Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
6 İNSANCA BİR İŞ, İNSANCA BİR YAŞAM... EŞİTLİK SADECE KÂĞIT ÜZERİNDE! 7 “Eşit işe, eşit ücret” DİSK Genel Sekreteri Musa Çam’ın, eşitlikten bahsettiğinde hayal kurduğunu söyleyenlere bir sorusu var: “Birilerinin günde 18 saat çalıştığı, ama yoksul kaldığı, çocukların okula gitmek, oyun oynamak yerine madenlerde ve fabrikalarda çalıştığı, kadınların sürekli ezildiği, milyarlarca insanın temiz içme suyu bulamadığı bir dünya daha mı mantıklı?” İstihdam eşitliği sağlanabilmesi için neler yapılmalı? İstihdam eşitliği yerine, çalışma hakkından söz etmek daha doğru, çünkü istihdam; eğitim, yetenek, kendini gerçekleştirme, toplumsallaşma, gereksinim gibi eşit olmayan etkenlerce belirlenen, anlam bulan bir hak. Kapitalist toplum eşitsizlik üzerine kurulu olduğuna göre, şu andaki koşullarda eşitlik sağlamak ancak göreli bir biçimde olanaklı. Bu sistemi, emekçiler, engelliler, yoksullar, azınlıklar ve kadınlar için ancak biraz eşit bir sisteme dönüştürmek, hakların tanınması ve uygulanması ile olanaklı. ILO’nun “insanca bir iş, insanca bir yaşam” talebinin arkasındayız. Herkes, maddi ve manevi olarak insan onuruna yakışır bir işte çalışma hakkına sahiptir. Çalışanların en çok uğradıkları eşitsizlikler neler? En büyüğü, bölüşüm ilişkilerindeki eşitsizlik. Gerçi kapitalizmde emekçiler her türlü eşitlikten yoksun; gelir, vergi, ücret, eğitimde fırsat ve ücret eşitsizliği, sağlık hizmetlerine ulaşmada eşitsizlik, sağlıklı konut ve çevrede yaşama eşitsizliği... Hukuk önünde eşitlik ilkesinin de emekçiler için anlamı adaletsizlik ve eşitsizliktir, çünkü hukuk normlarını belirleyen ve kuralları koyanlar egemen güçlerdir. Emek cephesinde kadınlar, bunlara ek olarak cinsiyetleri nedeniyle de eşitsizliklerle karşı karşıya. En belirgini de, ücret eşitsizliği. Kadın emekçilerin geliri, erkeklerden yüzde 40 daha az. Ekonomik eşitsizliklerin etrafında din veya etnik köken temelli eşitsizlikler de var. Sendikal hareketin eşitlik taleplerine etkisi nedir? Sendikaların en etkin işlevlerinden biri üyelerinin ücretlerini ve çalışma koşullarını belirlemek amacıyla toplu iş sözleşmesi yapmaktır. Toplu iş sözleşmeleri, “eşit değerde iş için eşit ücret” gibi ilkeleri gerçekleştiren ve ayrımcı uygulamaları ortadan kaldıran araçlardır. Fabrikadan başlayarak toplumu değiştirmek, dönüştürmek istiyoruz. Bence işçi hareketi toplumdaki eşitlik ve özgürlük talebinin temel dinamiğidir. Kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki ekonomik ve kültürel uçurumun büyüdüğü dönemleri söyleyebilmek mümkün mü? Çelişkilerin derinleştiği, uçurumların daha da büyüdüğü koşullar, sistemin dengesizleştiği bir dönemin göstergeleridir. Böyle bir dönem, düşünürsek, bu eşitsizliklerin arttığı anlamına mı geliyor? Uzun yıllar Türkiye’de çok fazla grev yapılmadı. Geçen yıl özellikle belediyelerden kaynaklanan toplusözleşme anlaşmazlıkları nedeniyle, İstanbul’da, İzmir’de grevler yaşandı. Sonra tatlıya bağlandı. İşverenler son yıllarda işçilerin kazanılmış haklarını ellerinden almak için dayatıyorlar. Çalışanları greve götüren nedenler de iş güvencesini boşa çıkartan ve taşeronlaşmanın önünü açan maddeler. O yüzden metal, tekstil, hava işkolunda da grevler yapıldı. Lastikiş grevimiz, milli güvenlik gerekçesiyle ertelendi. Şimdi Telekom’da grev var. En çok eşitsizliklere, haksızlıklara bu işkollarında mı maruz kalınıyor? Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na göre, 5.5 milyon SSK’li çalışan var. Oysa çalışan sayısı 20 milyona yakın. Ekonominin yüzde 60’ı kayıt dışı. Bu çalışanların hepsi eşitsizliklere maruz kalıyor. En çok da, metal, gıda, tekstil sektörleri ve tersanedekiler kötü koşullarda çalışıyorlar, iş kazalarında ölüyorlar. Sendikal hareketlerde eşitlik ne derece sağlanabiliyor? Mesela, kadınlar sendikal hareketlerde ne kadar yer alabiliyorlar? Dünya nüfusunun ve işçi sınıfının büyük kesimi kadınlardan oluşuyor. Üstelik en çok baskıya maruz kalanlar ve en kötü koşullarda en düşük ücretlerle çalışanlar hep kadınlar oluyor. Kadınların sendikalarda ve sendika yönetimlerinde aktif olmaları için gerekli yapısal ve tüzüksel önlemleri almalıyız. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na göre Ocak 2007’de 5 milyon 210 bin 46 işçinin, 3 milyon 43 bin 732’si sendikalı. Yani sendikalaşma oranı yüzde 58.4. Bunların 463 bin 332’si yani yüzde 15.2’si kadın. Ancak bu rakamlar gerçeği yansıtmıyor. “Toplu iş sözleşmesinden faydalanan işçi sayısı”nı dikkate alırsak, sendikalı işçi sayısı 700 bindir. Yani gerçek sendikalaşma oranı yüzde 57, bunun da ancak yüzde 10’u kadındır. Kadın çalışanların örgütlenme düzeyleri düşük; sorunları toplu sözleşmelerde dikkate alınmıyor ve 96 sendika başkanından sadece üçü kadın. işçilerin en güçlü dile getirdikleri talep. Eşitlikle ilgili sloganları çoğaltmak mümkün, “Herkes farklı, herkes eşit”, “Eşit, parasız eğitim”, “Meclis’e eşit katılım”, “Sağlıkta eşitlik”, “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik”... Kısacası, farklı konularda da olsa hemen herkesin bir eşitlik, eşit bir dünyada yaşama Desen: Zeynep Özatalay kapitalizmin yeni bunalım evresi anlamına gelir. Derinleşen eşitsizlikler, karşıtını da üreterek ilerleyen bu süreci besler. Yaygınlaştırılan kapitalist kültür, kâr ve rekabet gibi piyasaya ilişkin değerleri yüceltiyor ve tüketimi neredeyse varoluş nedenine dönüştürüyor. Bu değerler bugün, doğayı ve dünyayı tehdit eden bir boyuta ulaştı. Emek cephesine uzun süredir egemen olan sessizlik kırılmışa benziyor. Pek çok iş kolunda, grev yapılması gündeme geldi, kimi yapıldı da. İşçilerin, en büyük silahının grev olduğunu KAPİTALİZMİN ACIMASIZLIĞI EŞİTLİĞİ BOZUYOR Eşitlik ilkesi, hem anayasalar hem Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, hem de Uluslararası İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde ve bunla ilgili diğer sözleşmelerde var. İstanbul Baro Başkanı Kâzım Kolcuoğlu, bunlara rağmen eşitliğin ulusal ve uluslararası alanlarda lafta kaldığını hatırlatıyor. “Oysa” diyor, “eşitlik ve özgürlük liberal görüşün, önemli görüşlerinden ikisi”. Kolcuoğlu düşüncelerini şöyle aktarıyor: “1982 Anayasa'sının 10. maddesinde, din, dil, ırk gözetmeksizin herkese eşit muamele yapılması ve herkesin eşit olması ilkesi vardır. Kapitalist düzen eşitliği şekilsel görüp, özgürlükleri ön planda tutuyor, ancak eşitlik olmayan yerde özgürlükler çok da kullanılamıyor. Kapitalizmde, aynı yerden hareket etme olanağı; koşulların eşit olmadığı, bunun değişmesi için gayret de gösterilmediği için yoktur. İnsanların çalışma, barınma, beslenme, eğitim, sağlık gibi yaşamsal hakları dahi korunmuyor. Tabii ki bütün insanların ekonomik olarak eşit olmaları olanaksız, ancak eşitsizliği büyüterek değil, azaltarak sistemi devam ettirmeliyiz. Maalesef liberal ekonominin acımasızlığı yasalarla getirilen eşitlik dengesini bozuyor. Bu denge, sosyal devletle sağlanabilir, ancak bu sadece anayasaya koymakla olmaz. Sosyal devletin kurallarını tam olarak uygulamak, insanların asgari yaşam haklarını koruyarak, çalışanlara çalışmalarının karşılığını vererek sağlanır. Yeni Anayasa taslağında özgürlük ve eşitlik ilkesinin sosyal devlet yapısı içinde yeniden düzenlenmesini istiyoruz. Devlet, yaşamsal hakları olanakları içinde yerine getirir, deniyor. Oysa devlet bunları yerine getirecek olanakları yaratmalı, bütçeyi bulmalı. Eğer bir ülkede insanlar iş bulamıyor, parasızlıktan sağlıklı yaşayamıyor, eğitim alamıyorsa, orada huzur olmaz. Devletin görevi bu hizmetleri yurdun her yerine eşit götürmektir. Bugüne kadar, hizmetler her yere eşit götürülmediği için dava açılmadı, ama bence, böyle giderse, yatırım sadece özel yatırımcının kâr kriterine bırakılırsa, insanların devlete karşı dava açma hakkı var. Eşitliği bozan, ortadan kaldıran nitelikteki yasaların Anayasa’ya aykırılığı nedeniyle açılan davalar oluyor. Eşitsizliği içeren uygulamalar da yargıya taşınıyor, AİHM’e kadar götürülüyor. Çoğunlukla, cinsiyet ayrımcılığı, namus cinayeti gibi kadınların yaşamsal haklarını ellerinden alan konularla ilgili davalar açılıyor. isteği var. Buna rağmen neden mi eşit değiliz? Yanıtı işçi, kadın, çocuk ve azınlık hakları için mücadele edenlerden ve hukukçulardan aldık... Hülya Gülbahar, KaDer Başkanı, Avukat. Yıllardır kadınerkek eşitliğinin sağlanması için çalışıyor. Eşitlik dendiğinde ilk akla gelen, cinsiyet ayrımcılığı… Dünya tarihinde geçen yüzyıla kadar ana konu, kadınlar ve erkeklerin eşit olduğu ilkesinin kabulüydü. Böylece anayasalara, “Kadınlar ve erkekler eşittir, eşit haklara sahiptir” ilkesi eklendi. Öncesinde “Egemenlik milletin”di, ama seçme, seçilme, nüfus sayımlarında sayılma hakkı erkeklerindi. Cumhuriyet'le kanunlar önünde eşitlik ilkesi tanındığı için bütün haklardan kadınlar da erkekler gibi yararlanabilir hale geldi. Ancak yasalardaki eşitlik, sonuç eşitliğini doğuramıyor... Hâlâ kadınlar namus gerekçesiyle öldürülüyor, temsilde kota sorunu yaşanıyor, istihdamda göz ardı ediliyorlar... Bunun yüzyıllardır kadınlar aleyhine yaratılmış eşitsizliği çözmeye, fiili eşitliği sağlamaya yetmediği anlaşıldı. Bu yüzden son 30 yıldır anayasalar yeniden yazılıyor, “pozitif ayrımcılık” getiriliyor. Yani, BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi'nin (CEDAW) 4. maddesinde belirtildiği gibi bin yıllardır kadınlar ve erkekler arasında yaratılmış eğitimden sağlığa, siyasetten çalışma yaşamına kadarki ayrımcılığın ve eşitlik uçurumunun bir an evvel kapatılması için kadınlar lehine bazı geçici özel düzenlemeler yapılması gerektiği eklendi. Örneğin AB ülkelerinde, bir iş başvurusunda kadın ve erkek aynı niteliklere sahipse kadına öncelik sağlanması tartışılıyor. Ya Türkiye? Anayasa’nın 2004’te değiştirilen 10. maddesi, devlet kadınerkek eşitliğini sağlamakla yükümlüdür, diyor. Ayrıca CEDAW gereği geçici özel önlemler alınması ve bunun ayrımcılık olmadığı söyleniyor. Ancak kadınlar söz konusu olduğunda Anayasa ya da yasa hükümleri ne derse desin uygulanmıyorlar. Yasalar değişiyor, ama hayat değişmiyor. Neden? İktidarı ve muhalefeti ile Türkiye’de dünyanın en katı erkek egemen sistemlerinden biri uygulanıyor. Dolayısıyla yasalardaki değişiklikleri uygulama iradesi gösterilmiyor. Ne kanunları çıkaranlar haklara saygı duyuyor, ne de bu haklar toplumda yeni bir yaşam biçimi, kadınlar ve erkekler arasında demokratik ve eşitlikçi ilişki biçimini doğuruyor. En çok karşılaşılan eşitsizlikler neler? Neredeyse her gün bir kadın namus cinayetine maruz kalıyor. Yani can güvenliğimiz yok... Senelerdir kadınlar mahalle baskısını "öle öle" anlatmaya çalışıyorlar. Adana’da evine erkekler giriyor diye, komşusunun oğlu tarafından bir kadın taranabiliyor. İşte mahalle baskısı bu ve öncelikle kadınların hayatı üzerinde kuruluyor. TCK’yı ancak 2005’te değiştirebildik, o zamana kadar kadınlara karşı cinsel suçlar; genel ahlak, aile düzeni ve topluma karşı suç olarak değerlendiriliyordu. Yeni anayasa taslağında da, konut dokunulmazlığından ifade özgürlüğüne, özel yaşamın gizliliğine, dernek kurma hakkına, gösteri ve yürüyüş hakkına kadar bütün temel hakların, genel ahlak kavramı ile sınırlanabileceği söyleniyor. Taslak bu haliyle yasalaşırsa kadınlar üzerindeki mahalle baskısı anayasal düzeyde kurumsallaşır. Taslağın eşitliği zedeleyen başka maddesi var mı? Taslak, kadınerkek eşitliği açısından son derece riskli. Öncelikle Anayasa’daki, “Kadınlar ve erkekler eşittir, devlet bu eşitliği sağlamakla yükümlüdür" maddesi taslakta yok. Anayasa’dan eşitlik ilkesini çıkarırsanız, pozitif ayrımcılıklar kadınlar aleyhine çalışır. Taslak, kadınları, yaşlıları, çocukları, engellileri bir kategori gibi değerlendirip, “korunmaya muhtaç” olarak damgalıyor. Kadınlar, yaşlılar, engelliler gibi alt kategori değil, nüfusun yarısı. Yaşlılar, engelliler ve çocukların da yarısı kadın. Kadınlar ayrı bir düzenleme ile ele alınmalı. Ayrıca toplumun dezavantajlı grupları için alınacak önlemler, destekler lütuf değil, onların sosyal haklarıdır. “Anayasa Kadın Platformu” olarak anayasa hazırlığında söz sahibi olmak istiyoruz. Ancak bu talebimiz sert bir tepki ile karşılandı. Başbakanlık bünyesinde, özellikle kadınların iş hayatına katılmasına yönelik çalışacak “Eşitlik Kurumu” kurulması planlanıyordu. Bir an önce eşitlik çerçeve yasası çıkarılmalı ve TBMM bünyesinde anayasal bir organ olarak, yasanın uygulanmasını denetleyecek eşitlik izleme komisyonu kurulmalı ve tabii ki bunlar için bütçeden yeterli pay ayrılmalı... İşsiz genç nüfusun yüzde 88’i kadın. Kadın istihdamı yüzde 45’lerden son on yılda yüzde 25’lere düştü. Devlet, kurumlarına alınan personele çoğunlukla erkekleri seçerek açık şekilde cinsiyet ayrımcılığı yapıyor. Aile eşit ve demokratik ilişkilere dayanır, diye Anayasa'ya yazar ama yaşlı, sakat, çocuk bakımının, ev işlerinin kadınlar üzerine kalmaması için önlem almazsanız, tabii ki bu madde kâğıt üzerinde kalır. Konuştuklarımızdan sonra sanki kadınerkek eşitliğinin olduğu bir ülke hayalmiş gibi geldi... Değil ama dünyada ciddi zihniyet değişikliği gerek, uzun bir süreç. En demokratik toplumlarda bile karar verme mekanizmalarını tutan erkeklerin bu süreci yaşaması gerekiyor ki, iktidarı kadınlarla paylaşsınlar. “DÜŞMAN GÖMLEĞİ” GEÇİRİLENLER... İstanbul Bilgi Üniversitesi AB Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Ayhan Kaya, azınlıklar ve eşitlik konusunda sorularımızı yanıtladı: Azınlıkların uğradıkları eşitsizlikler neler? Azınlık kavramı sadece hukuksal ve siyasal bir içeriğe sahip değil, sosyolojik ve antropolojik bir yanı da var. Avrupa’da ulusdevletlerin sınırları içerisinde, devletlerin hükümranlığını kabul etmek zorunda kalmış, ancak zaman zaman da bu hükümranlığa karşı mücadele veren Korsikalılar, Basklar, Irlandalılar gibi otokton halkların yanı sıra geçen yüzyılda küreselleşen kapitalizmin ortaya çıkardığı göçmen gruplar da belirginlik kazandı. “Bölgeler Avrupası” anlayışı ile bu otokton halklar demokratik haklarını görece elde ederken, son yıllarda özellikle Müslüman kökenli göçmenler baskı altında bulunuyor. Batılı demokrasiler maalesef, göçmen gruplarda ortaya çıkan dinsel, etnik ve milliyetçi yükselişi tehlike olarak değerlendiriyorlar ve bu grupların kamusal alandaki görünürlülüğünden rahatsız oluyorlar. Unutulan nokta, aslında bu tür etnokültürel ve dinsel hareketliliğin işsizlik, yoksulluk, dışlanma ve ötekilenme gibi yapısal sorunlara karşı duyulan bir muhalefetin göstergesi olduğu. Giderek muhafazakârlaşan ve neoliberal ekonomipolitiğin etki alanına giren devletler, kamusal alanda azınlıkların dile getirdiği taleplerle yüzleşmek ve bunlara olumlu yanıt vermek bir tarafta dursun, bu talepleri ulusal, sosyal ve kültürel güvenliği/bütünlüğü tehdit eden unsurlar olarak değerlendirme eğilimindeler. Bu eğilimin miladı olarak 11 Eylül gösteriliyor, bu sizce ne kadar doğru? Özellikle 11 Eylül’den sonra küresel güvensizlik ikliminin hâkim olduğu günümüzde, ulusdevletler daha içe kapanan ve sadece azınlıkların değil neredeyse tüm yurttaşların özgürlüklerini, haklarını kısıtlayan bir yaklaşım sergilemeye başladılar. Buradaki en önemli unsur, milliyetçiliğin iktidarın korunması için uygulamaya konan en uygun ve en etkin siyaset haline gelmesi. Milliyetçilik diğer ideolojilerle kıyaslandığında en uzun ömürlü ve güncelliğini hiç yitirmeyen bir siyasal söylem olarak ortaya çıkıyor. Çünkü milliyetçiliği besleyen etnosentrik anlayışın ta kendisi. Yaşanan akut güvensizlik ve içe kapanma refleksi içinde bireye en “güvenilir” ve en korunaklı yuvayı sağlayan düşünce milliyetçilik oluyor. Bu durumda milliyetçiliğin en önemli objesi ya “dışardaki düşman” ya da “içerideki düşman”dır. Soğuk Savaş döneminde bu genellikle komünizm gibi dışarıdaki düşmandı. Günümüzde ise, “içerideki düşman” oldu. “İçimizdeki düşmanlar” da genellikle kültürel, dinsel ve etnik açıdan bizden farklı olanlar, ancak “düşman” dediklerimiz aslında iktidar odaklarının üzerlerine “düşman gömleği” geçirdikleri ve bizlere hedef olarak gösterdikleri dışlanmış ve ötekilenmiş bireylerden ve gruplardan başkası değil. Anayasayı, kısaca azınlık hakları yönünden değerlendirmenizi istesem... Mesela, temsil konusunda durum ne? Anayasamız eşitlikçi Cumhuriyetçi retoriği yeterince yansıtıyor. Üstü örtük şekilde etnik bir yaklaşımı sergileyen vatandaşlık maddesi dışında, bireysel hakları ve ödevleri tanımlayan diğer maddeler önemli bazı eksiklikler içerse de gözardı edilmeyecek kadar bir eşitlik prensibi üzerine inşa edilmiştir. Ancak uygulamada önemli açmazlarla karşı karşıyayız. Mesela, son parlamento, bir öncekiyle karşılaştırıldığında temsil edilen kitlelerin bugünkü oranı daha demokratik bir meclise sahip olduğumuzu gösteriyor, ancak Alevilerin kamusal alanda temsil edilme konusunda karşılaştıkları sıkıntının giderilmesi için maalesef daha çok bekleyeceğiz. Yeni anayasa taslağı, bu konuda bir açılım getiriyor mu? Eşitliğin sağlanması konusunda anayasamızdan daha çok liderin egemenliğine son veren ve demokratikleştirilmesi gereken “Partiler Yasası” ile “Seçim Yasası”ndaki yüzde 10'luk barajın kaldırılması daha önemli. Esra Açıkgöz Anayasa eşitsiniz diyor, hayat aksini! İSYANLAR KAÇINILMAZ Nail Satlıgan, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi. Ona göre, insanlar arasındaki farklılıkları yapısal, kalıcı hiyerarşiye dönüştüren, üretim araçlarının özel mülkiyetinin azınlığın elinde tekelleşmesi. Tekelleşme önlenebilir mi? Örneğini 2007 dünyasında gösteremesek de, geçmişte bu eşitsizliği kaldırma çabalarının verdiği birtakım dersler var. Bunlardan yararlanarak, böyle bir tasarım geliştirmek mümkün. Üretim araçlarının bölüşülme biçimi, o üretim araçları ile yapılan üretimin sonuçlarının da eşitsiz bölüşülmesini getiriyor. Marksistler, üretim tarzı, bölüşüm tarzını belirler, der. Yani nasıl üretiliyorsa, öyle bölüşülür. Öyleyse yasalarla alınan, asgari ücret, mesai, iş güvenliği gibi tedbirler, bu sistemdeki eşitsizliği kırmaya yetmez... Kapitalizm insanların çoğunu üretim araçları mülkiyetinden dışlıyor ve bu dışlanmayı da yeniden üretiyor. Kapitalizm rekabete dayanır. Rekabete ayak uyduramayan birimler başarılı olanlarca yutulur. Bu da üretim araçlarından yoksun insanların sayısını artırıyor. Üretim araçları mülkiyetinin tekelleşmesinin ortaya çıkardığı hiyerarşiden kurtulmanın yolu, onları toplumsallaştırmak olabilir. Yine de bu sınıf farkını ortadan kaldırsa da, sınıfsal olmayan başka farkları kaldırmaya yetmiyor... Weber bu farkları, güç ya da sosyal statü olarak anlatıyor... Toplumsallaştırılmış üretim araçları Sovyetler’de olduğu gibi demokratik bir mekanizmaya tabi olmayan, halka hesap vermeyen bir parti ve devlet bürokrasisince yönetilirse, sınıfsal olmasa da, yapısal, şiddetli bir hiyerarşi kalır. Bu yüzden demokrasi gerek. Üretim araçlarıyla doğrudan ilişkisi olmayan ve hızla artan hizmet sektörü çalışanlarının, eşitlik mücadelesindeki yeri ne? Eskiden bankacı ya da katibe olmanın prestiji, sosyal statüsü yüksekti, ama artık onlar da proleterleşiyorlar, orada da bir ücret ilişkisi var. Yaşam standartlarının yükseltilmesi eşitliğin sağlanması için yararlı olabilir mi? Bu eşitsizliğin önüne geçmez. Teknolojisi çok gelişmiş, çok zengin bir ülkede, üretim araçlarının özel mülkiyetinden kaynaklanan bir hiyerarşi varsa, eşitsizlik geri bir Afrika ülkesinden bile daha fazla olur. Amerika’da en zengin yüzde bir ile en yoksul yüzde beş arasındaki fark Afrika'daki farktan daha fazladır. Tabii Afrika’da eşitsizlik açlık, önlenebilir hastalıklardan ölme, sefalet gibi sonuçlar doğururken Amerika'da bu fark öldürmeyebilir... Ülkeler arasında da büyük bir eşitsizlik var; üçüncü dünya, kuzeygüney ayrımı yapılıyor. Bu eşitsizliği, yani yoksulluğu, sefaleti, açlığı sürekli yeniden üreten mekanizma, dünya pazarı. Bence eşitsizlik artık öyle boyutlara vardı ki, kapitalizmin başında bire 30 ise şimdi bire 100’lerde. Bu artık ülkelerin çabalarıyla kalkınarak üstesinden gelebilecekleri bir şey değil. Dünya kaynaklarının dünya çapında yeniden dağıtılmasını sağlayacak bir mekanizmaya ihtiyaç var. Peki bu artan yoksulluğa rağmen, öfke patlaması yaşanmamasının nedeni ne? Öfke çeşitli biçimlerde tezahür ediyor, ancak her seferinde anlamlı, sonuç alıcı olmuyor. Çeşitli ülkelerde isyanlar çıkıyor. Bunlar uzun vadeli ve kalıcı bir stratejileri olmadığı için bazı durumlarda bastırılıyor, ancak farklı durumda olan yerler de var, mesela Venezüella. Kendisinin ve ailesinin karnını doyurmakla meşgul birinin, sosyopolitik alternatifleri düşünmesi, bunları temsil eden hareketlere zaman ayırması zor. Bu yüzden isyanı sürekli her yerde görmüyoruz. Bir taraftan da öyle bir birikim var ki, müthiş bir patlama neredeyse kaçınılmaz. Varoş isyanları önümüzdeki dönem için gerçek ve ciddi bir olasılık. Amerikalı Marksist sosyolog Mike Davis, son kitabı Gecekondu Gezegeni’nde, megapollerde Hindistan’daki Bombay, İstanbul, Meksika ve Afrika’da birkaç kent daha var büyük patlamalar beklemek gerektiğini, Amerikan ordusunun bazı harekâtlarının aslında bu isyanlara hazırlık mahiyetinde olduğunu söylüyor. Felluce’yi örnek veriyor. ÇOCUKLAR DA BİREYDİR... Seda Akço, İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi avukatlarından. Akço, “bütün insanlar eşit doğarlar” ve “yasalar önünde eşitlik” tanımlarını yetersiz buluyor. Ona göre, hakları kullanabilmek için eşit olanaklara sahip olmak gerekiyor. “Bence asıl sorun da bu” diyor, “Mesela, çalışmak zorunda olmayan bir öğrenci ile okuldan sonra mendil satması gereken bir öğrenci aynı okulda, aynı sınıfta okusa da, sadece eğitim hakkı açısından bakıldığında bile eşit değildirler”. İşte anlattıkları... ? Benim için eşitlik, her zaman sağlamaya çalışmamız gereken bir denge durumu. Çocukların en çok karşılaştıkları eşitsizlikler ülke politikaları belirlenirken, kanunlar hazırlanırken, bütçeler yapılırken, kentler planlanırken görmezden gelinmeleri, görünmez kılınmaları. Diğer ayrımcılıklar bu temel üzerine oturuyor. Çocuklar toplumun hemen her kesiminde hâlâ çevresinde, dünyada olanlarla ilgili bilgisi, görüşü olan bir birey olarak kabul görmüyor. Halbuki, onlar da bu dünyada yaşıyorlar ve olan biten her şeyden en çok onlar etkileniyorlar. Çocuklar aslında tüm hakları bakımından eşit olmayan muamele ile karşı karşıyalar. Bu, doğumdan başlıyor, yeterli tıbbi bakımdan yararlanamama ile devam ediyor. Ana – babalık becerilerinin desteklenmemesi çocukların ailede yeterli bakım ve gözetimi, sevgi ve ilgiyi bulabilmesini engelliyor. Pek çok çocuk iyi sosyoekonomik düzeydeki ailelerin çocukları daoyun oynama, spor, kültürel faaliyetlere katılma konusunda hem yaşıtlarıyla hem de yetişkinlerle eşit olanaklara sahip değil. Çocukların kötü koşullarda çalıştırıldıklarını, silahlı çatışma ortamlarında bırakıldıklarını, suça itildiklerini ya da ihmal ve istismara maruz kaldıklarını da unutmamalıyız. ? Çocuk temsili Türkiye’de kesinlikle yok, ama SHÇEK’in UNICEF ile bu konuda bir çalışması var. 23 Nisan’larda yapılan çocuğa temsil hakkı tanımak değildir. Çocuğun temsil hakkı, karşısına “Yumurcaklar ne yumurtlayacaklar” merakı ile oturularak sağlanamaz. ? Yeni Anayasa hazırlık taslağı ilginç bir biçimde çocukları da, çocuk haklarını da, bu konudaki birikimi de görmezden geliyor. Çocuklarla ilgili hükümler onun adına en iyiyi ben bilirim öngörüsünden hareketle düzenlenmiş. Metne hâkim tutum, çocuk yetişkin ilişkisinde “paternalist”; toplum yönetici ilişkisinde ise “tepeden inmeci kanun vaaz etme” alışkanlıklarını yansıtmak. Metinde çocuk hakları şöyle sıralanıyor: “Himaye ve bakımdan yararlanma hakkı, görüşünü açıklama hakkı, çocuğun yararına öncelik verilmesi, annebabası ile ilişki kurma hakkı”. Neden korunma hakkı ilk sırada, neden katılım hakkı sadece görüş bildirmeye indirgenmiş, neden genel prensipten sonra onca hak arasında sadece annebaba ile ilişki kurma hakkına özel olarak yer verilmiş… Bunların anlaşılması mümkün değil. Çocuklar, anayasalar veya yasalar önünde öncelikle “korunma” ihtiyaçları çerçevesinde ele alınmamalı. Aslolan çocuğun birey olma hakkıdır. Ayrıca korunma hakkı, ihtiyaç sahibi olma durumuna dayanmaz, çocuk olmak sebebiyle sahip olunan ve öncelikle tehlikelerin bertaraf edilmesine yönelik tedbirlerin alınmasını gerektirdiği için bütün çocuklara dair bir haktır. Toplum ve devlet bu hakkın korunmasında aktif bir sorumluluğa sahiptir. Oysa taslakta bu sorumluluktan bahsedilmiyor. ? Çocukların görünür olması için özel çaba gerekiyor. Mesela çocuktan sorumlu bir bakanlık kurulmalı. Böylece, bir çocuk politikası, uyumlu ve bütünleşmiş bir hizmetler ağı söz konusu olabilir. Ayrıca ekonomik ve politik kararların çocuklar üzerindeki etkisi de dikkate alınmalı. Gelir dağılımı dengesizliğini, yoksulluğu, adalete erişim güçlüklerini hedefe koymadan çocuklar için eşitliği sağlamak mümkün değil.