25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

PAZAR EKİ 7 CMYK 8 EKİM 2006 / SAYI 1072 7 Bir mimarlık atölyesi Emre Arolat, Arolat Mimarlık’ta 17 yıl çalıştıktan sonra kendi şirketini kuran orta kuşak mimarlarımızdan. Emre Arolat Architects’in 28 projesini karşı karşıya ya da yan yana getirdiği serginin adı “...nazaran”. Bir atölye mantığıyla çalışan ekip, her projenin kendi sözünü oluşturmasından yana. Özlem Altunok Bu sergi şekli pek de alıştığımız bir form değil. “...nazaran” bir mimarlık ofisinin projelerini kendi içinde karşı karşıya ya da yan yana getiriyor. Türkiye’de yapıtlarının arkasında durup düşünsel anlamda tasarladığını savunan mimarlar sizce de az değil mi? Mimarlıkta güncel bir sorun olarak pratikle “akademia”nın kopukluğundan söz edilebilir. Aslında birbirini var eden, zaman zaman dolduruşa getiren, eleştiren iki sistem. Hiçbir mimar “sözünü” bağıra çağıra söylemez, ama son dönemde mimarlık metalaşan, üzerinden para kazanılan bir şey olmaya başladı. Bu da mimarlığı daha fazla ilgilenilen bir duruma soktu. Teorinin veya sözün önemi çok da gözetilmiyor ve mimarın ismi, yaptığı işin imgesi üzerinden konuşuluyor. Bizim yaklaşımımız ise her projenin kendi sözünü oluşturması. Bunu da ezberlenmiş bir dille değil, o konuya özgü geliyor. Bir ideal üzerine değil de, olabildiğince yaklaşılmış bir iyilik üzerine yürümek de denilebilir. Bu, biraz da sistemin içinden bir eleştiri öyleyse... Biz 2030 kişilik bir grubuz. Farklı düşüncelerle, ama neticede hepimiz bu dünyanın içinde varız ve “gösteri toplumu”nun içinde mimarlık yapıyoruz. Yapı yapmaya başladığımız anda, bu sistemin parçası haline geliyoruz. Bunun sürdürülebilirliğinin çeşitli yolları var, bunlardan biri de sistemi içinden eleştirerek yürümek. Peki mimarinin metalaştığı bir zamanda İstanbul'u nasıl görüyorsunuz? Müttefiklerimizin şekillendirdiği bir kent, diğer metropollerden çok da farklı değil. Belki biraz geç kalmış yapılarla dolu, ama biz çabuk dönüşebilen, aldığını içselleştirebilen bir şehirde yaşıyoruz. Bu yüzden bu durumu da çabuk sindireceğimizi düşünüyorum. Kent E AA, yani Emre Arolat Archictect, havalimanı, müze, konut, spor tesisi, alışveriş merkezi gibi farklı ölçek ve konularda proje üreten bir mimarlık atölyesi. Emre Arolat ve ekibi, mimarlığın ve tasarımın talep edilen bir fenomene dönüştüğü, bir yandan da üretmekte zorlandığı bir dönemde, Milli Reasürans Galerisi’ndeki “...nazaran” sergisiyle projelerini tartışmaya açıyor. Sergide birbirine benzemeyen, ama benzeme potansiyeli olan 28 proje, bir anlamda EAA’nın mutfağını görmek mümkün. Emre Arolat'la mimarlığın açmazlarını ve çözüm önerilerini konuştuk. Mimarlığın ilgi gördüğü, ama yeniden üretmekte zorlandığı bir dönem yaşadığını söylüyorsunuz sergi kataloğunda. Sergi, bu anlamda nasıl bir çözüm önerisi sunuyor? Dünya, bugün kendisinden memnunmuş ve insanlar kendi küçük alanlarında işlerini gerektiği gibi yürütüyormuş gibi görünüyor. Mimarlık da buna bağlı olarak çığır açıcı bir dönemde değil. Sermaye birikimi motivasyonlarıyla neredeyse sadece güzellik üzerine kurulu, derdini beğenilme ve hoşa gitme parametreleriyle sınırlandırmış bir durumda. Yani sürprizli, reddeden bir yapı yerine, olumlayan, olanı devam ettiren bir hali var. Bu sergi fikri de, bu tür düşünceleri konuştuğumuz günlerde ortaya çıktı. Bu ofiste yapılan işlerin en azından bu dünyada var olma motivasyonuyla sorgulayıcı bir yanı olduğunu düşünüyorum. Bize biraz EAA’daki yapıyı anlatır mısınız? EAA yeni bir firma, ama ben 1961’de annem ve babamın kurduğu Arolat Mimarlık’ta 17 yıl tasarımcı olarak çalıştım. Belki kuşak, görüş farkı, belki bir mecburiyet ya da faydacı bir tavır olarak da görülebilir, ama biz Arolat Mimarlık’ın metotlarıyla tasarlamak ve inşa etmekten uzak duruyoruz. Daha çok sesli, katılımcı, herkesin üretici olduğu bir ekip ortamı kurmaya çalışıyoruz. verilerin ayrıştırıldığı bir sistemle yapmaya çalışıyoruz. Sergide de bu yüzden birbirine hiç benzemeyen, ama benzeme potansiyeli olan projelerin aslında ne kadar ayrıştığını gösteren yapıları bir araya getirdik. Buna; tutarlılık adına benzer işler yapmayı reddederek, “durum”a özel yapı tasarlamak diyebilir miyiz? Doğru, ama bunu “nabza göre şerbet vermek” gibi algılayanlar da olabilir. Biçimsel üslubun oluşmaması bu işin avantajı aslında, çünkü sürekli sorgulayıcı oluyorsunuz. 15 yıl önce bir arkadaşım tasarladığım yapıları görünce bana ait olduğunu anladığını ve bunun bir imza haline geldiğini söylemişti. Bu övgü, beni dehşete düşürmüştü. Çünkü ben her konunun bir özü olduğuna inanıyorum; o zaman da hep aynı şeyi yapmamalısınız. Böylece biçim diliniz farklılaşabiliyor ve tutarlılık da o konunun ne istediğini kavramak anlamına sel dönüşüm projeleri de en azından girişim anlamında önemli projeler, ama dönüşümün bütün ayaklarının düşünülmesi lazım, bu da mimarlığın ötesinde bir şey. Bir insanı oturduğu yerden başka yere taşıyorsanız, bunun argümanlarını iyi hazırlamanız lazım. Sorun, işin sosyolojik boyutunu gözardı ederek, mimarlığın estetik değerleri veya çevreci söylemlerle çözülemez. Yani mimarinin toplumsallaşma sorunu... Son dönemde “iyi mimarlık”tan elitist bir talebin mimarlığı kastediliyor. Oysa mimarlık tarihinde çığır açıcı ürünlere baktığınızda, daha toplumsal motivasyonları olan yapılar karşımıza çıkar. Mimarlığın toplumsallaşması için en önemli etkenlerden biri toplumun geniş kesimi tarafından talep edilmesi ve o coğrafyaya ait bir stratejik bütün olması. Sergi 14 Ekim’e kadar görülebilir. 0 212 230 19 76 RESSAM, MİMAR, ARKEOLOG, GEZGİN... Albert Gabriel’in yeniden keşfi lbert Gabriel kimdir? 1972’de, BarsurAube’da sessiz sedasız ölen Fransız mimar ve arkeolog. Meslek yaşamının büyük kısmını Türkiye’de geçiren ve bu topraklardaki anıt arkeolojisinin kurucusu olarak bilinen Gabriel’in geçmişinde, yabana atılmayacak bir kişisel ve tarihsel miras saklı. Collège de France’ta hocalık yapan, Fransa Güzel Sanatlar Akademisi üyesi Gabriel, 19261930 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi kürsüsünün başındaydı, daha sonra Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nü kurdu, 193040 yılları arasında Anadolu ve İstanbul’daki önemli tarihi yapılar hakkında monografiler hazırladı, 1959’a kadar Türkiye’ye pek çok seyahat düzenledi, tarihi yapıların araştırılması, korunması ve restorasyonu üzerine pek çok çalışma yapıp raporlar hazırladı... Yapı Kredi Kültür Merkezi, Gabriel’in BarsurAube’daki 1973’ten beri kullanılmayan evinde, Pierre Pinon tarafından keşfedilen eserleri “Albert Gabriel: Ressam, Mimar, Arkeolog, Gezgin” başlığıyla sergiliyor. Gabriel’in Türkiye ağırlıklı çalışmalarını içeren sergide mimari çizimler, Amas A ya’dan Mardin’e, Bursa’dan Diyarbakır’a çektiği fotoğraflar, suluboyalar, cami, medrese desenleri ve kişisel eşyaları var. Aynı zamanda serginin küratörlüğünü üstlenen ve sergiye eşlik eden katalogda Gabriel’in yaşamını anlatan Pierre Pinon, kariyeri, herkes tarafından bilinse de, onun özel yaşamında ketum bir adam olduğunu söylüyor. İşte kanıtı: Huysuz, alaycı, bir bilginin evlenmemesi gerektiğini ileri süren çalışkan, bekâr bir adam. MİMARDAN ARKEOLOĞA, DELOS’TAN RODOS’A Albert Gabriel, babasının izinden giderek mimarlık eğitimi alsa da, mesleğinin ilk yıllarında daha çok arkeolojik kazı şantiyelerinde çalışır. Yunanistan’da Delos kazısına katılır, bir yandan da Epir, Rodos, İstanbul, İznik, Bursa’yı gezer ve gittiği her yerde suluboya resimler yapar. 1911’de Rodos surlarını inceleme görevini üstlenir. Bu dönemde Türkiye’deki araştırmalara duyduğu ilgi iyice belirginleşir. 1914’te Paris Üniversitesi’nden tarih ve coğrafya alanında lisans diploması alır. Yunan evlerinin tipolojik incelemesi, Rodos surları üzerine çalışmalarını sürdürürken sanat tarihi doçenti olur, 1925’e kadar Caen Üniversitesi’nde ders verir. 1926 Gabriel için bir dönüm noktası olacaktır; İstanbul’da kurulacak Fransız kürsüsünün başına geçmesi teklif edilir ve 1926’dan 1930’a kadar İstanbul’da öğretmenlik yapar. 1930’dan itibaren Anadolu’daki İslami yapıların dökümünü yapmaya başlar. Kütahya, Afyon, Sıvas, Tokat, Konya, Bitlis, Silvan, Nusaybin, Harran, Halep’e uzanır. Çalışmalarını Selçuklu ve Artuklu mimarisiyle sınırlı tutmaz, Osmanlı saraylarının ve Yedikule Zindanları’nın rölövelerini çıkartır. 1930’da İstanbul Arkeoloji Enstitüsü’nün kurulmasıyla, müdür olarak atanır. İran ve Irak’ı gezer. 1936’da Frigya’da araştırma kazılarına başlar. Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün olağan üyesi, Türk Tarih Kurumu’nun onur üyesi, Güzel Sanatlar Akademisi’nin dış üyesi olur. 1941’de College de France’ın “Müslüman Doğu Sanatları Tarihi” kürsüsüne başvurur. Komünist olmakla suçlansa da kürsünün başına getirilir. 1946’da Rodos, Frigya ve Bursa’daki çalışmalarına geri döner, makaleler yazar, konferanslar verir... College de France’dan emekliye ayrıldıktan sonra, 1956’da Fransa’ya kesin dönüş yapar. Bu sakin yıllarında önce Türk mimarisi hakkında sentez makaleleri yazar. Alanında otorite olduğu halde, çok geçmeden konferans ve kolokyum davetlerini “Neye yarar ki?” diye geri çevirir. İstanbul’un ilk nazım planının hazırlayıcısı Henri Prost, Gabriel’i “Fransa’nın Türkiye’deki gerçek büyükelçisi” olarak tanımlamış. Cenazesine katılan tek resmi temsilcinin Türkiye’nin Paris büyükelçisi olması da bunu kanıtlar gibi... Sergi 11 Kasım’a kadar Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear