22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

6 7 Sinema mı, tiyatro mu, derseniz, yanıtı tiyatro Macit Koper’in. Kendini en yetkin gördüğü alan ise tiyatro yönetmenliği. Sinemaya Atıf Yılmaz’la başladı, sonra ilk senaryosunu, “Seni Seviyorum”u yazdı. 12 Eylül’de 1402’likler arasında tiyatrodan atıldı. Dava açtı, kazandı, tiyatroya döndü. Az filmde, çok oyunda oynadı. Rollerini hep seçti. Çünkü sanatı politikadan ayrı hiç düşünmedi… Sinemacıların protesto yürüyüşlerinden biri, 11 Kasım 1977. Sinema emekçileri, 1977 Ankara yürüyüşü için valiliği ziyaret ederken... Apolitik sanat yoktur Müjde Arslan 1. Sayfanın devamı İkiniz de meslek yaşamınızın en önemli filmine birlikte imza attınız. Ömer Kavur’la nasıl kesişti yollarınız? Ömer Kavur’la “Anayurt Oteli” filmiyle tanıştık. Beni oyuncu görüşmesine çağırdı. 20 isimden oluşan bir liste yapmış, 20. isim benim. Kaç kişiyle görüşüldü bilmiyorum ama ilk görüşmemizde Zebercet’in ben olduğumu söyledi. Bundan önce, Orhan Oğuz’la ülkenin en iyi kameramanlarından biriydi Yeşilçam’da arada bir girdiğimiz kahvede oturuyorduk. Bana Ömer Abi Anayurt Oteli’ni çekecek dedi. Kitabı okumuş ve çok sevmiştim, Zebercet ben olacağım, dedim. Onunla o görüşmeden sonra günler boyunca konuştuk. Hem o film süresi içinde hem de sonra birlikte yaptığımız çalışmalarda galiba birbirimizi kafa dengi bulduk. Atıf Yılmaz ve Ömer Kavur sinema içinde kalmama direnen kişilerdi. Ben tiyatroya kaçmak istiyordum, sinemayı ikinci iş olarak görüyordum, onlar kalmam için ısrarcı oldular. Ömer Kavur ölmeden önce bir filme başlayacaktı, senaryosunu birlikte yazdık. Adı “Kardeş”ti, ama ona başlayamadı. Ayrı analardan aynı babadan bir Kürt bir Türk kardeşin hikâyesi. Hayata geçemedi. Şimdi duruyor, inanmış bir yönetmenin onu sahiplenmesi lazım. Yazdığınız senaryolar genellikle ödüller alan, iyi filmler oldular. Senaryoda kendinizi geliştirmek adına ne yaptınız? Bu ülkede senaryo okulu yok ama oyunculuk okulu var değil mi? Yine de bu ülkede bir şey oynanacaksa el yordamıyla oynanıyor. Kendi kendini yetiştirerek, bu konuda bir şeyler bilenleri sömürerek olur bu, yoksa okul tabii ki çok gerekli bir taban oluşturur ama bu kesinlikle yetmez. Sanatla ilgili hiçbir okul yeterli değildir ama bundan sonra sanatçı olacaksa, yönetmen, oyuncu, senarist ya da ne olunacaksa insanın kendi kendisini yetiştirmenin bir yolunu bulması gerekir. Ben becerebildiğim kadarıyla onu yaptım. Mutlaka bir şeyleri söküp almak, kendi kendini yetiştirmenin bir yolunu bulmak gerekiyor. Bu yolculukta politik bilincin etkisi nedir? Ben 68’liyim. İçinde olduğumuz her şey insanın ayaklarını yerden kesen bir baş dönmesi gibiydi. O dönemde hızla ve büyük bir açlıkla okuduklarımızı ne kadar anladık, ne kadar sindirebildik, bilemiyorum. O kadar çok şeyi, o kadar kısa zamanda okuduk ve tükettik ki; kafamız karıştı biraz. On yılda bir darbeyle karşılaşınca, öğrendiklerimizin sağlamasını yapma fırsatı da bulamadık. Apolitik sanat yoktur diye yola çıkmıştık, hâlâ öyle düşünüyorum, ben siyaset yapmıyorum diyen sanatçı, kendinden habersiz olduğu bir sanat yapıyordur. Fakat siyasetle sanatın birbirine çatılması konusunda çok bilgili ya da usta değildik galiba. 70’li ve 80’li yılların ertesi, ilerici siyasetten çok sanatın kendini muhasebeye aldığı yıllar oldu. Politik bilinç, bir dünya görüşünün, bir dünyayı değiştirme biçiminin ifadesidir. Bu da elbette sanatın görevleriyle yakından ilgilidir. 68’den bu yana solcular çocuklarına, onlardan sonra gelen kuşağa yeterince aktarım yapabildiler mi? Apolitik, politikaya bulaştırılmayan bir gençlik vardı 80 sonrasında, bunların etkileri hâlâ yaşanıyor, yaşanacak da. 12 Eylül’ün sonuçlarından biriydi bu apolitika. Ancak, şimdi yeşermeye başlayan, sorgulayan bir gençlik öne çıkmaya başladı, çıkacak. Apolitik, bilgisayarın başında büyüyen gençlik aynı bilgisayarı çok başka türlü kullanmaya başladı. Benim oğlum da bilgisayarın başında büyüdü. Şimdi Mimar Sinan tiyatro bölümünü bitirdi, Şehir Tiyatrosu’nun benim yönettiğim “Kırmızı Pazartesi” oyununda oynuyor. Ben şimdi düşünüyorum onu nasıl yetiştirdim diye, benimle çatır çatır siyaset konuşuyor. Apolitik falan değil kesinlikle. Annesinin babasının tiyatrocu olduğu, elini uzattığında istediği kitabı bulabileceği bir ortamda büyüdü. Kimse ona özellikle bir siyasi düşünce dayatmadı, fakat benim yaşadıklarımı gördü, arkadaşlarımızla konuşmalarımızı duydu ve ne olacağına kendisi karar verdi. Gençler bir sürü konuda kendi kendileriyle zıtlaşma halindeler ama bunları ortaya koyup konuşacakları, sanat, sinema haline getirecekleri bir ortam yok. Böyle bir Türkiye’de yaşamıyoruz ama 60 sonrasında böyle bir Türkiye’de yaşadık. Konuşun dendi, yanlış da doğru da konuşuldu, bugün kim konuşuyor? Konuşması serbest olan parti başkanları falan konuşuyor, parti içindeki adamlar bile konuşamıyor. Nasıl bir konuşan Türkiye bu, konuşan bir Türkiye yok, susturulmuş bir Türkiye var. 80’den sonra susturulmuş, bir türlü ağzını nasıl açacağını bilmeyen, nerede hangi lafı söyleyeceğini bilemeyen, ikilemde değil, dörtlemde, beşlemde yaşayan bir toplum bu. En çok da çok konuşulduğu yerde, anlamsızlığın altını çizen bir sessizlik var. Tüm sanat yaşamınızda en iyi hissettiğiniz yer neresi? Tiyatro yönetmenliği, kendimi en yetkin bulduğum o. Emeklilik meselesini aradan çıkardıktan sonra da korkuyu üstümden atıp oyunculuğa devam edeceğim. Tiyatrocuyum, sinema araya girdi, sinema öyle araya girilecek bir sanat dalı değil. Biraz sinema biraz tiyatro yaparım, hem oyuncu hem senarist olarak çalışırım derseniz epey zamanınızı alacak bir şey. Bunların ikisi de çok kıskanç meslekler, başka başka sanat dalları. Ben hep tiyatrocuyum dedim kendime, ama meğerse sinema beni çağırmış, içinde olmamı istemiş. Senaryosunu Hülya Koper’le birlikte yazdığınız “Son Cellat” filmi filmografinizdeki en zayıf film oldu. Nasıl gelişti yazım süreci? Ali Zebil yıllarca benden bir senaryo istedi. Dokuz yıl önce bize bir hapishanede dostunu ipe çekmek zorunda kalmış bir celladın hikâyesini verdi. Ali Zebil’in hayali Tarık Akan ile Kadir İnanır’ı bir filmde oynatmaktı. Kadir İnanır sekiz yıl sonra filmde oynamayı kabul etti, filmin kotarılmasında Ali Zebil’e de çok yardımcı oldu. Zebil yoksul bir yapımcıydı, bu filmi nasıl yapacağı tartışmalıydı. Film Şahin Gök’ün yönetmenliğinde yapılırken de vefat etti. Zaten yoksul olan film çok kısa zamanda çok büyük zorluklarla çekildi. En çok inandığım senaryolardan biriydi, 80 sonrası sıkıyönetimde geçen bir hikâye olarak yazdık. Güçlü bir hikâyeydi. Herhalde anlattığım nedenlerden dolayı istediğim türden bir film olmadı ve beni hayal kırıklığına uğrattı. 31 yıl önce yola çıkmışlardı Türkiye’de sinema ya da televizyon denince akla en son çalışanlar geliyor, onların da emekçi olduğu unutuluyor. Ekranın ya da perdenin gerisindeki dünyanın zorluklarını kimse düşünmüyor. Oysa sinema emekçileri Türkiye’de yıllardır büyük hak gaspları yaşıyor, ücretlerini zamanında alamıyor, sigortasız çalışıyor. 31. yaşını kutlayan SineSen işte bunlarla mücadele ediyor. “Anayurt Oteli”nden... Dünden bugüne sinema ve tiyatro.... “Dolunay”dan... Geçen yıl 68’in 40. yılıydı. O yıllarda militan bir sinema, tiyatro vardı. Dünü bugünle kıyaslarken neyin yokluğunu hissediyorsunuz? Sanat alanında entelektüel tartışmalar yok. Olması gerekiyor ama yok. Sanatçılar kendi aralarında da olsa sanatla ilgili entelektüel tartışmalar yapmıyor. Bu sanatçılar entelektüel değil demek mi, hayır. Sinemada da tiyatroda da sanatçının sonuçta ortaya satması gereken bir ürün çıkacak. Bu ürünün seyirciyle karşı karşıya gelmesi için birtakım şeylerden arındırılmış olması gerekiyor, diye düşünüyorum. Tiyatronun, sinemanın görevi nedir diye konuşuyor muyuz, tartışıyor muyuz? Bunu engelleyen ne? Bugün önemli olan bir malı en iyi, en pahalı şekilde satabilmek; biz de sanatçılar olarak bunun peşindeyiz. Malımızı nasıl satabiliriz diye düşünmeye başlarsak, o malın içindeki her türlü sanatsal, politik kaygıları en aza indirgememiz gerekir. Sinemada da tiyatroda da bir televizyon dizisi oyunculuğu diye bir şey var. Nedir bu? Her şey çok hızlı yapılıyor, oyunculuk da öyle yapılmak zorunda. İyi oyuncuların bile, zaman zaman kendi yeteneklerinin dışında, ne yaptıkları belli olmayan bir tavır içinde olduklarını görüyoruz. Hem o oyunculuğun alışkanlık haline gelmesinden; hem de izleyicinin oyuncuyu dizideki gibi görmek istemesinden, bu sinemaya da tiyatroya da yansıyor. Dolayısıyla her şey ucuzlamaya başlıyor. Tiyatroda gişeye giden seyirci bir diziden tanıdığı, bildiği kızın ya da oğlanın olduğu oyuna bilet alıyor. O olmadığı zaman oyuna gelmiyor. Bir yerde “Uzak”, “Üç Maymun” yapılıyor, bir yandan “Recep İvedik”; bunlar arasında sinema ile sinema olmamak arasındaki kadar büyük bir fark var. Şimdi doğru dürüst sinema yapmak için televizyona hiç mi bulaşmamak gerekiyor, çare bu mudur? Hayır; namuslu olmak gerekiyor, sanatçı ahlakı denen bir şey var. Para kazanmayı anlarım, hepimizin paraya ihtiyacı var. Ben emekli oluyorum ve hâlâ kirada oturuyorum. Bir sürü oyun yönetip, oyunculuk yapıp, senaryo yazabilirsiniz ama para başka bir biçimde kazanılıyor. Bir zamana kadar filozoflar dünyayı açıklamaya çalıştılar, bir zamandan sonra artık felsefe, bence sanat felsefesi de dünyayı değiştirmeye yönelik olmalı. Dünyayı nasıl değiştiririz? Sinema, tiyatro nasıl değiştirilir, diye düşünüyoruz kendi kendimize belki, fakat buna daha ortaklaşabileceğimiz bir pota bulmamız gerekiyor. “Melodram”dan... Gerçek şu ki, yalnızca resimlerimizle konuşabiliriz Murat Ural “Yıldızlar çok uzaktadır, onlara erişemeyiz… Ama istersek, bir yıldızın ışık izlerine takılarak bilinmeze doğru yola çıkabilir, bambaşka düşlere kapılar açabiliriz… Söyleyecek özgün sözü olan her sanatçının, bir yıldızı olduğuna inanıyorum; yaklaştıkça uzaklaşan bir yıldız… Bu yolda bir ömür harcayan büyük sanatçılar, belki düşlerindeki yıldızlara erişemediler, ama kendileri yıldız oldular… Van Gogh’un yıldızları düşlediği ve tuvaline işlediği bir noktada, gökyüzünde onun yıldızını aramak insanın içini ışıkla dolduruyor. Bu serginin esini bu ‘iç ışık’ oldu”. Habip Aydoğdu “Yıldızlara Erişmek…” adlı, Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde açılan sergisinin esin kaynağını böyle açıklıyor. Sergi bir ressamın Van Gogh’un dünyasına yaptığı yolculuğun duygularını ve heyecanlarını yansıtıyor. Sergide, Habip Aydoğdu’nun, “Vincent Van Gogh’un Peşinde Modernizmin İzinde” projesi kapsamında, Haziran 2008’de arasında, bir grup sanatçıyla ile birlikte Van Gogh’un Fransa’da yaşadığı ve resim yaptığı yerleri kapsayan gezi sonrası ortaya çıkan yapıtları yer alıyor. Bir bakıma Van Gogh’un dediği gibi, onunla resimleriyle konuşmayı deniyor. Habip Aydoğdu’nun sanat yaşamında Van Gogh’un özel bir yeri var. Köyünde ilkokulu bitirdikten sonra köy enstitüsünden bozma İvriz Öğretmen Okulu’nun yatılı sınavını kazanmış ve okulda ilk keşfettiği yer resim atölyesi olmuştu. Atölyedeki resim kitaplarını karıştırırken bir “postal” resmi ile karşılaşmıştı. Bu resim, ne konu ne de işlenişiyle gördüğü güzel manzaralı resimlere, portrelere benzemiyordu. Şaşırmıştı, resmin altındaki ismi zorlukla okumuştu; Vincent Van Gogh. O gün en sıradan şeylerin de resimlerinin yapılabileceğini, ressamların da kendilerine göre resim yaptıklarını fark etmişti. Daha sonraki yıllarda da Van Gogh yaşamıyla ve sanatıyla kurduğu ilişkiyle Habip Aydoğdu için her zaman esin kaynağı olmuş, güç vermişti. Van Gogh “doğru bildiği yolda” inatla yürümüştü; “Bir tek konuda seçim yapabilecek durumdayım: İyi ressam olmak ya da kötü ressam olmak... Birinci şıkkı seçiyorum” demişti. “Köylüler kadar çok çalışarak” kendi çizgilerinde, kendi renklerinde, kendi ışığında, kendi hareketlerinde, kendi ritminde, kendi müziğinde, kendi dokunuşundaki mucizeyi aramıştı. Tüm beklentisi, sadece resim yapabilmek için boya tüpü, tuval, fırça, yağ, kâğıt alabilmek, başını sokacağı ve atölye olarak kullanacağı, nasıl olduğu önemli olmayan bir “dam”dı. Her zaman, resim yapabilmek için köylüler gibi basit ve doğanın içinde yaşaması gerektiğine inanmıştı, hep böyle yaşamıştı; yoksulluk ve yoksunluk içinde… Bir devrimci, bir asi olarak hep “barikatın arkasında”ydı. Yaşamı boyunca resimleri ilgi görmedi, beğenilmedi, hatta küçümsendi, ama o resme ve sanata karşı “sınırsız inancını” kaybetmedi. İnsan dostuydu; sanatı da insan içindi. Hep yeniliğin “güneşe giden yolu”na, geleceğe inandı. Hep “içten insancıl, karakteri olan, ciddi duygular içeren gerçeklik”in peşindeydi. Ne yaptığının bilincindeydi; “Eğer şimdi değersizsem ilerde de değersiz olacağım, ama ilerde değerli olacaksam şimdi de değerliyim” diyecek kadar. “Yıldızlara baktığımda düşlere dalıyorum. Neden diye soruyorum kendime, gökte pırıl pırıl parlayan noktalar da Fransa haritasındaki kara noktalar kadar ulaşılabilir olmasın? Bizi Tarascon ya da Rouen’a nasıl bir tren götürüyorsa, yıldızlara da ölüm götürür…” Böyle söylüyor Van Gogh, bir kâhin gibi geleceğini görerek; kendi eliyle yaşamına son verirken, bizlere resimle, sanatla yıldızlara erişilebileceğini göstererek…. Habip Aydoğdu, Van Gogh’un sadece yaşamıyla ve sanatsal tavrı ile değil sanatıyla da arasında bağ kuruyor; Van Gogh’un en önemli özellikleri olarak belirttiği içlerinden ışık çıkan renkler, renklerin duyguları, düşünceleri yansıtan bir dokuya dönüştürülmesi, fırça darbelerinin “ritmi” ve “bir dokunuş”un etkisi, tuvallerindeki hareket vb… Bunlar onun Habip Aydoğdu son sergisi “Yıldızlara Erişmek”te kendisini resimle buluşturan Van Gogh’la konuşuyor. Elbette ki dili yine resim. Sıradan şeylerin resminin de yapılabileceğini kendisine öğreten Van Gogh’un izinde Fransa’da yaşadığı ve resim yaptığı yerleri gezen Aydoğdu’nun sergisinde işte bu geziden yansıyanlar var. da resmine temel oluşturan ve yıllardır bıkmadan üzerinde çalıştığı, düşündüğü konular. Resminde hedeflediği her noktaya eriştiğinde önüne yeni bir kapı açan büyülü anahtarlar; belki de resmin özü demek daha doğru. Bu öz, 21. yüzyılda Türkiyeli bir ressamın 19. yüzyıldaki bir usta ile konuşabildiği ressamca bir dil… Van Gogh,“Bir köylü figürünü hareket halinde çizmek, temel bir çağdaş ilke, çağdaş sanatın yüreğinin atışı bu…” diyor, Habip Aydoğdu onun yüreğinin atışını hissedebiliyor. Bu gezi sonrasında Habip Aydoğdu’nun 32 sayfalık, hepsi notlarla çizimlerle doldurulmuş bir günlükle dönmesi hiç de şaşırtıcı değil; bu onun yaşananları bilincine “kazımasının”, kendine mal etmesinin yolu. Aslında bu süreç geziden önce okumalarla, düşünmelerle, iç konuşmalarla başlıyor. Döndükten hemen sonra üzerindeki yüklenmenin karşı konulamaz itilimiyle tuvalinin başına geçiyor, elini ve fırçasını sezgilerine teslim ederek resmin denizlerine açılıyor. Çok yoğun geçen beş aylık bir çalışma döneminden sonra ortaya çıkan resimler, onun “Van Gogh’u yorumlamak” gibi bilinçli ve önceden planlanmış bir çabasının değil, büyük sanatçının yaşamı ve sanatı ile üzerinde yarattığı etkilerin, bunun sonucu resimle, ressamla, kendisiyle hesaplaşmasının ürünü olan, içten gelen çalışmalar olarak ortaya çıkıyor. Habip Aydoğdu’nun sergisi 31 Ocak tarihine kadar Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde izlenebilir. ıl, 1977... Taksim’de onlarca ünlü yüz toplandı, otobüslere bindiler, istikamet Ankara’ydı. Onları yollara döken ağır çalışma saatleri, sigortasızlık, sansürdü... 1978’de kurulan Türkiye Sinema Emekçileri Sendikası’nın (SineSen) temelleri işte böyle atıldı. Sinema emekçileri artık sadece ekranlarda değil, sokaklardaydılar, ihlal edilen haklarını dile getiriyorlardı. Ne SSK, ne BağKur’luydular, güvenceleri yoktu. Sendikayla birlikte işçi statüsü kazandılar. Hatta işverenle yapılan takım sözleşmeleriyle, haklarını aldılar, sağlıklı çalışma şartları geliştirdiler. Derken 12 Eylül geldi ve DİSK’e bağlı sendikaların yaşadığı son onları da buldu, gözaltına alındılar, cezaevine konuldular. İki yıl yargılanmak için beklediler ve ilk mahkemede serbest bırakıldılar! 1992’de yeniden kuruldu sendika... SineSen’in 31 yıllık tarihini, yola çıkış hikâyelerini SineSen Başkanı Yusuf Çetin, Tarık Akan ve Hale Soygazi’yle konuştuk... SineSen’in tek eylemi Ankara Yürüyüşü değil tabii ki. “O dönemlerde” diyor Yusuf Çetin, “Yılmaz Duru’nun Ruslarla yaptığı, Türkan Şoray’ın yer aldığı bir çalışma vardı. Çalışanların fazla mesaileri ödenmediği, bizimle sözleşme yapmadıkları için seti durdurmuştuk, bir hafta çalışmadan beklemek zorunda kaldılar, sonra da sözleşme yaptık. Yine TRT’de Yorgun Savaşçı dizisini aynı nedenle durdurduk. 12 Eylül olunca, bildikleri gibi çalıştılar ama... O dönemlerde sesimizi yükseltebiliyor, taleplerimizi söyleyebiliyorduk. Sendikal süreç bütün çalışan arkadaşlar tarafından kabul görmüştü.” 12 Eylül, SineSen’i 11 yıllık bir sessizliğe boğuyor. Çetin, “Sonra yeniden sendika faaliyetini geliştirdik. Bir sürü mal varlığımız, arşivlerimiz yok edilmişti. İnsanlar örgütlenmekten korkuyordu, sendikalı olursam başıma bir şey mi gelir, işveren bana iş vermez mi kaygıları çok öne çıkmıştı, apolitikleştirilmişlerdi, hâlâ da öyle. Ancak kör topal yürüdük, günümüze kadar geldik” diyor. Sinema emekçileri arasında örgütlenme fikri, yeniden hız kazanmış. Çetin’e göre bunda, sendikanın çabaları kadar istismarın artması da etkili. Televizyon dizilerinde günde 22 saate varan çalışma koşulları, sigortalarının yatırılmaması, maaşlarının zamanında ödenmeyip banka faizlerinde bekletilmesi... Üstelik son aylarda sağlıksız çalışma koşullarından dolayı dizi setlerinde yaşanan ölümleri de unutmamalı. Y Esra Açıkgöz SineSen, setlerdeki ölümleri protesto ediyor. SineSen Başkanı Yusuf Çetin (sağdan 4.). HALE SOYGAZİ SineSen’in kuruluşundan bu yana çalışmalarında yer aldım, çünkü çok güçlü bir şekilde, bu alanda var olmasını istiyorum. 1977’deki sansür yürüyüşünü meslek dernekleri örgütlemişti, ondan sonra da 78’de SineSen kuruldu. 12 Eylül’de kapandıktan sonra 90’larda tekrar kuruldu. Şu anda da üye sayısını arttırmaya çalışıyor. Üye sayısı azlığı nedeniyle toplu sözleşmeler falan yapamıyor, henüz mesai saatleri, ücretleri ile ilgili bir yaptırımı yok. Bir emekçi haksızlığa uğradığında davayı mahkemeye götürüyor. Oysa, bu alanda hak, hukuk kuralları eksikliği var. Çok büyük bir sömürü, haksızlık var. Bu yüzden örgütlü olmak çok önemli. İnsanlar 1618 saat çalıştırılıyorlar. Karşılığında fazla mesai ücreti almıyorlar. Oysa mesela İngiltere’de sendika var, ona üye olmazsanız bir dizide oynayamıyorsunuz, çalışma saatlerinizi, haklarınızı hep sendika örgütlüyor. Bizde sendikal çalışmalar zor şartlarda yapılabiliyor. Uzun süredir eylemler yapılamıyordu. Geçenlerde fazla mesai ve iş koşullarının yetersizliğinden dolayı sinema emekçilerinin ölümü yaşandığında, bir eylem yapıldı. SineSen 1 Mayıs 2007’de. “İnsanlar” diyor Çetin, “artık bezdiler. Yıllardır bunlara dur demenin zamanının geldiğini haykırıyorduk, şimdi sesimizi duyuyorlar. Çalışan kesim de bu bilinci aldı, çünkü üstlerinde büyük bir baskı gelişti.” 1978’den bugüne üç binden fazla üyesi olan SineSen’e bir yılda binden fazla üyenin katılması da bu bilincin ve başkaldırının sonucu. SineSen’in bu seneki hedefi, takım sözleşmeleri gerçekleştirmek. Bu kolay değil. “Alanımız biraz göz boyayan, insanların bakışlarının üstünde olduğu hatta gıpta ettiği bir alan, insanlar şöhret olmak için, gelecekte iyi paralar kazanabilmek için, birçok tavizler verebiliyor” diyerek anlatıyor zorlukları Çetin, “Oysa bunlar insanın ömründen alıp götürüyor, başta fark edilmiyor, ama yıllar geçince geriye dönüp bakıyorsun, bütün emek boşa çıkarılmış, ne için? En yakınınız bile size yansıyacak bir işi ucuzlatabiliyor, parasını küçültüp birtakım ödünlerle o işi almaya çalışabiliyor. Bu da örgütlenmenin önünü maalesef kesiyor.” Kriz de bu sorunlara tuz biber ekmiş. Kriz bahane edilerek sinema emekçilerinden özveride bulunulması istenmiş, ücretler yarıya indirilmiş. Üstelik seçimlerden sonra şartların daha da ağırlaşacağını düşünüyor Çetin. Sendikada hemen her gün toplanan onlarca sinema emekçisi onu ümitlendiriyor, bu toplantılara katılan avukatlardan haklarına dair bilgi alıyorlar. Sözünü bir çağrıyla bitiriyor Çetin, sadece sinema emekçilerine değil, bütün çalışanlara haklarına sahip çıkmanın vaktinin geldiğini söylüyor... TARIK AKAN 77’ye gelene kadar Yeşilçam’da günde 1820 saat çalışıyorduk, emekçilerin, işçilerin hiçbir hakları yoktu. Yavuz Özkan’la Yeşilçam’ı örgütlemeye karar verdik. Vedat Türkali’ye gittik. Böylece üç kişilik bir üst komite kuruldu. Yeşilçam’ın içindeki alanlara göre örgütlenme çalışmaları başladı, ışıkçılar, kameramanlar, setçiler, kamera arkası, oyuncular, figürasyon, stüdyo kısmı... Gizli toplantılarda, Yeşilçam’ın ne menem bir şey olduğunu, örgütlenmenin şart olduğunu belirten konuşmalar yaptık. DİSK‘le hareket etmeye başladık. Sonra da İstanbul’dan Ankara’ya bir yürüyüş planladık. Aramıza Fatma Girik katıldı. Zamanla üçlü C M Y B C MY B komite 3040 kişiye çıktı. Son olarak, Yeşilçam camiasına dedik ki, “Ankara’ya yürüyüşe çıkıyoruz, istediğimiz kanunları hükümet çıkartmıyor, bir tepkisel yürüyüş yapacağız.” Herkes çağrıya uydu. Taksim’de buluştuk, otobüslere bindik ve Ankara’ya yola çıktık. İzmit’te, Adapazarı’nda filan durup yürüdük. Kızılcahamam’a vardığımızda akşamdı. Orada sendikalaşmayı patlattık arkadaşlara. Ertesi gün Ankara’ya girdik. Kızılay’dan Anıtkabir’e yürüdük... O günden bugüne bu yürüyüşü kimin örgütlediği herkese soruldu ama bizleri bulamadılar... Bugün sinema emekçilerinin yeterince örgütlenememesinin altında yatan, 80 yasalarıdır. Demokratik bir toplum olma imkânını da elimizden kaçırıyoruz. O yüzden 31 yıldır hâlâ aynı talepleri istiyoruz, hatta şartlar daha da ağırlaştı.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear