23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

R PAZAR 4 25/1/07 17:41 Page 1 PAZAR EKİ 4 CMYK 4 PAZARIN PENCERESİNDEN HRANT DİNK RÖPORTAJI / 16 EKİM 2005 28 OCAK 2007 / SAYI 1088 Agos’a başsağlığı Selçuk Erez abaannem’in sık tekrarladığı bir temennisi vardı: “Allah, sıralı ölümler versin!” derdi. Normal koşullarda yaşı benden küçük olan Dink’in, benim için bir başsağlığı dileğinde bulunması gerekirken sıra böyle bozuldu. Neden? Bazen ilgisiz ve konudan uzak gibi görünen örneklerle açıklama işin daha iyi kavranmasını sağlar: *Yıl 1886: G. Eiffel, Paris Fuarı için dikilecek anıt projesini üstlenmişti. Temel atılırken başlayan eleştiriler giderek çoğaldı: Aralarında Emile Zola, Charles Gounod, Sully Prudhomme gibi anlı şanlı sanat erbabının bulunduğu kulekarşıtları tasarıyı, “Trajik bir sokak lambası”, “Yarım fabrika bacası”, “Huni şekilli ızgara” gibi tanımlamalarla yerden yere vurmakta ve bu yapının Paris’in mimarisine asla uymadığı, hatta kentin görünüşünü büyük çapta bozacağı ileri sürülmüştü. Guy de Maupassant, bu çirkin yapıyı görmemek için Fransa’yı terk etmeyi düşündüğünü bile söylemişti. Eninde sonunda bu kule yapıldı, açıldı ve bugün Paris’in simgesi olarak kabul edilmekte, Eiffel Kulesiz bir Paris akla gelmemektedir. *Yıl 1971: Paris’te Cumhurbaşkanı Pompidou’nun adını taşıyacak bir çağdaş sanatlar müzesi yapılması için açılan yarışmayı R. Rogers, R. Piano ve G. Franchini adlı mimarlar kazanır: Projelerinde o güne kadar geçerli birçok mimari standart altüst edilmiştir: Duvarların ya da binanın içinde saklanan tesisat boruları bu binanın yüzeyinde yer almaktadır: “Bu iğrenç yapı, çevresindeki tarihi yapılarla çelişerek yoz bir görüntüye yol açmaktadır!” der eleştirenler. Müze, bugün Paris’in sadece içerdikleri ile değil, görünüşüyle de ilgi çeken odaklarından biridir. *Yıl 1981: Paris’teki Louvre Müzesi’ne yeni bir giriş eklenmesi düşünülmüş, ardından bu müzenin bahçelerinden birinin ortasına bunu sağlayacak bir yapının eklenmesi istenmişti. Çin kökenli bir Amerikalı olan Mimar I. M. Pei’in, buraya cam bir piramit ekleyen projesi kabul edildi. Ardından bu yapının Louvre’un klasik yapısının bütünlüğüne bir saldırı olduğunu söyleyen, bunu onaylayan Cumhurbaşkanı François Mitterand’ı kastederek bu yapıya “Fıravun François’nın Piramidi” adını veren karşıtlar gümbürdediler... Uzun süren itirazlar, piramidi savunanların karşı gelmesiyle aşıldı ve bu piramid bugün Louvre Müzesi’nin estetiğini bozan değil, onu çağdaş bir eklenti olarak dengeleyen bir yapı olarak algılanmaktadır. Sadece Paris’ten değil tüm “değişik fikir ve düşüncelere açık” toplumlardan verebileceğimiz sayısız örnek bize şunları yansıtır: 1. Bize ilk bakışta “ters”, “başka” ve “alışılagelmemiş” gelen her öneri, aslında zamanla benimseyeceğimiz, makul bulabileceğimiz bir proje olabilir. 