Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
PAZAR EKİ 16 CMYK 16 24 EYLÜL 2006 / SAYI 1070 Londra, İstanbul, Bolvadin: İYİ SENELER Esra Başıbüyük erkun Oya kendi hakkında konuşmayı, hatta gereksiz yere konuşmayı hiç sevmiyor. Sadece bir şey ürettiği zamanlarda ortalarda olmak istiyor ki kendince çok haklı. Bu yüzden röportaj sırasında sarf ettiği kelimeleri idareli kullanıyor. Bir araya gelme sebebimiz ilk film projesi, “İyi Seneler”. İşte kendine ve filme dair anlattıkları: Tiyatro , televizyon, oyuncu, yapımcı, oyun yazarı/yönetmen derken şimdi bir filme hazırlanıyorsunuz. Bir üçleme olacak değil mi? Evet, ama her ne kadar bir üçlemede olsa birbirini bütünleyen filmler değiller. Londra, Bolvadin ve İstanbul olarak üçe ayrılıyorlar. Aslında bu, meseleye biraz dışardan, biraz kendi içimizden bakıp, bizi toplam yarım saniye görmelerine rağmen hakkımızda fikir sahibi olan insanlara ne olupbittiğini gösterme isteği... Baktığınız mesele nedir? Kimlik, özellikle de Türk kimliği. Aslında kimlik, üç filmi birbirine bağlayan alt metin, yoksa her filmin ana teması farklı. İlk film sorumluluk duygusuyla birlikte gelen gerçek bir acı karşısında insanın durduğu yeri anlatıyor, o acıya nereye kadar sahip çıktığını, nereden sonra sırtından atacağını, nereye kadar kurban olduğunu, nerede bir katile dönüştüğünü... Bu filmi hem kendimde hem de çevremde dert olan bir konu üzerine çalışmak gibi görüyorum. Yoksa çocukken başıma gelmiş travmatik bir sebepten kaynaklanan ya da birebir politik fikir sunan bir film değil. Hâlâ derdinizi anlamadım desem... Her sabah uyanmam, kimliğimde de vatandaşlık hanesinde Türk, din hanesinde Müslüman yazması çıkış noktam. Kimlik; hele bizimki gibi bir kimlik, bazen bir ceset torbasının etiketi, bazen bir pelerin bazen de çevrendeki şeylere bakarken bir aidiyeti hissedip hissetmediğini gösteren bir kâğıt parçası. Açıkçası bunun bütün dünya insanları için geçerli olduğunu düşünüyorum, o aidiyetle nasıl başa çıktığı, nereye kadar yük gördüğü, nereye kadar kucağında taşıdığı önemli... B Siz? Galiba tarif yapmak güç, ama tek bildiğim ne Türk’ün dostu Türk, ne bir Türk on dünyalıya, 25 uzaylıya bedel, ne de olduğun şeyi ret etmek doğru. Ama, iyi bir mücver ve bir duble rakı çok doğru! Vize alırken bir ceset torbasının etiketi gibi geliyor kimlik. Bunlar çok da önemli mi? Değil! İnsan ayakkabısını bağlamak için eğilebiliyorsa, bir şekilde sürdürüyor hayatını, ama özellikle bahsettiğim o acı halinde ne yapıyoruz! Hani gerçekten başımıza çok kötü bir şey gelse ne kadar güçlü olabiliriz? Altı dakika önce sıkıntı ettiğimiz bütün o gündelik dertler neremize gider? Biraz o şükran duygusunu kazanmaya ihtiyacımız var sanırım. Üstelik bunu kim olduğumuzla barışık yapabilmek çok önemli. Yoksa öyle yabancı şükretmelerden bahsetmiyorum. Berkun Oya yazıyor, yönetiyor, ama aslına bakarsanız, o bir oyuncu. Defakto ve İnfoma’da, geçen sezonun ilgi gören oyunlarından “Yangın Duası”nda onun imzası vardı. Şimdilerde kimlik sorununu ele aldığı “İyi Seneler” başlıklı bir üçlemeye hazırlanıyor. Üçlemenin ilk filmi “İyi Seneler Londra”. Onu İstanbul ve Bolvadin izleyecek. Fotoğraf: UĞUR DEMİR Aslında oyunculuk eğitimi almış ama onu geriye atmışsınız. Oyunculuk eğitimi yönetmenliğinizi destekliyor mu? Tabii. Açıkçası hayatının on yılını planlayan bir adam olmasam da bu, stratejik olarak alınmış bir karardı. Eğer sinemaya bulaşacaksam tiyatro eğitimi almam, mizanseni, trafiği, oyunculuğu, oyuncu yönetimini, kurguyu, aklı ve aklı kullanmayı tiyatroda öğrenmem gerekiyordu. Bir metot değildi, “böyle olması şarttır” da demiyorum, ama bana göre öyleydi. Neden yazıyorsunuz, yazarken ayaklarınız yerden kesilir mi? Gerçi çok sağlam basıyormuş gibi görünüyorsunuz... Yok, hiç öyle bir şey yok. İnsan belli bir duygu yoğunluğu ya da ne boksa, onu hissettiği zaman yazıyor, ama işte bir terzinin gidip dükkânını açıp, günde iki pantolon, dört gömlek dikip ütülerini yaptıktan sonra, kepenklerini indirip eve gitmesi gibi bakmaya gayret ediyorum. Konservatuvarda Müşfik (Kenter) hocamızın söylediği de buydu. Ayrıca kafası çalışan biri, bir süre sonra görüyor bunu. Çünkü bu senin işin. Yazdığınız senaryoların sonuna nasıl ulaştınız? Nerede, “son budur” dediniz? Röportajda bir denge var, o denge tutmazsa ifaden alınmaya başlanıyormuş gibi hissetmeye başlıyorsun. Öyle mi hissettiniz? Yok, şu an öyle değil. Rahatım, ama senden hiç kaynaklanmayan sebeplerle ben o hale gelebilirim. Hemen hiç işlemediğim cinayetleri sahiplenebilirim, o kadar geriliyorum. Galiba şöyle bir şey o dediğin: İlk aklıma gelen, son oluyor. Her şeyden önce nasıl biteceğini buluyorum. Aslında bir sürü final bulup başını doldurmak için uykularımı kaçırıyorum. Sonra sıra, o onu nerden tanıyor, bunlar buraya niye geldiler sorularına geliyor. Yani hem teknik hem kurgusal hem de onu olduğu şey yapan duygusuyla ilgili binlerce sorunun cevabını bulmaya çalışıyorum... Peki, yazıyorsunuz, oynuyorsunuz, zamanı geliyor yönetiyorsunuz, bütün bunları neden yapıyorsunuz diye sormazlar mı? Saçlarımın her gün daha çok döküldüğünü, migrenimin de her gün azdığını olabildiğince daha az fark etmek için. [email protected] TIPKI BİR TERZİ GİBİ... Peki neden bu şehirleri seçtiniz, sebep ne? Hem bir sebebi var, hem de yok. Var olanlar... Aslında Kopenhang diye yazmaya başlamıştım, dilin ortaklığı ve orada daha konforlu alanlar yaratılması nedeniyle Londra oldu. Bolvadin’i seçmemin nedeni ise, Eber gölü ve kamış işçilerinin hikâyesi. Bir de mümkünse köydeki kahvenin TRT’den başka kanalı doğru çekmediği yerleri bulmak istiyorum... İstanbul final. Üç film de 31 Aralık, yani yılbaşı gecesine, saat 24’e ayarlı. Birbiriyle ayrı zamanlarda birbirini takip eden geceler gibi, bir bağlantı yok, hatta aralarında 35 yıl bile olabilir... Hangi zamanda geçiyor? Günümüzde. İstanbul’da biraz daha azınlık meselesi ve otorite var, şimdiden bahsetmenin belki de çok doğru olmayacağı başka şeyler.