Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
R PAZAR 9 1/2/07 14:22 Page 1 PAZAR EKİ 9 CMYK 4 ŞUBAT 2007 / SAYI 1089 9 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Şiir seçkileri Ataol Behramoğlu Neden ağlıyoruz? ize pek garip gelmese de aslında insan ağlaması, doğadaki canlı özellikleri ve davranışları arasında en garibi. Bize garip gelmiyor, çünkü bir kadın ortalama ayda beş kez, bir erkek ise yaklaşık dört haftada bir kez ağlıyor. Bebekleri ve çocukları bu istatistiklere dahil etmeden bile bu, sık sık insan ağlamasına tanık olduğumuz anlamına geliyor. Ağlamadaki gariplik, çıkarılan ses ya da feryatta değil. Onu farklı kılan, ağlamaya eşlik eden gözyaşı. Hayvanlar da inliyor, acı çığlıklar atıyor ve uluyor ama hiçbiri en yakın kuzenlerimiz olan maymunlar bile duygudan kaynaklı gözyaşları dökmüyor. Bir şekilde evrim sürecinde bir noktada göz yaşı kesemizle beynimizin, derin duyguları sezen, hisseden ve ifade eden bölümleri arasında bir bağlantı oluşmuş gözüküyor. Ağlamak hangi mutasyonla kazanılmış olursa olsun ortadan kalkmadığına göre bize bir avantaj sağlıyor olmalı. Belki ağlamanın nedenlerini bulduğumuzda bu özel yeteneğin sihri çözülecek. Bebeklerden başlayalım. Henüz dünyaya gelirken ağlamayı billiyor olarak karşımıza çıkıyorlar. Ancak 34 aylıkken yapabildikleri gülümseme ve yüz mimiklerinden çok önce fiziksel ihtiyaçlarını ifade etmek için tek bildikleri ifade şekli olan ağlamaya başvuruyorlar. Ama pek çoğu 45 aylık olana hatta yaşını doldurana kadar göz yaşı dökmeyi beceremiyor. Bunu gerçekleştirmeye başladıklarında da başka ifade yollarını da, örneğin sesler çıkarmayı, işaret etmeyi de öğrenmiş oluyorlar. O aşamadan sonra ağlamanın bir koz olarak kullanıldığı dönemler geliyor. Çoğu anne baba gözyaşı dökmeden gerçekleşen bir ağlamanın bir suistimal olduğunu artık çok iyi biliyor. B D ergiler, gazeteler, zaman zaman şiir seçkileriyle ilgili soruşturma düzenlerler. Sanırım ben de birkaç seçki düzenlemiş olduğumdan soruşturma soruları genellikle bana da yöneltilir. O soruşturmalara yanıtlarımda söylediğim gibi, şiir seçkilerinin, benim küçük bir taşra kentinde geçen ergenlik ve ilk gençlik yaşamımda önemli yeri olmuştur. Bunlar içinde en ön sırada Dr. Hüseyin Karakan imzalı şiir seçkilerini anımsarım. 3 ciltlik “Dünya Şiiri Antoloji”leri şu anda da bu alanda en sevdiğim başvuru kitaplarındandır. Elimin altındaki 3. basımlar 196364 tarihlerini taşıyor. Dr. Karakan önsözünde ilk basımların yedi yıl önce yapıldığını yazdığına göre, benim açımdan da tarih tutuyor. Ben o seçkileri 1960 öncesindeki liseli yıllarımda edinip okuduğumdan hemen hemen eminim. Dr. Karakan’ın 1956’da yayımlandığını az önce internete bakarak öğrendiğim “Türk Şiiri Antolojisi” ise, ortaokul öğrencisiyken, demek ki seçkinin çıktığı ya da hemen sonrasındaki yıl okuduğumu çok iyi anımsıyorum. Dr. Hüseyin Karakan’ı tanımadım. Necatigil’in sözlüğünde, Büyük Larousse’da, internette de kendisi hakkında bilgi bulamadım. Bunu haksızlık sayıyorum. Doğru ve zamanında hazırlanmış bir seçki, orada yer alan birçok şairin ürününü şu ya da bu nedenle bir anda bulup okuyamayacak okura büyük bir hizmettir. Seçkiyi düzenleyen kişi, bu çabası nedeniyle, tıpkı değerli bir çevirmen için de olması gerektiği gibi, edebiyatçı sözlüklerinde, ansiklopedilerde yer Orhan Burian... almalıdır. Yine ergenlik yıllarımın unutulamayacak bir başka şiir seçkisi Orhan Burian’in “Kurtuluştan (Mütarekeden) Sonrakiler” başlıklı yapıtıdır. Bu kitabı görmek ve özellikle de Nâzım Hikmet’in o yıllarda “legal” olarak bir tek orada bulunup okunabilecek şiirlerine ulaşabilmek için bulunduğum taşra kentinden Ankara’ya gitmiş ve yasaklı şairin birkaç şiirini de olsa 1960 öncesinde ilk kez böylece okuyabilmiştim… Yaşamımdaki şiiri seçkilerinden söz ederken, “Varlık Yılıkları”nı, Orhan Veli’nin “Fransız Şiiri Antolojisi”ni unutamam. Daha sonra, 1960 başları olmalı, ya da belki ben o zaman edinip okuyabildim, De Yayınevi’nce hazırlanıp yayımlanan Orhan Veli... “Gerçeküstücülük” seçkileri gelir. Küçük boyutlu o kitapçıklar, beni ve öyle sanıyorum ki bütün kuşak arkadaşlarım için hazine değerindedir. Son günlerde tartışma konusu olan internetteki şiir siteleri, şiir seçkilerinin önemini, değerini azaltır mı? Pek sanmıyorum. Öyle sanıyorum ki kitap hep var olacaktır. Bu yazıyı, Kültür Bakanlığı’nca yayımlanan, henüz görmediğim “20.Yüzyıl Türk Şiirinin Yüz Ozanı” başlıklı şiir seçkisiyle ilgili olarak, Mustafa Şerif Onaran’ın Cumhuriyet Kitap dergisinin 25 Ocak 2007 tarihli yazısı üzerine yazmak gereğini duydum. Sayın Onaran’ın kimi eleştirileri, saptamaları, burada üzerlerinde tek tek durma olanağı bulunmasa da, bana yanlış görünmedi. Seçki hazırlamak güç iştir. Bir şiir (ve genel olarak edebiyat) seçkisi, tıpkı bir şiir vb. kitabı (yazınsal bir yapıt) gibi, canlı bir organizma gibidir. Eksiklik de fazlalık da hemen duyumsanır… Fakat herkesi aynı ölçüde memnun etmenin olanaksızlığı da bir gerçek. Öte yandan, şiir seçkileri döneminin yavaş yavaş kapanmakta olduğunu da üzüntüyle görmekteyim. Her konuda olduğu gibi bu konuda da “ifrat” ve “tefrit” arasında gidip gelen ülkemizde, şiir seçkisi düzenleyenin de, seçkiyi yayımlamak isteyen yayınevinin de (telif hakkının karşılanması bakımından değil, fakat aşılması güç “bürokratik” sorunlar nedeniyle) bu işten büsbütün el çekmesi ve sonuç olarak da “antoloji” döneminin kapanması uzak bir olasılık gibi görünmüyor. ataolb@cumhuriyet.com.tr ibaret. Bunun kanıtlarını bize ağlama sırasında kullandığımız sinir sistemlerinin hareketi vermekte. İstemsiz mekanizmaları kalp atışı, heyecanlanma, nefes alma, karaciğer ve beyin gibi fonksiyonel organların çalıştırılması harekete geçiren otonom sinir sisteminin iki gruba ayrıldığı biliniyor: Birincisi bedenimizi fiziksel, zihinsel ve duygusal olarak kavgaya, tartışmaya ya da yolculuğa hazırlayan sempatik sinir sistemi, ikincisi ise korku ve heyecan durumunun atlatılmasının ya da uzun süre bu olağanüstü durumlarda kalınmaması için harekete geçen parasempatik sinir sistemi. Bilim adamları 1960’lı yıllarda insanların fazla heyecanlandığı ya da üzüldükleri için ağladıkları teorisini, ağlamanın sempatik sinir sisteminin çalışmasıyla başladığı varsayımına dayandırıyorlardı. Ne var ki sonraki araştırma ve bulgular bunu desteklemedi. Parasempatik sinir sistemi zarar görmüş birisi daha az ağlarken, sempatik sistem için sonuç tam tersi olarak gerçekleşti. Bu araştırmalar bizim, üzüntüden dolayı değil, aşırı duygumuzdan kaynaklı olağandışılık halinden kurtulmak ve rahatlamak için ağladığımızı gösterdi. Ağlama bizi ve çevremizdekileri üzse de aslında rahatlamayı sağlıyordu. Aksi takdirde bir beyin kanaması ya da kalp damarlarında kan pıhtılaşmasına dayalı krizler geçirmek içten değildi. En yakın kuzenlerimiz maymunlar ağlamıyor, daha doğrusu gözyaşı dökmüyorlar. Oysa insanın erkeği dört haftada bir, kadını ise beş kez ağlıyor. Neden? İçinde acı da olsa, anormal koşullardan normal koşullara geçmek için bir tünel ağlamak… Sahiciliği de gözyaşı gösteriyor, duygularımızın derinliğini simgeliyor. Dil kadar güçlü bir iletişim aracı… İşte gözyaşının anlattıkları… AĞLA, RAHATLA... Yetişkinlikte ise ağlama nedenlerimiz de daha karmaşık hale geliyor. Artık yalnızca bir rahatsızlığı anlatmak ya da imdat çağrısı olarak değil, daha derin bir şeyleri ifade etmek için kullanıyoruz bunu. Duyguya bağlı gözyaşlarımız, aslında üç tip gözyaşından yalnızca biri. Diğer ikisinin her göz kırpışımızda tetiklenen bazal gözyaşı ve gözümüze bir şey kaçtığında ya da soğan doğrarken tetiklenen refleks gözyaşları farklı Bu fotoğrafa iyi bakın, solda gözyaşı yok, sağda var... Her iki ifade size ne anlatıyor? fonksiyonlara sahip olsalar da aslında kimyasal olarak aynılar. kısmından dijital olarak gözyaşlarını sildiler. Deneklere biri Yine de bütün bunlar tam olarak neden ağladığımızı Duygudan kaynaklı gözyaşları ise bunlardan tamamen gözyaşı içeren, diğer gözyaşı silinmiş iki farklı fotoğraf söylemiyor. Shakespeare’in Lear’ının söylediği “acılı farklı bir yapıya sahip. Daha fazla protein, neredeyse dört sunuldu ve ne hissettikleri soruldu. Hiçbir deneğe aynı gözyaşlarının” evrimsel nedenini ortaya koymuyor. İnsanın kat daha fazla potasyum ve insan kan serumundakinden fotoğrafın gözyaşlı ve gözyaşsız biçimleri gösterilmedi. sosyal mizacı acaba bu konuda çözüm sunabilir mi? Hiçbir 30 kat daha fazla manganez içeriyorlar. Aynı zamanda Testin sonunda insanların gözyaşı olan her fotoğrafta derin primat, insan kadar kendi türdeşine bu denli sıkı bağlarla ACTH insanların stres altında ürettikleri ve prolaktin bir duygu ifadesi genellikle derin bir üzüntü ve acıbağlı değil. Ağlamak fizyolojik olarak gözyaşının içeriği, o gözyaşı keselerinden yaş boşalımını, aynı zamanda süt algıladıkları, dijital olarak yalnızca gözyaşının çıkarıldığı an görme yetimizin bulanıklaşması ve psikolojik olarak da bezlerinden süt salgılanmasını sağlayan hormon gibi ağlama fotoğraflarında ise pek çok farklı duygunun koruma duvarlarımızın aşağıya inmesi nedeniyle aslında hormonları da içeriyorlar. hüzünden can sıkıntısına kadar algılandığı ortaya çıktı. bize ağır maliyet getiren bir eylem. Ama bunun karşılığında Gözyaşının kimyasal bileşimi, bazı bilimadamlarına “içli Cornellius gözyaşının derin duygunun doğru olarak kazanılan çok değerli bir şey de var. Duygumuzun, ağlama”nın fizyolojik nedenini çıkarsamasında ilham algılanmasını sağladığı sonucuna vardı. acımızın ne kadar derin olduğunu ve samimiyetimizin kaynağı oldu. Bir kısmı, aslında ağlama durumunu Son altı milyon yıldır insan türü büyük bir değişim gerçekliğini karşımızdakine göstermek. Annelerin ağlayan oluşturan koşullara özgü hormonlarımızın, ağlama geçirdi. Karmaşık ilişkiler karmaşık iletişim biçimlerini çocukta gözyaşının varlığını araması da belki de bunun sırasında vücudumuzdan çıkmasıyla bir sübap görevi doğurdu. Dil, insan türü için bu iletişimi gerçekleştiren bir kanıtı. Kendini bu denli açık ifade eden bir eylemin, görüldüğünü düşündü. Ne var ki bu açıklama çok da araç haline geldi. Gözyaşları ise güçlü, son derece görünür mutlaka karşılık göreceğini biliriz. mantıklı gözükmüyor, çünkü ne kadar ağlasak da gözyaşı mesajlar olarak sözdizimi ve seslerin bize sağlayamadığı bir Gözyaşının, karşıdaki insan üzerinde uyandırdığı etkiyi dökerek vücudumuzda bulunan hormanların ağırlığını noktaya ulaşmamızı sağladı. Öyle görünüyor ki gözyaşı anlamak amacıyla 2000 yılından beri dergi, gazete ve ancak çok küçük oranlarda değiştirebiliriz. O yüzden olmadan insan olmak mümkün değil... internette çıkan tüm ağlama fotoğrafları bilgisayar ağlama sonrası rahatlamayı sağlayan başka bir mekanizma American Scientific Mind’dan çeviren: ortamına taşındı. Vassar Üniversitesi’nde yapılan bu da olmalı. Belki de ağlamak tüm canlılarda ve doğada VOLKAN ARAN çalışmada Prof. Cornellius ve öğrencileri fotoğrafların bir görmeye alıştığımız “normal olana dönme eğilimi”nden Sebepsiz tavırlar... Aylin Kotil B azen günlerce aramaz sevdiğini. Bazen konuşmaz sebepsiz, bazen surat asar. Bir çeşit boykot vardır. Ama işin garip tarafı, karşıdaki bunun sebebini bilmez. Bir başka türü de karşısındakini salak yerine koyanıdır. Çünkü bilinmeyen bir sessiz boykot vardır ama sorulduğunda “yoo, yok bir şey” denir, bir de eklenir “niye ki?”… Ötekinin zekâ seviyesinin potansiyel düşük olduğunu kabul eden bu davranış karşısında, öteki bu noktada bir kırılma yaşar. Eminim hepiniz denk gelmişsinizdir, bir çeşit böyle sessiz boykotlara. Ne sinir yıpratıcı bir durumdur. Bazen bir dostunuzdan, hatta bazen hayatı paylaştığınız insandan görürsünüz bu davranışı. Ben bazen boykot yapanın yerine de koymaya çalışırım kendimi. Neden hiçbir şey söylemez de tavır alır, diye empati kurmaya çalışırım. Çok uğraşsam da anlayamam, konuşmak varken susanı. Tavır alıp da aslında kendi sinirini bozanı. İlişkiler elektronik posta ve cep telefonları aracılığı ile olduğundan beri, karşı karşıya gelindiğinde dokunmayı özlemeyeni anlayamam. Geçenlerde iki arkadaşım konuşuyordu. Biri kendine yapılan bir kötülükten dolayı sinirlerini yıpratıp kötülük yapana verip veriştiriyordu. Öbürü bana oldukça ilginç gelen bir cümle söyledi: “Kötülüğü birinden tadıp tanıyacaktın, demek ki ondan tatman gerekiyormuş, o sadece kötülüğü tanıman için aracı” dedi. Güzel bir felsefe, hoşuma gitmedi değil. Böyle mi düşünmeliyiz acaba? İnsansak her geçen gün yeni bir şeyler öğrenmek durumundayız, buna davranış şekilleri de dahil. Farklı davranışlar görmesek çok tekdüze olabilirdi hayat. Bu davranışı sergileyenler de birer aracı. Bu düşünce (mutluluk oyunu oynatsa da) insanı avutuyor biraz. Olumsuz duyguları içinde barındıranlar her zaman karşı taraf için kötülük de düşünmezler. Huy edinmişlerdir çoğu durumu, bir türlü kurtulamazlar. Kendilerini de herkesten daha çok yıpratırlar. Tüm olumsuz duygularımızı içimizde beslemek aslında bizim kafamızı sürekli meşgul eden bir durumdur. Bu yüzden de herkesten çok biz zarar görürüz aslında. Asılan suratlar, sebepsiz uzaklaşmalar, kırılan kalpler, bütüne bakıldığında gereksiz stres unsurlarıdır. Seçenek elimizde: Hayatı kolaylaştırmak ya da zorlaştırmak. Her ikisi de elimizde. Bu olumsuzlukları yenebilmek de sanırım paylaşıp konuşmakla başlıyor. İyi pazarlar. aylin@kotilsarigul.com