Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
TEKNOLOJİPOLİTİK Baha Kuban LUTHER’DEN PAPA FRANCİSCUS’A Önce Matbaa, şimdi de İnternet “Tanrı’nın Lütfu” Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir habere göre Papa Franciscus, internetin Tanrı’nın bir lütfu olduğunu belirtmiş (Cumhuriyet, 24 Ocak 2014). Ayrıntıya bakılırsa ruhani lider, “iletişim günü sebebiyle yayımladığı bir mesajda, internet insanları buluşturma ve dünyalarını sağlama bakımından büyük imkânlar sunabiliyor. Bu iyi bir şey ve Tanrı’nın bir lütfu” ifadesini kullandı. Sıradan haber gibi görünen bu söylemin altında derin bir tarih gerçeği yatmaktadır. Ben hemen Protestanlığın kurucusu Luther’le papanın söylemi arasında bir bağ kurdum ister istemez. Her iki liderin kendi dönemlerinin en hızlı iletişim araçlarından birinin matbaayı, ötekinin interneti vurgulaması beni pek şaşırtmadı, çünkü Luther de düşüncelerinin kısa sürede bütün Almanya’da ve Avrupa’da yayılmasını olanaklı kılan matbaayı, “Tanrı’nın bir lütfu” olarak kabul etmişti. XV.yüzyılın ortalarında bulunan matbaa bütün gelişmelere damgasını vurdu. Din savaşlarının kızışması ve Protestanlığın yayılmasında da başlıca rolü oynadı. Sözgelimi 1517 – 1520 yıllarında yani Protestanlığın çıkışı sırasında Luher’in 30 eseri, 300.000 nüsha basılmış iki hafta içinde Almanya’nın her tarafına ulaşmıştı. Avrupa kamuoyu ilk kez bu iletişim aracı sayesinde, devrimci düşüncelerin kitleleri bu denli harekete getirdiğini görüyordu. Protestanlık, “matbaanın nimetlerinden yararlanan” ilk din, ilk büyük dinsel akım oldu. Protestanlar basılıp dağıtılan yayınlarla halk desteğini sağlamaya çalıştılar. Reform yanlıları kitlelere ulaşmak için tekniğin bütün olanaklarından yararlanmasını bildiler. Kullandıkları yöntem günümüze kadar geçerli olmuştur. Reformun öncüsü Luther de, matbaayı düşüncelerinin bu kadar hızlı yayılmasına katkıda bulunduğu için Tanrı’nın bir lütfu olarak kabul ediyordu. Tıpkı günümüzdeki papa gibi. O, matbaayı “dünyanın sönmesinden önce son ışık” olarak niteler. Luther’in Wittenberg kilisesinin kapısına astığı ünlü 95 maddelik tezinin de matbaada basıldığı söylenir. baha.kuban@gmail.com Mark Twain, 1906’da yayınlanan “Otobiyografimden Bölümler”de (North American Review dergisinde), sayılarla arasının bozuk olduğundan sözederken, 19. Yüzyıl İngiliz Başbakanı Benjamin Disraeli’ye atıfla, başlıkta yeralan meşhur deyişi de ortaya atar. Zeki Arıkan Dahası Luther, o kargaşa ortamında Hıristiyanların tepkilerini başka yöne çevirmek için Türklere karşı yazdığı eserleri de bastırıp dağıtılmasını sağlıyordu. Bu yayınlar, Türk tehlikesini olduğundan fazla abartıyor ve sonuçta Türk düşmanlığını geniş kitlelere yayıyordu. XVI. yüzyıl Türk tehlikesine karşı bütün Avrupa’yı birleşmeye çağıran kitap ve broşürlerle doludur. Romanyalı tarihçi ve kütüphaneci TÜRK TEHLİKESİ: 2.600 ESER VAR Carl Göllner, bu konuda kütüphanelerde kayıtlı 2.600’ün üzerinde eser belirlemiştir. Matbaa, Osmanlıların Balkanlar’ı aşıp Orta Avrupa’ya doğru ilerlediği sırada icat edildi. Bu yeni buluş Türkler arasında herhangi bir ilgi uyandırmadı. Fatih’in matbaayı almak istediği fakat ulemanın bunu engellediği söylentisi hiçbir esasa dayanmaz. Eğer isteseydi, onun büyük bir öfke ve kızgınlık duyduğu ulemaya bunu kabul ettirmesi işten bile değildi. Kaldı ki matbaanın içinde barındırdığı devrimci tohumu henüz kimse fark etmiş değildi. İncil’in Almancaya çevrilmesi, diğer dinsel metinlerin de halk diliyle basılıp yayılması matbaayı daha etkili kılıyor ve Protestanlığı güçlendiriyordu. Buralarda ulusal dillerin doğup gelişmesine önemli bir katkıda bulunuyordu. Bu son derece kalıcı sonuçlar doğurdu. Protestan ahlakının doğup gelişmesini etkiledi ve kapitalizm, Max Weber’in deyişiyle yepyeni bir sürece girdi. Matbaa, Hıristiyan birliğinin parçalanmasında öncü bir rol oynadı. Daha sonra Katolikler de Protestanlar gibi matbaadan yararlanma yoluna gittiler. Batı dünyası, teknik gelişmeleri İncil’e aykırı bulmadı. Oysa Doğu, Batı’daki her gelişmeyi hiç ilgisi olmadığı halde Hıristiyanlıkla özdeş tuttu. Bunların kabulü yani dine aykırı olmadığını kanıtlamak için kesinlikle fetvaya gerek duyuldu. Ta Cumhuriyet dönemine kadar. Nitekim şapka, vaktiyle Enver Ziya Karal’ın belirttiği gibi Türkiye’ye fetvasız girdi. Tarihçiler, matbaanın Reform açısından oynadığı rolü son yıllarda sezdiler. Özellikle Lucien Febvre, Rabelais’nin inancını sorgulayan eserinde buna yer verdi. Ancak matbaanın Hıristiyan reformu üzerinde oynadığı büyük büyük payı geniş ölçüde açıklayan da Amerikalı tarihçi Elizabeth L.Eisenstein oldu. Onun The Printing Revolution in Early Modern Europe (1983) başlıklı eseri örnek bir çalışmadır. Defalarca basılmış ve birçok dillere çevrilmiştir. Fernand Braudel ise matbaanın ürettiği kitapların Yeni Dünya’ya, Balkanlara, Anadolu’ya kadar çok geniş bir alana “ihraç” edildiğini belirtir. Sonra Protestanların da Katoliklerin de bu teknik buluşu kendi hizmetlerine soktuklarını vurgular. Türkiye, matbaayı üç yüz yıllık gecikmeyle aldı. İnterneti almakta pek geç kalmadı. Şimdi ise onu sınırlamakla uğraşıyoruz. Yalanlar, Kuyruklu Yalanlar ve İstatistikler Disraeli’nin külliyatını tarayanlar bu sözlere hiçbir yerde rastlamazken, Twain’in muzırlıklarına aşina olanlar bu lafı onun uydurduğu konusunda tabii ki hiç kuşku duymazlar. Mark Twain’in şakaları bir tarafa, sayıların güçsüz ya da düpedüz yanlış savların desteklenmesinde kullanılmasının pek çok yaratıcı olmayan örneğini görülmüştür. Tabii Dünya Enerji Konseyi (IEA) ve onun yayınladığı ‘Dünya Enerji Görünümü (World Energy Outlook)’ adlı yıllık yayımlanan rapora gelince işler değişiyor. Tüm dünyada hükümetlerin, enerji alanı araştırmacılarının yanısıra akademisyenlerin de yaygın olarak kullandıkları enerji alanı senaryolarının yer aldığı bu rapor, enerji profesyonelleri tarafından global enerji sektörünün yol haritası olarak da kabul edilir. İşaret edilmesi gereken diğer bir nokta, Dünya Enerji Ajansı IEA’nın piyasada yerlerini hızla genişleten yenilenebilir enerji teknolojilerine yeterli ilgiyi göstermediği savıdır. IEA’nın fosil yakıt lobilerinin ‘meşrulaştırma’ organizsayonu olduğunu iddia eden daha radikal görüşlerin bulunduğunu da belirtmeliyiz. Bunlar epeyce uzun zamandır dile getirilen görüşler ve yenilenebilir enerji teknolojilerinin gelişimini izlemek ve desteklemek üzere IRENA adlı yeni bir Yenilenebilir Enerji Ajansı’nın neden kurulduğunu da kısmen açıklamaktadırlar. Enerji ve iklim alanlarındaki dünyaca meşhur danışmanlık firması Ecofys’in araştırmacıları Rolf de Vos ve David de Jager, IEA ‘yı bu kez suçüstü yakalamış gibi görünüyorlar. Kendileri de IEA’nın birçok çalışmasında yer almış olan Vos ve Jager, 15 Mart 2014’de Energy Post’da yayınlanan yazılarında, IEA’nın yenilenebilir enerji tahminlerinin 2006’dan itibaren istikrarlı olarak düşük çıktığına ve daha da ilginci, makul hiçbir neden gösterilmeden 2020’den itibaren büyüme hızlarının düşeceğinin varsayıldığına işaret ettiler. Ecofys’in araştırmacıları, öncelikle IEA ‘nın ‘Dünya Enerji Görünümü’ senaryolarındaki yenilenebilir enerji paylarının, 2006 ile 2013 arasında her yıl, gerçek değerlerinden düşük çıktığını ve bu istikrarlı ‘yanlışın’ düzeltilmediğini belirtiyorlar. Ecofys’li araştırmacılardan bağımsız olarak, Norveç güneş enerjisi sektöründen Terje Osmundsen, yıllardır aynı soruna (!) dikkat çekiyor. Osmundsen, ‘Energy Post’ta 4 Mart 2014’de çıkan yazısında, IEA’nın Dünya Enerji Görünümü raporunda fotovoltaik elektrik üretim maliyetlerinin, bugün piyasada rastlanan bilinen maliyetlere göre 2 misli (% 100) yüksek kabul edildiğini gösteriyor. Osmundsen, IEA’nın senaryolarında, gerçekte 2010’dan beri yılda yaklaşık % 25 büyüyen fotovoltaik sektörünün 2014 büyüme rakamının IEA’nın “Yeni Politikalar” senaryosu tarafından ‘negatif‘ olarak öngörüldüğünü şaşkınlıkla kaydediyor. “Dünya Enerji Görünümü” 2013 raporunun 5.4 ve 5.5 numaralı tabloları, 2035 yılına kadar tam 23 yıl boyunca, fotovoltaik sektöründe yıllık ortalama kapasite artışını 26 GW şeklinde öngörüyor! Artık pes demekten başka bir söz gelmiyor akla, zira mevcut değerler ve gerçekçi tahminler 2 ya da 3 misli yıllık kapasiteler öngörüyor. Fotovoltaik teknolojileri ve piyasasının gelişimi konusunda gözlenen sorunların rüzgâr başta olmak üzere diğer yenilenebilir sektörlerimde de de yaygın olduğu belirtilmiş. Temel problem bu saygın uluslararası kurumun, yukarıda belirtilen ısrarlı ‘yanlışı’ yapmakta neden ısrar ettiği. IEA ve onun yayınladığı ‘Dünya Enerji Görünümü’ raporu, iklim değişikliği ile mücadelede yenilenebilir enerji teknolojilerinin paylarının artması gerektiğine bol bol vurgu yaparak methiyeler düzerken, aynı raporda yer alan senaryolarda bu katkının olası ölçeğinin küçümsenmesi, en azından ciddi bir tutarsızlık olarak değerlendiriliyor. Osmundsen, IEA’nın tavsiyelerine kulak verebilecek hükümetleri uyarıyor! Örneğin fotovoltaik teknolojilerinin yaygınlaşması için geliştirilecek politikaların maliyetleri, IEA senaryolarında gerçek maliyetlerden çok daha yüksek akıl almaz değerlere ulaşıyor. Güneş enerjisi alanında politika geliştirme niyetinde samimi olan hükümetlere duyurulur ... CBT 1410 15 /28 Mart 2014