05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

HUKUK POLİTİKASI Hayrettin Ökçesiz Masal kahramanlı, örnek bir çocuk cerrahi kliniği hayret@akdeniz.edu.tr A nkara Dışkapı Çocuk Hastanesi Çocuk Cerrahisi Kliniği 1978 yılında, SSK Ankara Çocuk Hastanesi bünyesinde kuruldu. 2005 yılında SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devri ile hastanenin adı Ankara Dışkapı Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi olarak değişti. Kliniğimiz, sahip olduğu teçhizat ve yapılan ameliyatların türleri ve teknikleri açısından, ülkemizde ilk sıralarda yer almakta ve Türkiye’de en çok ameliyat yapılan çocuk cerrahisi kliniklerindendir. Hastaneye ek bina 2008 yılı sonlarına doğru bitirildi. Hizmet verdiğimiz çocukları üzmeden tedavi etmek, ameliyat öncesi ve sonrası hem konforlu hem eğlenceli ortam hazırlama isteğimizi gerçekleştirmek için uğraş verdik. Şimdiye kadar yapılmamış belki denenmemiş olanı yapmaya çalıştık. Odalar bir ya da iki kişilik banyolu odalar. LCD televizyonu ve buzdolabı da içeriyor. Ancak dekorasyon en az bunlar kadar önemli. İşte kısa öyküsü: Önce altı ayrı ilköğretim okulunda ikinci veya üçüncü sınıf öğrencilerine anket uygulandı. Bu anket sonuçları değerlendirildi ve servis iç dekorasyonunda rehber olarak kullanıldı. Bu sonuçlara göre 13 hasta odası, her bir oda için ayrı çizgi film ya da masal kahramanı kavramı üzerinde çalışmalar yapıldı. Buna göre bilgisayar ortamında her bir oda için duvar kâğıdı tasarımı, ardından uygulaması yapıldı. Servis koridoru düzenlenme si için, Armoni Sanat Galerisi ile iletişime geçildi. Ankaralı ressam Zahide Yükseler, sadece Dışkapı Çocuk Hastanesi Çocuk Cerrahisi Servisi için bir yağlıboya tablo koleksiyonu hazırladı. Servis açılış törenine sadece çocuklar ve anket uyguladığımız okullardan öğrenciler davet edildi. Böylece, çocuklarımız iç dekorasyonunda söz sahibi oldukları çocuk cerrahisi kliniğinin açılışına tanıklık edecek ve yapılanları değerlendireceklerdir. Tüm bunlar yapılırken bir çok ilk yaşandı. Bildiğimiz kadarı ile ilk kez bir çocuk hastanesi kliniği dekorasyonunda çocukların görüşü alındı. Yine bildiğimiz kadarı ile ilk kez bir çocuk hastanesi için bir resim koleksiyonu hazırlandı. Yine ilk kez oda numaralama sisteminden vazgeçilerek oda, uygulanan dekor kahramanının ismi ile anılmaya başlandı. Yani odalar, 115120 numaralı oda yerine, Şirinler Odası ya da Pamuk Prenses Odası diye belirtilir oldu. Yine rutin örneğine rastlamadığımız bir uygulama ile kliniğimizde tedavi edilen çocuklarımıza, tedavi işlem sırasında “Cesaret Madalyası”, taburcu olduklarında “Başarı Belgesi” vererek motivasyonlarını arttırmaya çalışıyoruz. Çocuklarımızı doktor korkusu ile değil, bulunmaktan mutlu olacakları ortamlarda tedavi etmek amacıyla yaptığımız uğraşı sizinle paylaşmak istedim. Op.Dr.Fatih Akbıyık, Çocuk Cerrahisi Uzmanı, fatihakbiyik00@gmail.com Üniversitenin özerkliğini, yargının bağımsızlığını, basının özgürlüğünü istemekte ayak sürüyenlerin daha başka nasıl anılması gerekiyor? Hayat, Hakikat Adalet Üç büyük sınav, üç temel varoluş koşulu biz insanoğlu, insankızı için. Toplumun, birbirini belirleyen, biriyle diğerlerinin olanaklı bulunduğu üç büyük çarkı… Her birinin diğer ikisiyle kavranır olduğu, bir anlam kazandığı kolumuz, kanadımız; gözümüz, kulağımız; elimiz ayağımız. Diyebiliriz ki: bu üçünün gerçekleşmesini, korunmasını, geliştirilmesini amaçlayan tüm kurum ve kuruluşlar kendi yasallıklarında ve özerkliklerinde titizlikle kollanıp, korunmalıdır. Bu üç alan bizim için dayanışma alanıdır. Bunların karşısında hepimiz eşitiz, omuz omuza dayanışma içersindeyiz. Onları, paylaştıkça çoğaltırız. Aklımızın erdiği, tutkularımızın bağlandığı her şey böylesine bir gökyüzünün altındadır. Bu bizim kendi gök kubbemizdir. Hiç kimse adına, hiçbir şey uğruna hiç birinden vazgeçemeyiz. Hiç birimiz herhangi birimizin bunlardan vazgeçmesine izin veremez. Korumaya, ulaşmaya gücümüzün yetmediği yerde hepimiz birbirimizin yanındayız. Tüm bunlar şu demektir: “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.” Bu evrensel bildirgenin, tüm bu söylediklerimin istisnası yoktur. Her kuralın bir istisnası vardır kuralının istisnası, bu kural sözlerin istisnasının bulunmadığıdır. Oysa, gerçeklik dünyası bize bu sözlerin çok tersine şeyler söylüyor, gösteriyor. Asıl, biraz önce tüm söylediklerim bu yaygın olguya birer istisna gibi geliyor. Bu dünyada bu üç değerin gördüğü, göreceği pek fazla bir saygı yoktur. Bunlara, övgüler düzenler bile doğru dürüst inanmazlar. Bunlara inanmak para getirmez. Sorun, gökle yer arasında tüm olup bitenin bizi nereye götüreceğidir. Göğü yere indirmek kadar, yeri göğe çıkarmak da bu değerlerin usumuzdan, ruhumuzdan silinmesine götürür. Gerçek baskı, zulüm bu iç içe geçmeyle hükmünü sürer, böylelikle oluşan totaliter devlet ve toplum bizi yok oluşa taşır. Günahlarımız erdemlerimiz kadar bizim. Bunları birbirlerine dönüştürecek siyasal yapılanmalar karşısında aklımızın aydınlığıyla uygun ölçüyü bulmaya çalışmalıyız. Ülkemizde hayat, hakikat, adalet değerlerinin kurumları bu ölçü karşısında yerlerde sürünüyor dese birimiz, abartmış olmaz. Bu kurumların yeterince güçlü ve özerk, bağımsız, yansız olamadığı düzenlerin, çok partili siyasal düzenler dahi olsalar, çoğulcudemokratik bir yapılanmaya ulaşabilmeleri olanaksızdır. Bu kurumların başında basın, üniversite ve yargı gelmektedir. Bu kurumlarda bu değerlerden uzaklaşma, kopma anlamında her türlü yozlaşma insancıl yaşamın kalitesini doğrudan ve olumsuz etkilerken, görülen her iyileşme toplumun altyapısında, temel hak ve özgürlüklerin yaşama geçirilmesinde yine doğrudan ve olumlu sonuçlar doğurmaktadır. Hep merak ettiğim konu, siyasilerin ve başkaca güç odaklarının toplumda böyle bir düzelmeyi istemekte niçin yeterince inatçı olamadıklarıdır. Bu soru bunların ülkelerine, böylesine güçlü bir ilgiyi besleyemeyecek denli yabancılaştıklarını düşündürüyor. Kimi zaman işgal kuvveti işbirlikçilerinin davranışına denk düşen halleriyle bize haklarında daha olumlu şeyler düşünme olanağı bırakmıyorlar. Üniversitenin özerkliğini, yargının bağımsızlığını, basının özgürlüğünü istemekte ayak sürüyenlerin daha başka nasıl anılması gerekiyor? Günümüzün kendine özgü sınıflı toplumunda halkın ve doğanın katlanılamaz sömürüsüne götüren bu küresel iktisadi, sosyal ve kültürel güdümlülük, daha ince, daha kurnazca yöntemlerin de uygulanmasıyla “mazlum milletleri”, “bireyi” her zamankinden daha çok köleleştiriyor; karşı koymaları bakımından daha çok donanımsız ve çaresiz bırakıyor. Tüm bu olumsuz gelişmeye karşı tek seçeneğimiz bilinçli ve ısrarlı bir direnişle, yaşamı, gerçeği ve adaleti birer değer olarak, her bir yurttaş için özgürlükçü bir ortamda yaşanabilir, algılanabilir, ulaşılabilir kılmanın savaşımını vermektir. Bu amaca uygun işlevlerle yapılandırılacak kurumlarımız bu yaşam kalitesinin kaynağı ve güvencesi olacaktır. Bu amaçla bu değerlerin ve sözkonusu kurumların doğasını yetkince ortaya koyabilmeli, bu niyetimizi hayata geçirebilmek için gereksindiği siyasal dengeleri kurmaya çalışmalıyız. Gerçek hukukçuluk bunların elverişli normatif araçlarını tasarlayabilmektir. ‘İsveç gibi kadın haklarının bizden daha güçlü ve erkeklerin aile yükümlülükleri konusunda daha paylaşımcı olduğu bir ülkede bile bilim kadınları, böylesine sıkıntılar yaşıyor, kim bilir ülkemizde durum nasıldır’ diye düşünmeye, akademisyen arkadaşlarımın anlattıklarını hatırlamaya başlıyorum. İşe gitmenin yanı sıra, sınavlar veya bilimsel çalışmalara evde ayırmamız gereken sonsuz zamanları hatırlıyorum. Kimbilir kimden ya da nerden çalıyoruz o zamanları… Kendimizden mi, çocuğumuzdan mı, eşimizden mi, evimizden mi? Çoğu zaman yüreğimiz kırık veya aklımız başka yerde, her parçasını tamamlamaya çalışıyoruz yaşantımızın. Süper kadın olmamız bekleniyor bizden. Azmiyle, özverisiyle, az uyuyup çok çalışmasıyla bunu yapmaya çalışanları kimileri takdir ediyor; kimileri de ‘korkulur hırslı kadınlardan’ diye dudak büküyor. Arkasından da hangi iniş çıkışlar, hangi çırpınışlar yaşandığı bilinmez, özgeçmiş ve eserler listeleri yalın bilimsel haliyle dosyalara konuluyor. Kadın veya erkek fark etmeden, vücudundan ve anneliğinden hangi fedakârlıklar edilmiş bilinmeden, jürilere sunuluyor bilimsel yeterliliğin sınanması için. Pek az kadın tüm bu aşamaları aşıp erkek meslektaşlarının tırmandığı kürsülere veya kitaplara girebiliyor. Pek az kadın bedensel olarak en üretken olduğu asistanlık döneminin yoğun psikolojik ve bedensel baskıları altında anne olabilmeyi göze alabiliyor. DNA’nın sırrını keşfeden Rosalind Franklin (bkz. dipnot) veya Madam Curie’lerin hikâyesi tek tük de olsa bilim kitaplarına giriyor. Kadınlara ‘bilimi de sahiplenebilirsiniz başarabilirsiniz’ mesajını vermek için. Bu gerçekler erkeklerce de takdir edilsin, dile getirilsin veya göz önünde bulundurulsun istiyor kadın. Kendi aralarındaki dertleşmeler yetmiyor çünkü. Zor geliyorsa evinde otursun, çalışmasın, çocuğuna baksın diyenlere koz vermemek için susuyor. Anlatmıyor, yakınmıyor. Yeniden gerilere itilmekten, evlere kapatılmaktan korkuyor. Çok sevdiği mesleği, dünya ve doğaya olan merakı ile duyguları, doğanın görevleri arasında koşuşturup duruyor. Dosyasını uzattığı jürilerin bir bilim kadınının çabalarını takdir edip etmediğini içten içe merak ediyor. 1950’li y llar n ba nda, DNA’n n çift sarmal yap s veya genetik modelin ta nmas nda oynad rol henüz bilinmiyordu. Bu y llarda kad n ara t rmac lar, Cambridge Üniversitesi’nde bile erkeklere ayr lm üniversite restoranlar na giremiyor, laboratuvarlarda temel ara t r c de il, olsa olsa yard mc olarak görülüyordu. 1952 y l nda Rosalind Franklin ad nda bilim a bir kad n, Londra Kraliyet Koleji’ne ba l John Randall laboratuar nda Fransa’da ö rendi i x n k r n m yöntemlerini uygulayan doktoral bir biyofizikçi olarak çal maya ba lad . Bu laboratuvarda, ileride Nobel Ödülü alacak Maurice Wilkins ile tan t . Her ikisi de DNA üzerinde iki ayr ekip olarak çal yorlard . Rosalind Franklin, burada DNA’n n çift sarmal yap s n x n k r n m yöntemi ile ortaya koyan kristal foto raflar n ilk kez elde etmeyi ba ard . Böylece, Franklin DNA’n n ba kalar nca iddia edildi i gibi üçlü deil ikili sarmal oldu unu gösterdi... Franklin’in bilgisi d nda anahtar niteli indeki bu veriyi alan ve kullanan Watson ve Crick, DNA ile ilgili bilinmeyen parçalar bir araya getirdi. Franklin, 1958 y l nda, henüz 37 ya nda kansere yenik dü erek öldü. 1962 y l nda Watson, Crick ve Wilkins DNA çal malar nedeniyle Nobel Ödülü al rlarken Franklin'in ad bile an lmad ...Her eye ra men bugün bilim çevreleri, DNA çal malar üzerinde Rosalind Franklin'in önemli katk lar oldu unu ve öncü çal malar yapt n kabul ediyor. Dipnot: Kaynaklar: 1 İkili Sarmal, Watson, JD (2002), TÜBİTAK Yayınları. 2 Rosalind Franklin: The Dark Lady of DNA, Brenda Maddox, Harper Collins, (2003), Elsevier. CBT 1151/15 10 Nisan 2009
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear