Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
EŞİTSİZLİK KADER DEĞİL, KÜLTÜREL VE SİYASAL BİR TERCİH Eşitsizlik Çağı Dünya nüfusunun en zengin %1’i dünyadaki gelir kaynaklarının büyük bir kısmının yönetimini ele geçirmiş durumda. Dolayısıyla eşitsizlik siyasi açıdan çok vahim sorunlara yol açıyor. Ancak eşitsizlik toplumsal ve bireysel açıdan bir sorun mu? Süper zenginler kimlerdir? Eşitsizlik nasıl evrilmiş olabilir? İnsanlar niçin hep daha fazlasını ister? Hepsinden önemlisi, eşitsizlik sağlığımız nasıl etkiliyor? W all Street’i İşgal Et* hareketi, “Biz % 99’uz” sloganı ile ABD nüfusunun % 1’inin, kaynakların % 40’ının kontrolünü ele geçirmiş olduğuna dikkat çekiyor. Peki bu süper zenginler kimdir? Dünya bugün hiç olmadığı kadar fazla sayıda milyardere sahip. Forbes isimli dergiye göre bunların sayısı 1226’yı buluyor. Ancak bu % 1’lik kesi me dahil olmak için milyarlara sahip olmanız gerekmiyor. 2010 yılı itibarıyla ABD’de vergi öncesi yıllık kazancı 350.000 dolar, İngiltere’de ise 149.000 Sterlin’i bulanlar, % 1’e girme şansını yakalıyor. Ancak önemli olan bu kişilerin ne kadar zengin olduğu değil, diğer insanlara göre ne kadar zengin oldukları. Son yıllarda zenginlerin kazançlarının artması, buna karşın düşük gelirlilerin ücretlerinin giderek azalması, zenginyoksul arasındaki uçurumu iyice açmış durumda. 20. yüzyılın başlarında kaynaklar benzer şekilde yine azınlığın elinde toplanmıştı. Bunların çoğu rantiye dediğimiz miras yoluyla zengin olanlar ve toprak sahipleriydi. O tarihten sonra en azından ABD, İngiltere, Kanada ve Avustralya’da en zenginlerin gelirden aldıkları pay U şekilli bir eğri çizmeye başladı. Büyük Bunalım’dan ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra düşüşe geçen eğri, 1970’li yılların sonlarına doğru plato yaptı. Son 30 yıldır da tırmanışta. Dahası bu % 1’i oluşturanların yapısı da tümüyle değişti. Bugün en zenginlerin pek çoğu artık rantiye değil; ya girişimci ya da üst düzey yönetici. Örneğin İngiltere’de bunların üçte ikisini finans sektöründe çalışanlar, ABD’de üçte birini şirket yöneticileri, % 14’ünü finans sektöründe , % 16’sını ise sağlık sektöründe çalışanlar oluşturuyor. Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nden ekonomist Emmanuel Saez’e göre toplam olarak ABD’de en zengin % 1, ulusal gelirin beşte birini evine götürüyor. En tepedeki zenginlerin gelirlerinin niçin bu kadar artış gösterdiği konusu tarışmalı olmakla birlikte, küreselleşme ve teknolojinin etkisinin önemli bir rolü olduğu tartışmasız kabul görüyor. Saez, sosyal kavramlardaki değişikliklerin de bunda etkili olabileceğini söylüyor. Bir zamanlar yönetici ücretlerindeki artışlara getirilen üst sınırın son günlerde kaldırılmış olmasının, zenginyoksul arasındaki adaletsizliği iyice derinleştirdiğine dikkat çekiyor. Küresel açıdan bu %1’lik kesimin öneminin de değiştiği görülüyor. Dünya nüfusunun daha yoksul olan yarısı, dünya zenginliğinin yalnızca % 1’lik bir payına sahip. Örneğin ABD’de yılda 350.000 dolar tutarında bir gelirle % 1’in arasına giren bir kişi, dünyanın en zengin %1’ine dahil olabiliyor. Bu da o kişinin kazancının dünya ortalamasının 300 katı olduğu anlamına geliyor. Bu dramatik rakamlar, en zenginlerle diğerlerinin arasının iyice açıldığının net bir göster % 50’NİN PAYI YALNIZCA %1 S Daha fazla para=mutluluk denklemi doğru mu? ZENGİNLİK EĞRİSİ osyal bilimlerin en tartışmalı paradokslarından biri, daha fazla paranın daha fazla mutluluk getirmeyeceği bilindiği halde, insanların daha fazla para kazanmak için olağanüstü çaba sarf etmeleridir. Önce birkaç hatırlatma. Çok az para kazanan insanlar daha fazla kazanmaya başlayınca daha mutlu olur. Bu kesindir. Ancak ABD’de yapılan geniş bir kamuoyu araştırması, daha fazla gelirin mutluluk üzerindeki etkisinin yıllık gelirin 75.000 doların üzerine çıktığı durumlarda iyice azaldığını gösteriyor. Unutmamalı ki 75.000 dolar, % 1’lik kesime dahil olmak için yeterli bir miktar değildir. Bu arada daha fazla paranın insanları daha mutsuz kıldığına ilişkin veri de söz konusu değildir. Her şeye karşın kesin olan, çok zenginlerin sonsuza dek servetlerini artırmaya çalışmasıdır. Bunun nedenleri insanları şaşırtacak kadar basittir: gesi. % 1’lik kesim yalnızca maddi zenginliğin zirvesinde değil, gittikçe derinleşen bir uçurumun kıyısında da geziniyor. *Wall Street’i İşgal Et (İngilizce: Occupy Wall Street), 17 Eylül 2011’de New York‘ta, ABD’nin finansal kalbi Wall Street‘te, Kanadalı aktivist grup Adbusters tarafından başlatılan halk eylemleri ve toplumsal hareket. Eylemler barışçıldır ve eylemcilerin çoğunluğunu eğitimli gençler oluşturmaktadır. Amacı sosyal eşitsizliği ve şirketlerin ABD yönetimi üzerindeki nüfuzunu protesto etmektir. Kaynak: Vikipedia Türkçesi: Reyhan Oksay Kaynak: New Scientist, 28 Temmuz 2012 Eşitsizliğin evrimi 5000 yıldır insanlar, ayrıcaklı bir azınlığın egemenliği altındaki topluklarda yaşamaya alışkındır. Ancak bu her zaman böyle değildi. On binlerce yıllık bir süreçte, eşitlikçi, avcıtoplayıcı topluluklar çok yaygındı. Ve antropolojik araştırmaların pek çoğunun ortaya çıkardığı gibi, insanoğlunun “zenginlik, sosyal statü ve sosyal güç hiyerarşisinin” geçerli olduğu topluluklarda düzen tutturmasından çok daha önce, bu gruplar herhangi bir bireyin veya grubun daha fazla statü, yetki ve zenginliğe sahip olmasına engel olmak için çok sert önlemler almışlardı. Bu süreçte karar alma mekanizmasının yönetimi tek bir merkezde toplanmamıştı ve liderlik koşullara bağlı olarak sık sık el değiştiriyordu . Ayrıca şef, başkan, reis gibi yöneticiler yoktu. Bireyler arasında arada sırada çıkan kanlı kavgaların dışında, gruplar arasında planlı ve organize çatışmalar söz konusu değildi. Özel mülkiyet kavramı henüz icat edilmediği için bölgesel savunmaya gerek duyulmuyordu. Bu dönemde geçerli olan sosyal normlar, kadın/erkek rollerini de doğal olarak etkiliyordu; kadınlar da ciddi biçimde üretken oldukları için erkekler kadar güçlüydüler. Evlilikler tipik olarak tek eşliydi. CBT 1327/ 10 24 Ağustos 2012 Günlük uğraşların odak noktası hayatta kalma çabalarıydı. Bu küçük ölçekli göçebe toplulukları yiyecek stoku yapmıyordu. Avcılık faaliyetlerinin ne kadar tehlikeli olduğu düşünüldüğünde avdan her zaman eli dolu dönülemiyordu paylaşma ve işbirliği herkesin yeterli ve eşit miktarlarda yemek yemesini garantilemek için gerekliydi. Diğerlerine hükmetme girişimleri veya ortak avdan da Peki, insanoğlu kurumsal eşitsizlik çağına nasıl adım attı? Yüzyıllardır tartışılmakta olan bu soruya JeanJacques Rousseau’nun 1754 yılında verdiği yanıt şöyleydi: Eşitsizlik, özel mülkiyetin piyasaya çıkmasıyla başladı. 19. yüzyılın ortalarında Karl Marx ve Friedrich Engels, kapitalizm ve kapitalizmin sı EŞİTSİZLİĞİN KURUMSALLAŞMASI 20. yüzyılın ortalarına doğru yeni bir teori güç kazanmaya başladı. Aralarında Julian Steward, Leslie White ve Robert Carneiro’nun da bulunduğu atropologlar, şu senaryonun doğruluğuna inanıyorlardı: Nüfus artışı , insanların daha fazla yiyeceğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu. Dolayısıyla insanlar tarıma yöneldiler. Bunun sonucunda insanlar ihtiyaçlarından fazla yiyece HİYERARŞİNİN ORTAYA ÇIKIŞI Stanford ekibinden Deborah Rogers eşitsizliğin bugüne kadar olan evriminden yola çıkarak şu değerlendirmeyi yapıyor: “Hiyerarşik yapının kökeni, primat atalarımızın sosyal davranışlarına uzanıyor olsa da, en uyumlunun hayatta kaldığı sosyal yapı insanoğlunun kaderi değildir. Eşitsizlik var diye eşitsizliğin şöyle ya da böyle yararlı olduğunu kabul etmek zorunda değiliz. Eşitlik –veya eşitsizlik kültürel bir tercihtir.” CBT 1327/ 11 24 Ağustos 2012 HAYATTA KALMAK İÇİN İŞBİRLİĞİ VE PAYLAŞIM ha fazla pay kopartma çabaları ya aşağılanıyor ya da cezalandırılıyordu. (Açgözlülük ve kurnazlığın bugün olduğu gibi ödüllendirilmiyor olması, bu toplulukların bizden daha uygar olduklarını göstermiyor mu! ÇN) Sosyal antropolog Christopher Boehm, primat atalarımızın eşitliği altın kural haline getirerek, hiyerarşik girişimleri sindirdiklerini ve böylece insan evriminin yolunu açtığını ileri sürüyor. Bu yaklaşım, birbirinden kopuk yaşayan, işbirliğine dayalı sosyal dayanışmayı benimseyen bu küçük insan gruplarının dünyaya açılarak yeni yerleşim alanlarına göç etmelerini sağladı. Kısaca insan oğlunun hayatta kalma başarısını göstermesinde kilit rol oynadı. nıf mücadelesi ile olan ilişkisine odaklanırken, 19. yüzyılın sonlarına doğru sosyal Darwinistler, bir toplumun doğal düzene uygun olarak sınıflara ayrıldığını ileri sürüyordu. İngiliz filozof Herbert Spencer’ın deyimi ile “en uyumlunun hayatta kalması” bu hiyerarşinin çıkış noktasıydı. ğe sahip oldular. Buna bağlı olarak yöneticilere ve uzmanlara ihtiyaç duydular. Sonuçta sosyal sınıflar ortaya çıktı. Bu arada doğal kaynakları tüketmeye başladılar. Yeni kaynaklar bulmak için uzak ülkelere yöneldiler. Bu genişleme, çatışma ve fetihleri beraberinde getirdi. Fethedilen topraklarda yaşayanlar alt sınıf olarak görüldü. Son yıllardaki açıklamalar bu fikirler üzerine inşa edildi. Görüşlerden birine göre geniş topraklara sahip olan bazı bireyler sosyal basamakları hızla tırmanmaya başladı. Bunun için önce ziyafetler ve hediyelerle gözler boyandı; daha sonra doğrudan baskı uygulanmaya başladı. Antropolog Peter Richerson ve Robert Boyd, grup düzeyinde daha gelişmiş işbirliğine ve iş bölümüne sahip kompleks toplulukların daha eşitlikçi ve daha basit topluluklardan daha hızlı geliştiğini söylüyor. Diğer antropologlar ise daha mekanik bir bakış açısına sahip. Bunlar eşitsizliğin ortaya çıkmasıyla –eşit olmayan kaynak dağılımının bazı aileleri diğerlerinden daha avantajlı konuma getirmesi gibi toplumda sınıflaşmanın daha yerleşik bir hale geldiğini ileri sürüyor. Bunlara göre tarımın ve ticaretin gelişmesiyle özel mülkiyet, miras ve daha geniş ticaret ağları yaygınlık kazandı. Bu varsayımlar ne yazık ki eşitliğin geçerli olduğu toplumların eşitsizliğin baskın olduğu topluluklara niçin boyun eğdiğini tam olarak açıklamıyor. Sınıfsal bir yapıya sahip olan toplulukların yaygınlaşması ile ilgili varsayımlar, eşitsizliğin inovasyonu tetiklediği, bireysel yetenekleri ortaya çıkarttığı ve sonuçta hayatta kalma şansını arttırdığı iddiası üzerine kuruludur. Peki ya bunun tam tersi geçerliyse? Stanford Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi’nden Deborah Rogers, Omkar Deshpande ve Marcus Feldman’ın birlikte yürüttüğü bir demografik simülasyon deneyi, herkesin ortak kaynaklardan eşit olarak yararlanamamasının, top EŞİTSİZLİĞİN TOPLUMSAL ETKİSİ lumlara yarar yerine zarar verdiğini ortaya çıkardı. Özellikle denge içindeki ortamlarda eşitsizliğin, bazı grupların yok olmasına ve dengenin bozulmasına yol açtığı görüldü. Stanford simülasyonunun ortaya çıkardığı olgu şuydu: Eşitsizliğin dengeleri bozması, düşünülenin aksine, sınıfsal toplumların daha fazla kaynağa erişmek için göç etmelerine yol açıyordu. Bu göçlerin, gerçek dünyada olduğu gibi eşit dağılımın geçerli olduğu daha dengeli toplumlara yönelik olması, tarihte de tanık olduğumuz savaşların ve kanlı fetihlerin çıkış noktasıydı. Başka bir deyişle eşitsizliğin bir gruptan diğerine hastalık gibi bulaşmasının nedeni, hayatta kalmak için daha iyi bir sistem olması değil, demografik dengesizlik yaratmasıydı. Eşitsizlik göçleri tetiklediği için daha eşitlikçi toplulukların kültürel veya fiziksel olarak yok olmasına yol açıyordu. Stanford ekibi şimdi doğal seçilimin eşitliğin geçerli olduğu toplumlarda, eşitsizliğin baskın olduğu toplumlara göre farklı sonuçlar doğurup doğurmadığını araştırmaya hazırlanıyor. Eşitlikçi toplumlarda seçilim, grup seviyesinde işbirliği, yardımlaşma ve düşük doğurganlık hızı yönünde işlerlik kazanırken –bu da daha dengeli bir toplumun altyapısını oluşturuyor , eşitsizlik birey seviyesinde yüksek üreme hızı, rekabet, saldırganlık ve diğer bencil özelliklerin artış göstermesine yol açıyor olabilir. İnsanların içinde bulundukları koşullarda mutlu olmaları için sahip olduklarını, başkalarının sahip olduklarıyla mukayese etme dürtüsünden vazgeçmeleri gerekir. Bu mukayese her boyuttadır. Örneğin cazibe, zekâ, boy uzunluğu kilo ve en önemlisi mal varlığı.. Yazar H. L. Mencken dediği gibi “Zengin insan, karısının kızkardeşinin kocasından 100 dolar daha fazla kazanan insandır.” Başka bir deyişle kazancımızın bizi mutlu etmesi, ne kadar kazandığımıza değil, bizimle eşit konumda olanlardan ne kadar fazla kazandığımıza bağlıdır. Daha fazla servete sahip olmak için ihtiyacımız olan motivasyonun kaynağı, başkalarının bizden daha fazla kazanmasından rahatsızlık duymaktır. İlginç olan bu mukayese etme dürtüsünün, gelir spektrumunun iki ucunda da geçerli olmasıdır. Örneğin ABD’de asgari ücrete yapılacak artışlara en fazla karşı çıkan kesim, asgari ücretin biraz üzerinde geliri olan insanlardır. Niçin? Çünkü eğer asgari ücret artarsa, bu insanlar en alt düzeyde kalacaklar ve kendilerini üstün hissetme olanakları ellerinden alınacaktır. Parayı, hayatın diğer önemli sayılan değerlerinden ayıran bir özelliği daha vardır. O da sayılabilmesidir. Bir insanın geçen yıla göre bu yıl daha başarılı olduğunu nasıl anlayabiliriz? Örneğin “Bu yıl hayatım daha anlamlı bir hale geldi” dediğimizde, bu anlamı bir ölçek üzerinde değerlendiremeyiz. Oysa ücret, somut bir şekilde ölçülebilir ve kıyaslanabilir. İşte bu nedenle insanlar daha büyük evler, daha geniş ekranlı televizyonlar ve daha pahalı otomobiller alır. Bilimsel çalışmalar tersini kanıtlamakla birlikte pek çok insan daha fazla paranın daha büyük mutluluk getirdiğine inanıyor. Örneğin Kanada’daki University of British Columbia’da yürütülen bir araştırmada, yılda 25.000 dolar kazananlar, 55.000 dolar kazanmaları durumunda iki misli mutlu olacaklarını belirttiler. Ancak iki ayrı gelir düzeyindeki deneklerden, 1’den 10’a kadar olan bir ölçek üzerinde yaşantılarındaki tatmin düzeyini değerlendirmeleri istendiğinde, 55.000 dolar kazananların, diğer gruptan yalnızca %9 daha mutlu oldukları izlendi. Bu şaşırtıcı gelmemeli, çünkü geçmişte daha az kazandığımız fakat daha mutlu olduğumuz günleri hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayız. Bir diğer önemli olgu da zenginlerin sahip oldukları parayı mutluluğa dönüştürmekte daha donanımlı olmalarıdır. Yapılan araştırmalar, insanların para ile mutlu olmaları için, günlük yaşamın dışında uğraşlar edinmelerinin gerekliliğini ortaya koyuyor. Bu sıra dışı işlerin başında parayı kendileri için değil, başkaları için harcamak geliyor. Bir insanın elindeki parayı kendisi için harcaması mutluluk getirmez, ancak kısa süreli bir tatmin sağlar. Oysa başkaları için harcamak –bağışta bulunmaktan bir arkadaşa kahve ısmarlamaya kadar kadar uzanan spektrumda parayı mutluluğa dönüştürmenin en etkin yoludur. KIYASLAMA YAPMA DÜRTÜSÜ PARA SAYILABİLİR DAHA İYİSİNİ BİLMİYORUZ! KÜLTÜREL BİR TERCİH OLARAK EŞİTSİZLİK VE EŞİTLİK