18 Haziran 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

6 Siyah tenli Meryem’ler Pınar Yolaçan, “Meryem” sergisiyle, siyah tenli kadınlara plasenta ve ciğerden yaptığı elbiseleri giydiriyor. İnsanları ölüm, kadın bedeni ve sömürgecilik üzerine düşünmeye itiyor. Esra Açıkgöz Serginin adının “Meryem” olmasının bir nedeni de bu eleştiriniz herhalde? Hıristiyanlığa geçişle isimlerinin değiştirilmesine de atıfta bulunuyorum. Modellerimin çoğunun ilk ismi Maria’ydı. Aslında bu bir ironi de, çünkü Meryem Ana deyince açık tenli, mavi gözlü bir kadını düşünürüz. Meryem’le güzellik ve ideal fikirleri bir şekilde tanrısallaştırılıyor da. Brezilya’da her evde, Meryem’in bir resmi var. Kendilerine hiç benzemeyen bir kadından güç alıyorlar. Ancak kendi bedenlerinin içinde dahi rahat hissedemediklerini görüyorsunuz. Yani bu fotoğraflar, bir ırkçılık hesaplaşması da. Fotoğraflar, Rönesans tablolalarını andırıyor, ancak sizinkilerde kadınlar siyah, bu da geleneksel sanatta olmayan bir şey. Meryem ve Faniler New York’ta gösterildiğinde, Faniler çok ilgi gördü, bence bunun nedeni beyaz tenli kadınları basında, sanatta görmeye alışık olmamız. Siyahları spor, hip hop, sinema dışında görmeye alışkın değilken, onları plasentalarla gösterince, rahatsızlık yarattı. Herkes, Faniler’deki kadınlar zengin soylulardı, Meryem’de niye fakirleri kullandın, diye soruyor. Oysa Faniler’dekiler de zengin değildi, sanırım bu ırksal algılamalarla alakalı. Bu algılamalar Türkiye’de nasıl olur bilemiyorum, Kürtleri ya da başka bir azınlık grubunu kullanmış olsaydım, belki farklı olacaktı. Daha önceki sergide de, bu sergide de fotoğraflar insanı irkiltiyor. Tedirginlik yaratmayı seviyor musunuz? Yok, aslında kumaşla kadınların teni, etler sanki birmiş gibi duruyor, o yüzden bir tedirginlik yaratmıyor gibi geliyor bana... Bence bunların algılanması insandan insana değişiyor. Bu sizin iç projeksiyonunuzla ilgili. Faniler’e “Ay çok iğrenç” ya da “Aa çok ilginç” diyenler oldu. Etleri bırakın projedeki bir kadın yüzü bile bazı insanlar için irkiltici olabiliyor. Yine de benim şok etme gibi bir amacım yok. Ben daha çok izleyicilere, o insanlarla yüzleşmeleri için imkân yaratmayı amaçlıyorum. Siz projeyi yaparken nelerle yüzleştiniz? Beyaz kadınlar için de, siyah kadınlar için de ben hep “öteki”ydim. Üzerlerine bir de o kıyafetleri giydirmem, bu yabancılığa iyice farklı bir boyut kattı. Ayrıca, kullandığım malzemelerin organikliği, işin içinde insanların olması ya da fotoğrafın zamanın geçiciliğini gösteren bir şey olması hep gelip geçiciliği hatırlatıyor. Y apı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’ne girenleri üzerlerine ciğer ve plasentadan elbiseler giydirilmiş siyah tenli kadınların büyük boy fotoğrafları karşılıyor. İnceleyenlerin kimini şaşırtan, kiminin ilgisini çeken, kiminin yüzünü ekşiten hatta tiksindiren bu fotoğraflar, Pınar Yolaçan’ın “Maria/Meryem” sergisinden. Geçen sene yine Yapı Kredi’ye “Faniler” sergisiyle misafir olmuştu Yolaçan. Yaşlı, beyaz tenli kadınları tavuk, işkembe ile giydirmiş, süslemişti. Şimdi mo delleri, Brezilya’daki Afrika kökenli kadınlar. Bu serginin bir farkı da, gezenlerini ölüm ve kadın bedeni üzerine kafa yordurmasının yanı sıra sömürgecilikle ilgili düşünmeye itmesi. 4 Mayıs’a kadar sürecek sergiyi Pınar Yolaçan’la konuştuk... Kadınları ve eti, fotoğrafta birleştirme fikri nereden çıktı? Açıkçası ben de bilmiyorum. Önceki projemde, Faniler’de de, bu tarz çalıştım. O bitince, ne yapsam, Faniler’e kontrast oluşturması için daha koyu tenli birileriyle mi çalışsam diye düşünüyordum. Sonra, UNESCO bursu kazanıp, Brezilya Bahiana adasındaki sanatçı misafir programına davet edilince Afrika kökenli Brezilyalı kadınları kullanmaya karar verdim. Aslında malzeme seçimim de tesadüfi oldu, plasentayı ilk kez Brezilya pazarlarında gördüm. Hem ciğerden ucuzdu, hem de siyah kadınların tenlerini daha iyi yansıtıyordu. Burs bitince bir yıl gidip geldim, 40 kadınla çalıştım, 22’si sergide. Önceki serginizde de, Meryem’de de hiç erkek model yok. Neden kadınlar? Ben kadın olduğum için olabilir, çünkü bu çalışmalar bana bir başka kadına bakma şansı tanıyor. Erkekleri birkaç kez fotoğrafladım, ancak hiçbir projemde kullanmadım. Üstelik kan, kadın vücuduna daha yakın diye düşünüyorum. Bence yaşam veren canlılar olmamız içimizle dışımızı, bir erkeğe göre daha yakın hale getiriyor. Sanırım, projemin çıkışı biraz da bu düşüncede yatıyor. Peki Brezilya’da neyle karşılaştınız? Brezilya’da, 16. yy’da Portekiz’in sömürgesiyken dünyanın en büyük köle ticareti yapılırmış, Salvador Limanı merkezmiş. Orada ilk bunu görüyorsun, yüzde 90’dan fazlası Afrika kökenli. Bugün kölelik kendini yoksulluk, işsizlik, sağlık, eğitim gibi imkânlardan yoksunluk olarak gösteriyor. Ülke vatandaşı olmalarına rağmen nasıl yalnız bırakıldıklarını görüyorsunuz. Yatağı, terliği olmayanlar var. Üstelik hastane, okul olmayan yerlerde çok kilise vardı. Hıristiyanlık, sömürgecilik sırasında kabul ettirilmiş. Bu, sömürgecilik döneminde insanların beynini yıkamak için döşenmiş bir yol bence. Mekân üzerine denemeler... Deniz Ülkütekin K ayıtsız, mekân algısı üzerine medyatize edilmiş belleğimizi sorguluyor. Fiziksel mekânları algılarken kullandığımız parametreler üzerine düşündürüyor. İşlerin sergilendiği mekânın koridorları tamamen karanlık ve bir labirent gibi izleyiciyi her defasında yeni bir işe yönlendiriyor. Mushon ZerAviv, Kate Armstrong, Dan Phiffer, Laila ElHaddad ve Neger Tahsini, sergi hakkında konuştuğum sanatçılar. Mushon ZerAviv, ülkesini temsil etmenin yanında bir sanatçı olarak kendisini temsil etmenin de önemli olduğunu söylüyor. Serginin kuratörü Başak Şenova da ZerAviv’e katılıyor ve “sanatçılar, ülkelerini temsil etmekten çok geldikleri coğrafyaların koşulları, yaşadıkları gerçeklikler üzerinden mekânların nasıl algılandığını sorguluyor” diyor. Yine de Laila ElHaddad için biraz farklı bir durum söz konusu. ElHaddad, bir gazeteci. Ülkesindeki savaş nedeniyle ABD’de kocası ve çocuklarıyla yaşıyor, Gazze’ye ise sınırların kapalı olması nedeniyle geri dönemiyor. Kayıtsız’ın en ilgi çekici projeleri arasında yer alan You Are Not Here’de (Burada Değilsiniz) Mushon ZerAviv’in yanı sıra Kati London, Thomas Duc ve Dan Phiffer ile birlikte çalıştı. Projede, New York sokaklarında Bağdat’ın ve Tel Aviv sokaklarında Gazze’nin belli başlı mekânları sunuluyor. Nasıl mı? Birisine yaratılmak istenen kentin haritası veriliyor ve bulunduğu kentin sokaklarında haritayı takip ederek diğer kentteki mekânı sembolize eden işareti bulması amaçlanıyor. Daha sonra da ücretsiz bir telefon hattı üzerinden o noktanın özelliklerini dinleyebiliyorsunuz. Sergide bu projenin belgesel sunumu da bir yerleştirme olarak yer alıyor. Dan Phiffer, Laila ElHaddad, Mushon ZerAviv, Neger Tahsini, Kate Armstrong, Başak Şenova. Fotoğraf: Uğur Demir El Haddad, projeyi tamamen kişisel bir iş olarak görüyor. “Sosyal yaşamın en yoğun olduğu kent sokaklarında bile bireyin hareketi inceleniyor” diyor. ZerAviv de kendisiyle aynı görüşte. Projenin El Haddad’ın kişisel algısıyla ilgili olduğunu yineliyor ve “Gazze ile Tel Aviv arasında ilişki kurarken bundan faydalandık” diyor. “İsrailli ve Filistinli sanatçılar olarak birlikte çalışma fikrinden çekindiniz mi?” soruma, El Haddad, “Başlarda biraz çekindim. Ancak proje fazlasıyla gerçekti, biz de birbirimize karşı hep dürüst olduk ve her şey yolundaymış gibi davranmaya çalışmadık” diyerek cevap veriyor. ZerAviv de El Haddad’a ulaşmadan önce nasıl bir tepkiyle karşılaşacağını bilmediğini ifade ediyor: “Kendisiyle çalışmak istediğimi söyledim. Nasıl karşılayacağını bilmiyordum, ama sonuçta sağlıklı bir iletişim kurmayı başardık”. Negar Tahsili içinse serginin ismi sürpriz olmuş. Çünkü işi dünyada belki en çok kaydedilen “11 Eylül”ün farklı coğrafyalarda nasıl algılandığı ve tüm algı kodlarının bir arada yarattığı durumlar üzerine. Farklı ülkelerden insanlarla çalışmanın kendisi için mükemmel bir deneyim olduğunu belirten Kate Armstrong ise Path (Yol) adlı çalışmasını, “bir şahsın Montreal’de 2005 ve 2007 yılları arasındaki gezileri” olarak tanımlıyor. “Bu on iki bölümden oluşan bir kitap projesi. Armstrong, her zaman dille ve metinlerle ilgili çalışmalar yaptığını belirtiyor. Sergiyle ilgili ise “Kayıtsız’da her şey iletişim halinde. Ancak birbiriyle örtüşse bile bütünleşmesi zor olan mekânlar var” diyor. Dan Phiffer de sergiyi tanımlarken benzer şeyler söylüyor. “Kayıtsızdaki işlerin birçoğu ana başlıkla örtüşüyor. Bu sergi mekânları gezmekle ilgili. Turizm dediğiniz zaman belli başlı yerleri gezip resim çekmek akla geliyor. Ancak Bağdat veya Gazze’yi böyle gezemezsiniz”. Fiziksel belleğimiz için alternatif... Kayıtsız sergisinin kuratörü Başak Şenova, birçok ülkeden farklı sanatçıların mekân konusu etrafında nasıl bir araya getirdiğini anlatıyor. Farklı yerlerden farklı işleri olan isimleri bir araya getirdiniz. Bütünlük sağlamak zor oldu mu? Baştan beri mekân kavramı üzerinde çalışıyordum ve bu doğrultuda çalışan sanatçıları bir araya getirdim. Sergilenen işler, kendi arayış yolları, gözlemleri ve yaklaşımlarıyla, algı kodlarını yeniden kurguluyor. Yapmak istediğiniz, izleyicinin kendi belleğinden sıyrılmasını sağlayıp yeni bir bakış açısı getirmek mi? Tam aksine bu durumun altını çizmek. Her işle mekân algısına yapılan müdahaleyi vurgulamak istedim. Mekânsal tasarımın öncelikli amacı izleyiciyi, bulunduğu fiziksel mekândan koparıp, işlerin kurduğu mekânların gerçekliğine yönlendirmekti. Galeriyi, duvarla bölerek, bazı kısımlarını kapatarak, duvarları siyaha, tavanı koyu griye boyayarak, zemini siyah halıyla kaplayarak, girişte izleyicinin yolunu kesip, galeriye girme yönlerini belirleyen duvar örerek dönüştürdük. Her izleyicinin “okuma”sına bağlı olarak birbirleriyle yeni linkler kurarak, alternatif izlekler sunuldu. You Are Not Here (Burada Değilsiniz) Birçok ülkeden sanatçıların birlikte yaptıkları işlerle ve kişisel çalışmalarıyla katıldıkları “Kayıtsız” sergisi, mekân kavramına bakışımızın üzerine gidiyor. Path (Yol). C M Y B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear