok nesil onunla büyüdü. Gözden kaybolduğu zamanlar oldu ama vazgeçmeyi hiç düşünmedi, çünkü onun için sahneden uzak kalmak bir lüks. Renklendirme: Eylem Zor Fransa’nın şov ve müzik dünyasındaki efsane ismi Sylvie Vartan kırk yıl aradan sonra bir konser için İstanbul’a geliyor. 70’li yıllarda, genç yaşta yakaladığı şöhret bir yana disko döneminin en parlak yıldızı da Vartan’dı. “Showgirl” denen kavramın yaratıcısı sayılırsınız. Sizin için bu anlama geliyordu? Sylvie Vartan: Aslında herhangi yeni bir tanımla ortaya çıkmak gibi bir derdim yoktu. Şarkı söylemeyi ve dans etmeyi çok seven bir genç kızdım. O dönemde sahnede 1424 yaşlarında birçok genç vardı ve ben de bu modanın içinde kendime çok iyi bir yer buldum. Günümüze baktığınızda “Showgirl” tanımı kendini nereye taşıdı? Sahnede dans eden ve şarkı söyleyen birinin enerjisi her dönem için çekici oldu ve olmaya devam ediyor. Ama bana sorarsan bu imajı yukarı taşıyan ve her dönem sahnesinde yeni bir heyecan yaratan tek isim Madonna. Bu konuda onun önüne geçebilen hiç kimse de yok. Sahneniz 1960’lı yılların Fransası için bile öngörülmemiş bir durumdu. Bir “Lolita” olarak tanıtılmaktan rahatsız olduğunuz durumlar oldu mu? Olanın bitenin farkında bile değildim. Benim en büyük desteğim annemdi ve hiçbir zaman beni mutsuz eden bir tepkiyle karşılaşmadım. Bu kadar görünür olmak şöhreti getirmişti. Elbette müziğin de payı burada büyüktü. O günler hep bir müzikal devrimin başlangıcı olarak anılır. Bu hareketi ne ateşledi? Bu hareketin başında bir döneme damgasını vuran “Salut les copains” dergisi vardı. Sadece bir dergi değil, çok önemli bir referans haline gelmişti ve moda hazırlayan bir misyon yüklenmişti. Şöhretinizin iyice arttığı yıllarda müzisyen Johnny Hallday ile evliliğiniz olay olmuştu. Bu şöhret için gerekli bir adım mıydı? Ben de o zamanın genç kızları gibi Johnny’e âşıktım ve onunla evlenmek hayalimdi. Bir anda gazetecilerin gözde çifti olmuştuk. Onu çok seviyordum ve şöhretle ilgili tarafını ikimiz de düşünmüyorduk. Ben sadece âşıktım. Buna rağmen onun sayesinde çok iyi bir çevrem oldu ve The Beatles ile sahneye çıktım. Genç yaşta hızlı bir yükseliş yakaladınız. Bunun sizi sarsan yanları oldu mu ya da dönüp baktığınızda kırgınlıklarınız var mı? Şöhret ile ilgili bir derdim yoktu, sevdiğim işi yapıyordum. Elbette erken yaşta evlenmek bana oldukça büyük sorumluluklar getirmişti. Henüz partilere gideceğim ya da biraz eğlenip sorumsuz davranabileceğim bir dönemde bile sadece bir şarkıcı değil aynı zamanda bir anne olmuştum. Baş edilmesi zor bir hayatın içindeydim ve en büyük desteğim tekrar söylüyorum annemdi. Annenizden bahsediyordunuz hep. Siz nasıl bir anne oldunuz? Şov işinin içinde anne sorumluluğu almamda en büyük rol modelim annemdi. Çünkü annem beni hiç yalnız bırakmıyordu. Johnny’nin ve benim çocuğumuz için fedakârlık yapmamız gerekiyordu. Fedakâr taraf bendim. Çünkü oğlumun iyi yetişmesi benim için her şeyden önce geliyordu. David’i normal şartlar altında büyütebilmem için hem mesleğimden hem kameralardan uzak durmam gerekiyordu, bunu da bir süre yaptım. Sahneden uzak kalmayı düşündünüz mü hiç? David ile ilgili sorumluluklarım yüzünden bir dönem düşündüm ama er ya da geç yine şarkı söyleyeceğimi biliyordum. Sanırım bu işin tadını alan hiç kimsenin şarkı söylemekten vazgeçmek gibi bir lüksü yok. Emekliliği ya da müzik olmadan yaşamıma devam etmeyi kafamda canlandıramıyorum. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin eşi, magazin medyasının da konuşmayı çok sevdiği Carla Bruni yeni albümünüzde “Je chante le blues” isimli bir de şarkı yazdı. Nedir hikâyesi? Carla Bruni ile son plağı üzerine konuştuğumuzu hatırlıyorum. Daha sonra bana geldi ve benim için bir bestesi olduğunu söyledi. Çok güzeldi, ben de onu okudum. Türkiye’de şov dünyası denince Erkan Özerman akla geliyor. Siz de onun 50. yıl kutlamasında sahne alıyorsunuz. Bu Türkiye’ye 40 yıl sonra yeniden gelmeniz anlamına da geliyor. Erkan Özerman birçok sanatçının hayallerini gerçekleştirmiş çok özel biri. Sadece Türkiye’de değil özellikle Fransa’da şov işinde çok güzel projeler gerçekleştirdik. Erkan Özerman tüm Fransız şarkıcıları Türkiye’de sevdirmişti ve ben de onu tanıdığım için mutluyum. G İlişkiler tavrımızı belirlediğinde... AYLİN KOTİL Çok küçük yaşlardan itibaren aldığımız geri bildirimlerin bir neticesi olarak karşımızdaki insanların bize davranış şekline göre tavırlarımızı belirlemeye başlarız. Sevilebilir olmak bizi şekillendirir. Önce anne babalarımızın istediği şekli alırız. Onların geri bildirimleri çok açık ve nettir. Sonra öğretmenlerimizin, arkadaşlarımızın, patronumuzun ve dahası eşlerimizin istediği insanlar oluruz. Başkalarının istediği hayatı yaşarken her şeye sahip olsak bile hayatımızda bir eksiklik olduğunu söyler ancak ne olduğunu bilemeyiz. Art arda gelen bu birikimlerden sonra, içimizdeki güveni ve sevgi duygusunu unuturuz. Unuturuz diyorum çünkü o aslında hep içimizdedir ama unutulmuştur. Sevgisiz, güvensiz bireylerden oluşan sevgisiz ve güvensiz toplumlar oluştururuz. Ermenistan ile diyaloglar başladığından beri tüm düşündüklerim bunlar. Mahallemizde, işyerimizde, Ermeni arkadaşlarımızla sorun yokken, biz kendi küçük gruplarımızda güven ve sevgi ortamı oluşturabilmişken toplum bazında neden oluşturamayalım? Dünyanın her geçen gün şiddete, sevgisizliğe, savaşa olan yakınlığı bizleri daha çok mu mutlu ediyor? Kötü duygular bizleri kirlettikçe daha mı mutlu oluyoruz? Her birimizin temizlenmeye ihtiyacı yok mu? İlk defa geçen gün görüşmeler başladığında içimde bir ışık belirdiğini hissettim. Doğuda birbirini öldürmek zorunda kalıp insan öldürmenin yarattığı duyguyla hayatını taşımaya çalışan gençler için ilk defa bir umutla doldum. Ki o gençler evlerinden çıkarken belki bir sinek bile öldürmemişlerdi. Daha yaşanabilir bir dünya için liderlerin önce kendilerini sevmesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gördüm. Diyaloğa ve barış ortamlarına hepimizin ihtiyacı var. En azından nötr duygulara. Kin ve öfkeyle dünyanın çekilmez bir yer olduğunu kavrayabilen liderlere ihtiyacımız var. Ve dahası öfkeden uzak toplumlara. İyi pazarlar. G Aylin@kotil.web.tr SYLVIE VARTAN binyazar@gmail.com C M Y B C MY B