2. Bu tür değişiklikleri önerenlerin karşıtları tarafından eleştirilmesi doğal ve gereklidir. Ancak, bu değişikliklerin önerilmesini yasaklayan, önereni yokeden, yaşatmayan toplumlar geri kalmakta, tersini yapanlar ise gelişebilmektedirler. Uygar bir toplumla daha bu niteliği kazanmamış bir toplum arasındaki fark budur. Türkiye’de bugüne kadar sürmüş olan Ermenilerle ilgili düşünüş ve görüşlerin yanlış olduğunu ileri süren aynı zamanda gerek Ermenistan’da, gerekse diaspora Ermenileri arasında Türkiye ile ilgili düşünüşlerin de yanlışlığını da işaret eden müstesna bir insandı Hrant Dink! Düşüncelerini eleştirmek yerine onu Türklüğe hakaretten mahkum ettik, ardından da öldürdük! Bu dram, bize her şeyden önce okullarımızda ve toplumumuzda eleştirel düşüncenin öğretilmesini engelleyen, her türlü yeniliğe böyle ilkel ve vahşi tepkiler sergilenmesine yol açan politikaları sergileyenlerin asıl suçlu olduklarından başka bir şey göstermez. Türkiye’ye hakaretin en büyüğü de işte bu politikaları sürdürmektir! B Demokrat olmaya çalışıyorum Berat Günçıkan u röportaj Cumhuriyet Pazar Dergi’de 16 Ekim 2005’te yayımlandı. Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink 301. maddeden altı ay hapis cezası almıştı. Kırgındı. Yaptığı açıklamalarda bu kırgınlığı dillendirirken “ağır” cümleler kuruyor, gitmekten söz ediyordu. Konuşurken gözleri doluyor, elleri titriyordu. Bu röportaj sırasında da duyguları ayaktaydı. “Türklüğü tahkir ve tezyif”le suçlanıyordu, ama o bu suçu “ırkçılık yapmak” olarak tanımlıyordu. Bu duygularını daha da ağırlaştırıyor, “Bir ırkçıyla aynı toprakta yaşamayın” diyor, “Beni aranızdan atın” demeye getiriyordu. Biz onunla aynı gökyüzünü, toprağı paylaşmaktan hoşnuttuk, onun gitmesi bizim eksilmemiz demekti. Hoşnut olmayanlar adliye önlerinde büyük gürültüler çıkarıyor, sırtlarının her daim sıvazlandığının bilgisiyle daha da saldırganlaşıyorlardı. Sonunda bu saldırganlık cinayete dönüştü, Dink, 19 Ocak’ta öldürüldü. Röportajda tehditler geldiğini, güvenlik kavramına pek güvenmediğini, bu yüzden kendi güvenliğini aldığını söylüyordu. Korunması gerekiyordu, korunmadı. Düşüncelerini söyleme özgürlüğünün sağlanması gerekiyordu, sağlanmadı. O gün dinlenseydi, aşağıdaki röportajda okuyacağınız düşünceleri “önyargı”nın duvarlarına çarpıp geri dönmeseydi, Dink yaşıyor olacaktı. Röportajdaki sorular belki eskidi, ama yanıtları değil… Fotoğraflar: Vedat Arık “Buradan giderim” demek çok ağır kaçmadı mı? Bakın, ben bir kurumun başında, üzerinde üniforması ya da makamı olan bir insan değilim, sıradan, basit bir insanım. Sıradan insanların iki gücü vardır, aklı ve duygusu. Benim de gücüm bu. Kendimi, aklımla bilgimi harmanladığımda ifade ediyorum. Bence bu insani bir duruş. Eğer aklanamazsam, eğer yargı süreci içinde bu olmazsa, şu kanaate varacağım ki ben ırkçılık yapmışım. O zaman da özür diliyorum sizden ve hadi eyvallah diyeceğim. Bence bir insanı aşağılamışsanız, ırkçılık yapmışsanız, artık o insanlarla yaşamamanız lazım. Esas anlatmaya çalıştığım bu, yoksa ben üç bin yıldır bu topraklarda yaşayan bir kültürün devamıyım... B DEMOKRAT OLMAYA ÇALIŞIYORUM Bu sözleriniz biraz da “öteki”ne ayna tutmak. Görülecek mi peki? Evet, tam da bunu vurgulamaya çalışıyorum. Çünkü bu ülkede çok pervasızca ırkçılık yapılıyor. Şu an ortaya koyduğum üslubumun insanları çok rahatsız edeceğini düşünmüyorum, çünkü muhtemelen beni kendilerinden biri olarak hissediyorlardır. Bana kızanlar da öyle hissediyorlardır. Belki böyle bir üslup geliştirmeliyiz, biz hepimiz aslında birbirimiziniz, hep beraberiz. Hepimizin kusurları var, ve gelin önce birbirimize nerelerde hata yapıyoruz, onu tarayalım. Bu Avrupa Birliği'nin dayatması olmasın. Belki o zaman, nasıl bankayı hortumlayan bir Türk için “Şu isimli Türk bankayı hortumladı” diye yazılmıyorsa, Musevi asıllı biri dolandırıcılık yaptığında da “Musevi asıllı şu, şu kişiler dolandırıcılık yaptı” diye yazılmaz. Belki o zaman alfabede “Ali topu Agop’a at” diye yazıldığını görürüz. Hrant Dink, kendini nasıl tanımlıyor? Demokrat bir insan olmaya çalışıyorum. Türkiyeliyim, Türk değilim, Ermeniyim... Bildiğim bu benim... Kimliğinizi farklılıklar ve dışlamalar üzerinden kavramanızın sürecini anlatmanızı istesem... Gençliğimizde bütün sorunların çözümünü sınıfsal çözümde görüyorduk. Şu ya da bu cemaatin sorunlarıyla tek tek uğraşmanın bir anlamı yoktu. Ama bu sınıfsal hareket içindeyken gördük ki, biz aslında başka sorunlar da yaşıyoruz. Örneğin, bir sendika seçimine giriyoruz, kulislerde “ama o Ermeni” diye fısıldanıyor... Askere gidiyorsun, arkadaşların çavuş oluyor, sen olamıyorsun. O zaman anladık ki bu, sınıf hikâyesiyle çözülmüyor. O zaman da bu fısıldaşmaların altında yatanları gösterme isteği duymadınız mı? Ümidimiz hâlâ sol çözümdeydi. Ne zaman ki büyük darbe yedik, nasıl tekrar toparlanır, mücadeleye devam ederiz noktasında, kendi kendimizi sorgularken gördük ki sorunlar bir başka mecraya, kimliğe kaymış. Kürt, Ermeni, Alevi sorunları ortaya çıkmış, o zaman biz de etimizde kemiğimizde hissetmeye başladık. Sizce sınıf meselesi artık önemini yitirdi mi? Sınıf meselesi hâlâ var, ama başka sorunlar da var ve bu sorunlardan birinin çözümü diğerinin çözümü değil. Sadece kendi sorunlarınla ilgilenirsen de bir batağa saplanıyorsun, o zaman da demokrat kavramının kendisi çıkıyor ortaya. Türkiye’de azınlıkların sorununun çözülmüş olması neye yarar ki? Çok daha kötü olur... Heyecanlıydı, öfkeliydi, kırgındı . 301. madde ilk sanığını bulmuş, “Türklüğü tahkir ve tezyif”le suçlanmıştı. Hrant Dink “Ben bunu ırkçılık olarak algılıyorum” diyordu. Kırgınlığı yaratan da buydu. Tehditler alıyordu, ama burada kalmakta kararlıydı, bunu da solcu olmasına bağlıyordu... Onun için bir arada değil, yan yana yaşamaktı, esas olan... Yaşatmadılar. Böyle durumlarda geçmiş olsun denir ya, geçer mi gerçekten? Benim için geçmez. İnsanlar “Türklüğü tahkir ve tezyif”i nasıl anlıyorlar bilmiyorum, ama ben ırkçılık olarak algılıyorum ve böyle bir suçlamayı kabul etmiyorum. Belki de öncelikle 301. maddeyi yargılamalı... Ben, eğer bu ülkenin yurttaşıysam, kendi yurttaşlığımı da gerekirse tahkir ve tezyif edebilirim. Çünkü ben de bu ülkenin bir parçasıyım. Bu ifade özgürlüğü içinde görülebilir. O zaman da böyle bir ceza maddesi olmaz. Ama bu aşağılama etnik anlamdaysa, evet, bence böyle bir suç olmalı ve bence ırkçılık cezalandırılmalı. Böyle bir şey ifade özgürlüğü içine asla giremez. Ve siz, yazım Türkleri değil, Ermenileri hedef alıyordu, diyorsunuz. Evet, o yazıda hedef aldığım Türklük kimliği değildi. Ben Ermeni olarak Ermeni kimliğiyle uğraşırım, eleştiririm, iyiye gitmesini isterim... Türkiyelilikle de uğraşırım, çünkü onun bir parçasıyım, ama Türk kimliğiyle uğraşmam. Bu kimlikle bir Türk’ün uğraşması, kendini eleştirmesi ya da düzene sokması lazım. Dava konusu olan yazımda da, Ermenilere “Türk’e olan düşmanlığın senin kanını, kimliğini zehirliyor. Öfkeyle büyüyorsun, sağlıksızsın, at bu zehri içinden” diyorum. Şimdi, ben burada Türk kanı zehirli mi demiş oluyorum? Böyle algılanıyorsa, söyleyecek lafım yok! Sabiha Gökçen’in bir Ermeni yetim olduğunu yazmanız, arkasından Ermeni sorununun 90. yılı tartışmaları şimşekleri üzerine çekmenize yol açtı. Zaman zaman derdinizi tam anlatamadığınızı düşünüyor musunuz? Ben bir gazeteciyim ve hem Türkiye’nin, hem dünyanın en zor konuşulan konularından birinde entelektüel açılımlar sağlamaya çalışıyorum. Benim, Türklere ayrı, Ermenilere ayrı, yabancılara ayrı sözüm var. Canımı sıkan, bazen Ermenilere söylediğim şeylerden Türklerin, Türklere söylediklerimden Ermenilerin vazife çıkarması. Oysa ben her birine eleştirel yaklaşırım, her birinin kendi kafasını karıştırmak, o statükocu, siyah beyaz duruşlardan uzaklaştırmak, “Gri alanlar var, buraya gelin” demek isterim, benim yaptığım bu. BİR ARADA YAŞAMAK... 1915’in koşulları yeniden mi yaratılmış olur? Evet, aynı şey. Azınlıkların sorunu çözülmüş, öbürkülerin çözülmemiş olursa, çok haklı olarak Müslümanlar ortaya çıkar ve bunlara var da bize yok mu der. Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar diye boş yere denmiyor... Bir arada mı, yan yana mı, nasıl bir yaşam olmalı? Yan yana yaşamak her zaman için sorunsuz gibi görünür, birbirinin içine girmeden... Ulus devletin içinde de bu vardır. Ancak yan yana yaşamak devletlerin çıkarını, iç içe yaşama bireylerin çıkarını ön plana çıkarıyor. Ve bence birey devletten önemlidir... Tehdit alıyor musunuz? Uzun zamandır mail’le, telefonla tehditler alıyorum. Önlem alıyor musunuz? Kendi güvenliğimi alıyorum. Güvenlik kavramının kendisine de o kadar güvenmiyorum. Kendi ülkemde yaşıyorum ben. Diğer Ermeniler gibi sessizce hazır cennetlere gidebilirdim, ama kalmayı yeğledim. İyi ki solcu olmuşum, sanırım kalmama solcu olmam neden oldu. BEN BİR GAZETECİYİM Madde bir etnisite taşıyor, Türklüğü tahkir ve tezyif diyor... Evet. Etnik anlamda bir aşağılama suç sayılmalı, ama bu bir tek etnisiteyle olmaz. Bu ülkede sayısız etnik kimlik var. Türkü, Lazı, Kürtü, Ermenisi, Çerkezi, Rumu var. Böyle bir yasaya sadece Türklüğü koymazsın, ya hepsinin adını koyarsın ya da... Irkçılığa karşı eşit ve evrensel düzeyde bir ceza kanununu bence herkes benimser.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear