Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
“Kanaat önderi” imamlar ve ilahiyatçılar Türkiye’de hep İmamHatip Liseleri tartışma konusu oldu, buna karşılık İlahiyat Fakülteleri hiç mercek altına yatırılmadı. Oysa İHL öğrencilerini eğiten öğretmenlerin yetiştiği kurumların da tartışılması gerekirdi. İlahiyat fakülteleri gerçekten bilimsel bilgi ve anlayış kazandıran üniversiter kuruluşlar mı, yoksa imamhatip yetiştiren yüksek meslek okulları mıdır? Bekir Onur, Bekir.Onur@education.ankara.edu.tr, R adyotelevizyon programlarındaki konuşmalarına bakınca imamhatiplerin ve ilahiyatçı öğretim üyelerinin kimliği de ortaya çıkıyor. Bu durumda, ilahiyatçı akademisyenlerin ne kadarının İmamHatip, ne kadarının genel lise kökenli olduğunu araştırmak da ilginç olacaktır. Türkiye’de de ilahiyat fakültelerinde din psikolojisi, din sosyolojisi eğitimi ve araştırmaları yapılıyor, ama çağdaş bilimsel bilgilerle değil çoğu zaman geçmişe özgü nakil yöntemiyle. On beş yıl kadar önce bir ilahiyat fakültesinde “duanın psikolojik etkisi” başlığıyla yapılmış bir yüksek lisans tezini incelemiştik. Tezde konunun modern psikoloji bilgileri ışığında incelenmesini bekliyorduk, oysa geçmişte din ulularının dua hakkında neler söylediğinin naklinden ibaret bir derlemeyle karşılaştık. Özellikle gençler üzerinde yapılmış başka din psikolojisi çalışmalarını da meslektaşlarımla birlikte inceledik; hepsinin yöntem açısından yanlış (çünkü amprik araştırma metodolojisini bilmiyorlar), içerik açısından eksik (çünkü çağdaş psikoloji bilgisine sahip değiller), amaç açısından da yanlı ve öznel (çünkü ne bulmak istedikleri baştan belli) olduklarını gördük. NEDEN BÖYLE? Çünkü ilahiyat fakültelerinde genellikle bilim eğitimi yapılmıyor, bilimsel formasyon verilmiyor. Batı’da nasıl yapıldığını canlı bir örnekle görürsek, nerede olduğumuzu daha iyi anlarız: “Yıllar yılları kovaladı. Bu arada çok esaslı bir eğitim aldım. Fransızca ve İtalyancanın yanı sıra Ermenice, Latince ve Yunancayı çok iyi öğrendim. Ardından Roma’da yedi yıl boyunca felsefe, ilahiyat ve sosyoloji alanlarında eğitim aldım. (…) Paris’e gittim, Sorbonne Üniversitesi’nde pedagoji ve psikoloji doktorası yaptım. Aydın bir rahip olmanın gereğiydi iyi bir eğitim almak.” (Saris, 2007). Soru budur: Türkiye’de çağdaş, aydın din adamı olmanın gereği yerine getiriliyor mu? İnanç konularını akılcı bir biçimde açıklamak ve çağdaş bir biçimde yorumlamak için çağın bilgilerine sahip olmak gerektiği açıktır. En azından din sosyolojisi, din psikolojisi alanlarındaki doktoraların ilahiyat fakültelerinden değil yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi edebiyat fakültelerinin ilgili bölümlerinden alınması düşünülebilir. Böyle olmayınca ne oluyor? Gazetelerde “ilahiyatçı” öğretim üyelerinin düşünce düzeyini gösteren haberler sıklıkla yayımlanmakta. Kozok’un (2008) haberinde, “Yazarları arasında profesörlerin, doçentlerin ve emekli müftülerin bulunduğu kitaplarda, örtünmeyen genç kızlar, ‘çıplak’, ‘iffetsiz’ olarak niteleniyor, üniversitelere ‘erkek avlamak’ için gitmekle’ suçlanıyor” deniyor. Habere göre, bir doçent, kadın ve örtünmeyle ilgili kitabında, “Dansöz gibi süslenip, çıplak, dekolte giysilerle üniversiteye gelen genç kız tahsil yapma isteğinde ne derece samimidir?” diye soruyor; bir profesör, İslam’da kadın ile ilgili kitabında örtünen kadının olsa olsa merak uyandıracağını, örtünmeyen kadının ise fuhşu teşvik edeceğini ileri sürüyor. delemekle yükümlüdür. Bir insanın şeyh veya peygamber bile olsa bir gecede yüzlerce kadınla cinsel ilişkiye giremeyeceğini veya 1000 kadını hamile bırakamayacağını bilmek için bilim adamı olmaya gerek yok kuşkusuz. Ama bu tür öykülerle sık sık karşılaşan bilim adamının yapabileceği şeyler vardır: Bu tür öyküler, inanışlar, neden ortaya atılıyor? Ne çeşit psikolojik ve sosyolojik gereksinmeleri karşılamaktadır? Bu öykülere daha çok hangi dinlerde, toplumlarda, dönemlerde rastlanmaktadır? Neden?” Bir ilahiyat profesörü “kadın doktorların kadınları, erkek doktorların erkekleri muayene etmesi gerektiğini” söyleyebiliyorsa; bir başka ilahiyat profesörü “erkek doktorun dinin mahrem saydığı alanlarda daha dikkati olması gerektiğini” savunabiliyorsa, bu kişiler elbette profesördür, ama bilim adamı oldukları kuşkuludur. Başka bir örneği dinsel yayın yapan bir radyonun sorucevap programında dinledim. Çekindiği, utandığı, zorlandığı ses tonundan belli genç bir kadın, iki küçük çocuğu olduğunu ama yine hamile kaldığını, geçinmekte zorluk çektikleri için bu bebeği aldırmak istediğini ama kocasının izin vermediğini söyledi ve “muhterem hocaefendi”nin ne önerdiğini son derece ezik bir sesle sordu. Hocaefendi adeta gürleyerek, Allah’ın her çocuğun rızkını vereceğini söylediğini, onun Allah’tan daha iyi bilemeyeceğini bağıra bağıra vurguladı. Ve sonra şu inanılmaz sözü söyledi: “Mademki yoksulluk bahanesiyle bu çocuğu istemiyorsun, öyleyse git evdeki iki çocuğunu da öldür!” Genç kadının sesi kesildi, benim de kanım dondu. Büyük “din âlimi” daha sonra bu insanlık dışı sözü yumuşatmaya çalıştı ama olan olmuştu. “ÂLİM”İN YANITINA BAKIN Yine bir radyonun sorucevaplı dinsel sohbet programında bir kadın, evinde Türkçe Kuran olduğunu, bunu okumanın doğru olup olmadığını soruyordu. Programın konuğu olan “din âlimi”, “Türkçe Kuran olmaz, çünkü Kuran çevrilemez” buyurdu, dahası evindeki o kitabı derhal yok etmesini, aksi halde dinden çıkacağını söyledi. Dinini kendi dilinde okuyup öğrenmek isteyen birine hayır demek, aslında bunu diyen kişinin “din otoritesi” olma konumunu ve tekelini koruma isteğinden başka bir şey değildir. Oysa insanlık bunu Ortaçağda yaşayıp bitirmişti! Su içerken ayakta mı durmak yoksa oturmak mı gerekir, çatalla yemek yemek caiz midir sorularına verilecek tek yanıt bu konuların dinle ilgili olmadığı olmalıdır. Tıpkı bir dinleyicinin radyoda “anız yakmak caiz midir?” diye sorduğunda olduğu gibi. Bir kadın okur bir gazetede köşesi olan din adamına, “sezaryenle doğum yapmanın dine uygun olup olmadığını” sorduğunda, köşe yazarının “bu konu dini değil tıbbı ilgilendirir, ben de tıp adamı değilim” demesi gerekir. Oysa sözü edilen yazar “normal yolla doğum yapmak kadının sağlığı açısından da yararlıdır” diyerek kendini tıp doktoru yerine; “sezaryenle doğum çocuğun psişik yapısına zararlı olabilir” ya da “doğumun acısını tadan kadın anneliğin sırrını daha iyi anlar” diyerek kendini psikolog yerine koymaktan çekinmiyor. Yine aynı yazar mirasın nasıl bölüşüleceğine ilişkin soruya, “bunu hukukçulara sorun, ben hukukçu değilim” diye yanıt vereceğine soruyu üstelik şeriat hukukuna göre yanıtlamaktan geri kalmıyor. Üstelik bu kişinin de akademik unvanı var. Bu örnekler ışığında, Türkiye’de en azından akademisyen din adamları da laik olmadıkça, bireylerin laikleşmesine ve yaşamın dünyevileşmesine olanak yoktur diye düşünmek yanlış olmayacaktır. Mehmet Y. Yılmaz’a (2008) göre, günümüzde tartışılması gereken temel konu; İslamın kurulduğu günün koşulları ve toplum yapısı ile bugünün gerçekleri arasında uçurum olması, ancak bu sorunu çözmesi gerekenlerin buna yetecek eğitimlerinin ve böyle bir niyetlerinin olmamasıdır. “Mesele, İslam’ın özünün korunarak, din ve toplumsal yaşam anlayışının bugünün koşullarına uygun şekilde yorumlanmasıdır. Bu kadar İlahiyat Fakültesi, şu kadar ilahiyatçı var ama bu konuda hiçbir çaba görünmüyor. Buna niyetlenenlerin ve hatta bunu dile getirenlerin başlarına nelerin geldiğini de biliyoruz.” Buradaki önemli çelişki, bir yerde bilim yapılabilmesinin temel koşulunun önce laikliğin benimsenmiş olması olduğunun unutulmasıdır. İnanç çerçevesinde kalındığında soru sorulamayacağı, eleştiri yapılamayacağı, yeni yorum getirilemeyeceği açıktır. İslami bilimler konusunda bile hiçbir yenilik getirememiş bir topluluğun İslam’ın sosyal ve kültürel yönlerini çağdaş bilim ışığında yeniden yorumlayabileceği beklenemez. Bu yazıyı daha geniş olarak iki yıl önce hazırlamış ama yayımlamamıştım. Geçen süre içinde “münferit” olduğu ileri sürülen örneklerin gittikçe arttığını görerek yayımlamayı gerekli buldum. Toplumsal yaşamımıza müdahale edebileceği düşünülen din görevlilerinin ve onları yetiştirenlerin durumunu gözden geçirmek kaçınılmaz bir görevdir. Dini ve din adamını günlük yaşamın her yerine sokma gayretinin bir toplumu nereye götüreceği, hatta dine zarar verip vermeyeceği üzerinde ilahiyatçılar da dahil herkes düşünmelidir. Bağdat Demiryolu güzergahı boyunca yirmişer km alanın yer altı ve yerüstü zenginliklerini kullanma hakkı vermişiz. 1970’lerde ülkemizde kamu yapılarının gerçekleştirilmesinde, zamanı hiç önemsemeyen tasarım ve uygulama sürdürülürken, yapsatçıların ise kirişsiz, mantar ya da asmolen döşemeli konut yaparak yapım hızını arttırma sürecini yaşıyorduk. Yani kamu, eski dönemin Çinli’si, yapsatçılar İngiliz’ler gibi davranıyordu. 1980’lerde, ülkemizde bir avuç insan, kamu kuruluşlarının ataleti ve direncine karşın, Batı’nın senaryosuna karşı çıkıyordu. Kuşkusuz daha önce bir çok küçük mevzi kazanılmıştı. Ama bu defa ülkemizde hizmet bekleyenlerin de kısmen bilinçlenmesiyle, bu konuda talep kalitesi yükselmişti. Örneğin, benim tanık olduğum bir oluşumu anlatayım: Bizde de bilinçli, akılcı insanlarımız ortaya çıkmaya başlamıştı. Örneğin, Sivas Kılıçkaya Barajı yapımında ortaya çıkan Baraj Kalıbı ihtiyacının, üniversal, modüler bir sistemle çözülmesi istendi. Müteahhit Yücelen, baraj tırmanır kalıbının Türkiye’de yapılmasını özendirdi. Gayretimize, firma sahipleri Genceren’ler ve şantiye teknik kadrosu candan destek verdi. Erişilen birikimle daha sonra onlarca hidroelektrik santral ve bugünlerde, BM İnşaat tarafından 210 m yüksekliğinde, beton ince kemer gövdeli ülkemizin en yüksek barajının yapımı gerçekleştirildi. Özetle, benzeri savaşımlarla, evrensel bütün kalıp sistemleri ülkemizde tasarlanarak üretilebilmekte. Diğer alanlarda da benzeri teknik ve teknolojik girişim ve başarılar ortaya kondu. Ne var ki, gelinen nokta henüz istenilen düzeyde değil. Ama yazımın başında verdiğim Çin demiryolu örneği, bunun daha büyük ölçekte aşılabileceğini gösteriyor. Yeter ki, ülkemizin geleceği için doğru öngörüler üretelim ve uygulayalım. Çin ve Demiryolu Cihat Uysal, cihatuysal@yahoo.com Bugünlerde gazete ve dergilerde bir haber göze çarpıyor. Çin’de ülkenin finans ve ticaret merkezi Şanghay’ı Zhejiang Eyaletinin en önemli şehirlerinden Hangzhou’ya bağlayan hızlı tren hizmete girmiş. Daha önce 78 dakika süren yolu 45 dakikaya indiren ve ortalama 350 km/saat hızla gidecek olan hızlı trenin, deneme sürüşünde 416,6 km/saat hıza erişildiği, trenin dünya rekoru kırdığı duyuruluyor. Bu haber beni geçmişe götürdü. Önce ortaokulda iken altmışlı yıllarda babamın anlattığı bir öykü: Batıda sanayi devrimi yıllarında Çin’den kömür, cevher alan İngilizler, taşımayı ucuza getirmek için halka “demiryolu yapmamıza yardım ederseniz, dört haftada gittiğiniz Pekin’e bir haftada gidebileceksiniz” çağrısına, Çinliler “biz kalan dört hafta ne yapacağız” diye yanıt vermiş. Olan biteni kavramam üniversiteden sonra, üretim sorumlulukları ile karşılaşınca pekişti. Gördüm ki, ülkemizde bizler henüz o günün Çinlisi idik. Üniversitedeyim, gelişmiş ülkelerin nükleer denemeleri arttırdığı yıllar. Bir karikatür: Başkan Mao büyük bir meydanda halka “üçe kadar sayacağım, sonunda güüüm diye bağıracaksınız, dünya nükleer deneme yaptığımızı sansın” diyordu. Daha sonra da, Fransızİngiliz ortaklığının Uzakdoğu’ya erişmek için yaptığı Süveyş Kanalı engelini aşmak için, Almanların Bağdat Demiryolu projesinin gerçek nedenini öğrendim: Basra’ya, nerede ise Süveyş Kanalına göre bir hafta önce erişme olanağı veriyordu. Biz neden önerilen projelerin gerçek anlamını kavrayamıyorduk. Onun yerine Hicaz Demiryolu’nun ikram edilmesinin peşinde koşmuşuz. Üstelik bu arada, Almanlara CİNSEL İLİŞKİ REKORTMENİ CBT 1235/ 18 19 Kasım 2010 Türker Alkan (2008), gecede yüzlerce kez ilişkide bulunabilen bir şeyhten söz eden “ilahiyat profesörü”nü eleştirirken şunları yazıyordu: “Kabul etmek lazım ki akademik yaşamın en çetrefilli alanlarından birisi ilahiyattır. Zira bu alanlardadır ki, kişisel inancınızla bilimsel yaklaşım arasında kesin bir ayrım ve tercih yapma ihtiyacı doğar. Bir mümin, iman eder. Yani sorgusuz sualsiz inanır. Kutsal metinlerde, geleneklerde olan şeyleri olduğu gibi kabul eder. Ama bir bilim adamı için, bilimsel yöntemin dışında kutsal olan bir şey yoktur. O, her şeyi sorgulamakla, ir