17 Haziran 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

R PAZAR 10 13/9/07 15:16 Page 1 PAZAR EKİ 10 CMYK 10 SOFRA Aylin Öney Tan Hukuk doktorları Darülfünun’da bu sene başında açılacak doktora sınıfı için hazırlıklar yapıldı. Darülfünun Hukuk Fakültesi doktora sınıfı bu ders senesi bidayetinde (başlangıcında) açılacaktır. Bu sınıf için Darülfünun’da lazım gelen hazırlıklar yapılmış ve hususi bir sınıf inşa edilmiştir. Doktora sınıfına Hukuk Fakültesi’nin lisan bilen bu seneki mezunlarıyla eski mezunları da girebileceklerdir. Doktora sınıfına devam eden talebeler bir ihtisas dersi üzerinde sene nihayetinde bir tez vereceklerdir. Hukuk Fakültesi’nden mezun olan 15 efendi bu sene doktora sınıfına devam edecektir. Bu efendilerden bir kısmı iktisat, bir kısmı da idare hukuku sahasında çalışacaklardır. Darülfünun Divanı tarafından doktora sınıfı için lazım olan müderrisler (profesörler) de temin edilmiştir. Doktora sınıfının dersleri Hukuk Fakültesi’nin müderrisleri arasında taksim edilmiştir. Doktora sınıfını ikmal eden (tamamlayan) ve tezi kabul edilen hanım ve efendiler hukuk doktoru unvanını alacaklardır. 14 Ağustos 1927 Pazar Kuru ve taze T aze sözcüğünün bir tılsımı var. Taze, sağlık ve hayat fışkıran bir kelime ve hemen suyu çağrıştırıyor. Tazelik kavramı suyunu kaybetmemiş olmakla ilintili. Taze demek sulu demek, kütür kütür demek. Capcanlı, hayat fışkıran, hayat suyunu kaybetmemiş demek. Dalından henüz koparılan sebzeler körpe kelimesi kadar taptaze tanımını da tam anlamıyla hak ediyor. Ancak zamanın acımasız akışı tazelik kavramını çabucak çürütmeye başlıyor. Toprak ile hayat akışını sağlayan göbek bağı kesildikten sonra düşüş başlıyor. Suyun kaynağı kesiliyor, hayat duruyor, yok oluş süreci hızlanıyor. İşte bu noktada insanoğlu ikinci hayatın gizini bulmuş; sebzeleri kurutmak. İnsanın doğa ile bitmeyen mücadelesi burada bir kez daha devreye giriyor. Hayat yeniden yaratılıyor. Suyunu, hayatını kaybeden tekrar yaşam kazanıyor, hayat buluyor. Kuşkusuz kurutulan sebzelerin en yoğun kullanıldığı coğrafyalardan biri Anadolu. Tabiat ananın, bereket timsali toprakların beşiğinde yaşayan Anadolu insanı toprağın koynundan çıkmış tazecik sebzeleri kış aylarına saklamanın en ideal yolunu yüzyıllar önce keşfetmiş. Kurutulan sebzelerin çeşitleri de sonsuz. Doğudan batıya, kuzeyden güneye her ilimizde dolmalık biberler, patlıcanlar, kabaklar, acurlar iplere dizi dizi sıralanıyor, pencerelerde gerdanlık gibi sallanıyor. Ama Güney ve Güneydoğu’da kuruların yeri bambaşka. Özellikle Antep’te yaz sonu çarşılarda boy gösteren mor patlıcanlar, zümrüt yeşili kabaklar, mercan kırmızısı biberler seyre değer bir cümbüş sergiliyor. Elbette sebzeler sadece dolmalık kurutulmuyor. Çorbadan kavurmaya her türlü yemeğe konan kupkuru ama tazecik kalmış sebzeler kışın pek çok yemeğin bel kemiğini oluşturuyor. İlk akla gelen, iplere inci gibi dizilmiş mini minnacık bamya kuruları. Afrika’nın kavurucu sıcaklarından Anadolu’ya gelmiş bir sebze olduğundan mıdır nedir, bamya hep kurutulan sebzelerin başında olagelmiş. Dilim dilim kurutulan kabak, parça parça kurutulan patlıcan içi, lokma lokma kurutulan yeşil fasulye gibi nice çeşit, kışın sebze özlemini dindiriyor. Daha şaşırtıcı örnekler de var. Önceki yıllarda Afyon’da haşhaş yağı üreticisi Ömer Aydeniz’in evinde yeni doldurulmuş bir torba dikkatimi çekmişti. Kış için kuruttukları yeşil mercimeğin arasına ince kıyılmış kırmızı biber ve soğan koymuşlar, biraz da tuzlamışlardı. Bez torbalarda saklanan mercimek kuşkusuz diğer mercimeklere göre çok daha lezzetli olacaktı. Antep’ten şaşmaz kılavuzum Filiz Hösükoğlu ise kurutulmuş pirpirim yani yabani semizotuna dikkat çekmişti. Sebzelerin en sulusu, sebzeden ziyade salata tanımını hak eden pirpirimi kurutmak Anadolu mutfağının yaratıcılığı konusunda tam bir gösterge olsa gerek. Kupkuru tarifimiz en sulu bölgemizden. Yeşil ormanların diyarı Karadeniz en lezzetli kurulardan birini sizlere sunuyor. [email protected] 15 kadın tacirimiz var Kadınlarımız hayatın diğer şube ve sahalarında olduğu gibi ticaret sahasında da temayüz etmeye (yükselmeye) başlamışlardır. Haber aldığımıza nazaran 15 kadar Türk kadını ticari sahada çalışmaktadırlar. Fakat bunların pek fazla sermayeleri olmadığından Ticaret Odası’na dördüncü ve beşinci sınıf tacir olarak kaydedilmişlerdir. Kadınlarımızın ekseriyetle ticari sahada meşgul oldukları şube ıtriyat ticaretidir. Maahaza (bununla beraber) bundan başka içlerinde bakkaliye işleriyle uğraşan kadınlarımız da mevcuttur. 4 Ağustos 1927 Perşembe Yumurtalı kuru yeşil fasulye kavurması Elbette bu tarif için öncelikle kurutulmuş yeşil fasulyeniz olması gerekiyor. Bunun için fasulyelerinizi şimdiden kurutabilirsiniz. Yıkanmış ve iyice kurulanmış fasulyeleri önce ayıklayın, sonra lokma lokma doğrayın. Gazete kâğıdı veya kâğıt havlu üzerinde tepsilere dizin ve birkaç gün kurumaya bırakın. Mümkün olduğunca havadar ve güneş gören bir yerde tutarsanız fasulyeleriniz kısa sürede kuruyacaktır. Serin ve nemli bir yerdeyseniz fırını 100 derecenin biraz altında bir dereceye ısıtıp fasulyeleri fırın tepsisinde de kurutabilirsiniz. Bir gece boyunca fırında tutmak yeterli olacaktır. Fırının turbo ayarı varsa işlem daha da hızlanacaktır. 1 iri kâse yeşil fasulye kurusu, 1 soğan, 2 çorba kaşığı tereyağı, 1 tatlı kaşığı biber salçası, 1/2 tatlı kaşığı tuz, 4 yumurta, karabiber Fasulyeleri bol suyla tencereye koyun ve 1015 dakika ya da yumuşayıncaya kadar haşlayın. Soğanı ince kıyın. Tereyağında kısık ateşte iyice öldürün. Salçayı ilave edin ve birkaç kez daha çevirin. Haşlanmış kuru yeşil fasulyeyi süzerek ekleyin. Tuzu ekleyin ve tavanın kapağını örtün. Fasulyelerin bünyesindeki fazla su çekilinceye kadar kısık ateşte pişirin. Fasulyeler suyunu çekince yumurtaları kırın ve çatalla hızlıca karıştırın. Yumurtalar pişer pişmez ateşten alın ve bol karabiber serperek servis yapın. Fasulye kavurmasını yumurtasız da yapabilirsiniz. Zeytinyağıyla yaparsanız soğuk olarak sarmısaklı yoğurt ile servis yapabilirsiniz. Bu durumda kıpkırmızı pul biber daha çok yakışacaktır. PAZAR SÖYLEŞİLERİ Mevlana üzerine... Ataol Behramoğlu azmakta bir hayli geciktiğimi biliyorum. Zaten bu Pazar söyleşisi de 13. yüzyılın büyük şair ve düşünürü üstüne bir inceleme değil, şu anda nerede başlayıp nerede biteceğini bilmediğim bir çağrışımlar zincirinden oluşacak. Şiirlerini gerektiğince okumuş değilim. Çünkü (A. Kadir’in özgür çevirileri dışında) yakın zamanlara kadar Mevlana şiirlerinin hep düzyazı aktarımları vardı. Ali Nihat Tarlan’ın düzyazı biçiminde aktardığı Mevlana Rubailerinden birkaç tanesini şiirleştirmeye çalışmıştım. “Kardeş Türküler” adlı seçkimde yayınladığım bu rubailerden (dörtlüklerden) biri, şu anda anımsadığımca şöyledir: Bir gözüm ağlarken ayrılık günlerinde Öteki soruyordu “ağlamak da niye?” Fakat yaklaşınca kavuşma günleri Dedim, “ağla gözüm, şimdi sıra sende…” Şiir çevirisi, düzyazıya aktarılarak yapılmış sayılabilir mi? Bence, kesinlikle hayır. Fransızlar bu işi genellikle böyle yapıyor. Penguin yayınlarının iki dilli seçkileri de böyledir. Şiirlerin asılları verilir, altlarına düzyazı olarak anlamları konur. Bence bu çeviri değil, başka bir şey, olsa olsa içerik aktarımıdır. Buna karşılık Rusların M. Gorki tarafından kurulmuş ve günümüzde de varlığını sürdüren Yabancı Edebiyat Yayınları arasında, klasik Doğu edebiyatlarından da yapılmış, asıllarına uygun çeviriler vardır. Firdevsi, Nizami gibi doğu klasikleri bunlar arasındadır. Mevlana da bu klasikler arasında öyle sanıyorum ki bu anlayışla çevrilmiş ve yayınlanmış olmalıdır. Y İçinde bulunduğumuz 2007, UNESCO tarafından doğumunun 800. yılında Mevlana yılı olarak ilan edildi. “Mesnevi”nin dilimize yanılmıyorsam geçen yıl özgün şiir yapısına uygun olarak yapılan çevirisini ne yazık ki henüz göremedim. Sadece Mevlana’yı değil, Hafız’ı, Firdevsi’yi ve başkaca büyük Doğu klasiklerini de (nesir olarak değil,şiir yapılarına uygunlukla) dilimize çevirmeliyiz. Bunları yazarken A. Kadir ve Azra Erhat’ın başarılı Homeros çevirilerini, Rekin Teksoy’un Dante’sini, Türkân Uzel’in nefis Aenes’ini (Vergilius) kıvançla düşünüyorum… Mevlana’ya dönelim... Türk şairi mi, Fars şairi mi apayrı bir tartışma konusudur... Bir süre önce İranlı bir şair arkadaşımla konuşurken, “Mevlana aynen Firdevsi gibi Fars şairi sayılabilir mi?” diye sorduğumda, kesin bir yanıt alamamıştım… Daha doğrusu, İranlı arkadaşımın da eğilimi, bunun böyle olmadığı yönündeydi... Farsça yazmış olsa da, Mevlana tıpkı çağdaşı Yunus gibi, Anadolu kültürünün ürünüdür… Ben, edebiyatta aidiyet konusunda dilin tek belirleyici öğe olmadığını düşünenlerdenim. Panait Istrati yapıtlarını Fransızca yazmıştır ama, kimsenin aklına onu Fransız yazarı saymak gelmez. O, yazdığı dile karşın, Romen edebiyatının ürünüdür… Bu konu uzar gider, ama eninde sonunda şöyle ya da böyle bir sonuca bağlanacaktır… Mevlana hiç kuşkusuz hem Anadolu kültürünün ve bu anlamda bizim, hem Fars dilli edebiyatının, hem de bütün dünya edebiyatının büyük bir şairidir. “Mesnevi”nin aslına sadece anlam bakımından değil şiirsel yapısına da uygunlukla yapıldığını öğrendiğim çevirisini daha fazla gecikmeden edinip okumak için sabırsızlanıyorum… [email protected]
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear