Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Yaşamın kitabı 2 Genler öncü insandan yazara, tüccara ya da mühendise giden yol hakkında da bilgi veriyorlar mı? Her ne kadar veriler kısıtlı olsa da bu konuda da birkaç ipucu var. En ünlü örnek FOXP2 genidir. Farkında mıyız? Bir akıl ve bilim savaşçısı öldü! Anıt kitabı Evrim Kuramı ve Bağnazlık’ın yayım haklarını 2007 yılında, Bilim ve Gelecek Kitaplığı’na vermişti ve editör Nalân Mahsereci bana, kitabın yeni hazırlanacak genişletilmiş baskısıyla ilgili görüşlerimi sormuştu. Bilim Tarihi, Bilim Felsefesi, Matematiksel Düşünme, Mantık: Doğru Düşünme Yöntemi vb. kitaplarıyla uzun yıllardır bilgi dünyamın kahramanı olan Prof. Dr. Cemal Yıldırım’ın bir eseri için çalışacak olmaktan büyük mutluluk duymuştum. Bu sayede, telefonla da olsa, kendisiyle tanışma olanağı elde edecektim. Dr. Haluk Ertan, University of New South Wales, Sydney S öz konusu gendeki bir bozukluk, bir İngiliz ailesinde önemli bir konuşma bozukluğuna yol açmıştı. Birçok bilim insanı bu yüzden FOXP2 geninin konuşma yetisiyle ilgili olduğuna inanıyor. Son araştırmalarda da bu genin insanın son gelişim evresinde dikkat çekici bir şekilde değişmiş olduğu saptandı. Alman bilim insanları şu sıralar insanı insan yapanın bu tür mutasyonlar olup olmadığını bulmak için çalışıyorlar. İnsanın evriminde anahtar rolü üstlenmiş olabilecek diğer bir aday da MYH16’dır. Bu protein diğer primatlarda, şakaklarda çıkıntı yaratan kuvvetli çiğneme kasları tarafından üretilirken, aynı genin fonksiyonu insanlarda yok olmuştur. Yoksa insanın kafatası ve beyni bu kayıp sayesinde mi büyümüştü? İddialı olduğu kadar tartışmalı bir tezdir bu. MC1R olarak isimlendirilen bir genin de ilginç bir öyküsü var. Bu öykü insanın çıplaklığıyla ilgilidir. MC1R geni karmaşık bir sinyal zinciri üzerinden cildi kanserojen UV ışınından koruyan melanin üretimini çalıştırır. Kalıtım verilerinin istatistik analizlerine göre 1.2 milyon yıl kadar önce Afrika’daki ilkel insanlarda belli başlı bir MC1R varyantı yayılmaya başlamış. Araştırmacılar aynı tarihlerde insanın beden tüylerinden de kurtulduğunu düşünüyorlar. Çıplak beden kızgın güneş ışığına daha duyarlı olduğu için de ayıklanma, UV ışınlarından koruyan MC1R genini seçmişti. Kim bilir tüm protein öykülerinin okunuşu tamamlandığında insanın evrim tarihi de aydınlanabilir. Fakat evrim biyologu Sean Carrol, bütünü bir araya getiren parçalardan bazılarının eksik olduğu görüşünde. Sinek larvalarındaki renk ve motif oluşumunu mikroskop altında inceleyen Carrol, flüoresanlı boyar maddelerle hangi genin ne zaman etkinleştiğini takip etmiş. Bunlar bazı hayvanların kalıtımlarında varlıklarını en az 600 milyon yıldır sürdüren yapı genleri. Sinek yumurtası larvaya dönüşürken, bu genlerden her biri tıpkı bir orkestranın enstrümanları gibi devreye giriyor. Araştırmacı her seferinden farklı bir şekilde çalışan birkaç yapı geninin, çeşitli motifler meydana getirdiğini en ince ayrıntısına kadar izleyerek, genetik çevirgeçlerden oluşan olağanüstü karmaşık bir ağ yapısına ulaştı. Ve bu yapının, evrimin asıl kumanda merkezi olduğundan emin. Carrol’un sözünü ettiği çevirgeçler kalıtımın genelde bilim insanlarınca pek dikkate alınmayan bölgelerinde yer almakta. Araştırmacılar, DNA’da daha çok genetik kodu düzenleyenlerle ilgileniyorlar. Bu bölümler proteinlerin üretimiyle ilgili açıklamaları içerirler. Bu koda göre insan kalıtımının sadece yüzde bir buçuğu çözülmüştür. Kodlamayan yüzde doksan sekiz buçukluk bölümün büyük bir kısmı henüz anlaşılmamıştır. Bu yüzden milyonlarca yıl içinde bir araya gelmesine rağmen önemsenmeyen bu karmaşık harf salatası DNA atığı olarak kabul edilirdi. Fakat son yıllarda bu bölgelerden de son derece ilginç sonuçlar elde edilmeye başlandı. Bilim insanları kalıtımda içinde tek bir genin bile bulunmadığı çorak bölgelere rastladılar. DNA’nın bu bölgeleri buna rağmen milyonlarca yıl içinde çok az değişime uğramıştır. Bunlar gerçekten sadece atık iseler o halde niçin korunagelmişlerdir? Bilim insanları sözde atığı yakından incelemeye başladıklarından bu yana, bazı dizi başlıklarının genleri açıp kapatabilen çevirgeçlerle dolu olduğunu fark ettiler. Anlaşıldığı üzere her gende bazen bir düzine çevirgeç etkili oluyor. Bu bulguyla araştırmacılar insanın niçin çok az gene sahip olduğunu bulacaklarını sanıyor. Gerçi insanın kesin olarak kaç gene sahip olduğu konusunda görüşler farklı, ama son tahminlere göre gen sayısı 22 bin civarında. Bir milimetre uzunluğunda bir iplik kurdunun bile 20 bin, basit bir denizlalesinin 18 bin ve farenin 23 bin geni olduğu düşünülürse insandaki gen sayısının şaşırtıcı derecede az olduğu görülür. Bu tek bir anlama gelebilir ancak: Bir organizmanın gelişkinlik düzeyini belirlemede genler tek başına yeterli değil. Peki, gelişkinliğin ve karmaşıklığın gizi nerede saklı? Amerikalı bir araştırma grubu kısa bir süre önce bu gizin izlerini protein kodlamayan bölgelerde buldu. (haftaya devam) A CBT 1151 / 14 10 Nisan 2009 ynı sıralar Bilim ve Bilimsel Felsefe Çevresi’nin bir süredir derlediği Bir Us ve Bilim Savaşçısı Armağan Kitabı da basıma hazırlanıyordu ve devasa kitapta benim de bir makalem yer alacaktı. 2007 yazında eşimle yolumuz, uzun zamandır yaşadığı Altınoluk’a düştü. Hem kendisiyle hem de saygıdeğer eşi Suzan Hanım’la tanışacağımız için çok heyecanlıydık. Türkiye Cumhuriyeti’nin dev kültür adamlarından biriyle karşılaşmak ve dolu dolu iki gün geçirmek sanıldığından daha zor bir iş olabilirdi. Çehresini kitaplarının arka kapağında yer alan eski bir vesikalık fotoğraftan tanıyordum. 80’ini devirmiş Cemal Yıldırım’ı ilk gördüğümde gerçekten de karşımda yaşlı ve ufak tefek bir insan duruyordu. Oturup da sohbete başlayınca kiminle olduğumuzun daha da iyi farkına vardık. Dipdiri ve bilgi yüklü bir beyin, güçlü bir hafıza, kimi zaman gençlerde dahi görmenin mümkün olmadığı coşku dolu ifadeler... Şehirlerin uzağında yaşamasına karşın, belli ki olan biten her şeyi yakından izliyordu. Büyük bir özenle ve onurla kurdukları Cumhuriyeti, çağdaş Türkiye’yi anlatıyordu bize. Türk halkının kültür dünyasına yaptığı eşsiz katkının bilincinde olarak, çağdaş Türkiye’nin değerlerini en az onun kurucusu kadar sahiplenmek, onların kuşağının ayırt edici bir özelliğiydi. Cumhuriyet kazanımlarının dinci iktidarlar tarafından kemirilmesinden çok rahatsızdı. Dogma ve kalıplaşmış ideolojilere dayalı düzenlerin hep aynı yere vardığını söylüyordu. Karşımızda konuşan, aydınlanma ışığını her yanıyla özümsemiş bir cumhuriyet aydınıydı. Köylülerin, halktan insanların bilgin olabildiği günlerden kalma bir aydın... Bu yüzden olsa gerek, ne yaparsa yapsın kendini hep halkına karşı borçlu hissedenlerdendi; hani o eğitim enstitülülerin hiç bitmeyen borcunun bir parçasıydı onunki de. Halbuki başlığında bilim, felsefe, mantık, matematik, tarih, evrim kavramları bulunup da onun yazdıkları kadar halkın benimsediği kitaplar kültür tarihimizde çok azdı. Bir zamanlar, Dr. Adnan Adıvar’ın, Prof. Dr. Macit Gökberk’in, Orhan Hançerlioğlu’nunkilerden daha fazla haz duyacağım kitaplar olmayacağını düşünürdüm. Fakat onlardan sonra ve daha olgunken okuduğum Cemal Yıldırım’ın eserlerinden en az onlar kadar zevk ve bilgi alacaktım. Bilim Felsefesi adlı eseri, lisansüstü çalışma yapan her öğrencinin mutlaka okuması gereken bir yapıttır. Evinde, salonun her yerinde kitaplar ve dergiler duruyordu. Kitaplarının yeni baskıları için güncelleştirmeler yapıyordu. Yüzlerce sayfalık basılı metnin kontrolu ve düzeltmesini, Cumhuriyet öğretmeni olan eşi Suzan Hanım’ın yardımıyla. Bu işi elyazısıyla yapıyordu. Çok uzun yıllar önce bir gözü, görme yetisini büyük oranda kaybettiğinden, tüm bu kitapları neredeyse tek gözüyle yazmıştı. İki oğullarından büyük bir gururla söz ettiler bize, sanki o sırada ortaokul, lise öğrencisiydiler. Üniversite Seçme Sınavında Türkiye birincisi olan oğullarının adının yöre belediyesi tarafından bir sokağa verilmesini anlatırken gözleri ışıldıyordu ikisinin de. Halbuki o çocuklardan biri şimdi dünya çapındaki matematikçimiz Prof. Dr. Cem Yalçın Yıldırım idi. Diğer oğulları Hüsnü Elçin Yıldırım ise Princeton Üniversitesi’nde fizik doktorası yapmış bir temel bilimciydi. Cemal Yıldırım 20 Mart Cuma günü aramızdan ayrıldı. Eşi Suzan Hanım, özellikle son günlerde TÜBİTAK yöneticilerinin bilim karşıtı kararlarından büyük üzüntü duyduğunu ve canının çok sıkkın olduğunu söyledi. Tüm yaşamını insanların özellikle de kendi insanının aydınlanmasına vakfetmiş onun gibi safkan bir bilim adamının, bilimin böyle sorumsuz ellerde örselenmesini kabullenmesi mümkün değildi. Uykusunda ölmüş Saygıdeğer Cemal Yıldırım. Belki de yattı ve bir daha uyanmak istemedi bu dünyaya. Onun ölüm haberi tüm çalışma isteğimi elimden almıştı. Halbuki Darwin’in 200. doğum yıldönümü ve Türlerin Kökeni’nin 150. yılı olan 2009 için hazırladığım kitap masada beni bekliyordu. Birden Cemal Yıldırım’ın, Hans Reichenbach’tan çevirdiği Bilimsel Felsefenin Doğuşu adlı enfes kitabı hediye ederken söyledikleri aklıma geldi: “Eskisi kadar çalışamıyorum. Okumak ve yazmak artık zor oluyor benim için...” Kadın ve bilim Y Yelda Özsunar Dayanır, yeldaozsunar@gmail.com anımda oturan gözlerinin altı çökmüş yorgun görünümlü 4050 yaşlarındaki İsveçli bir kadınla uluslararası bilimsel bir toplantıyı izliyoruz. Yüzündeki duyarlı, mutsuz ve yalnız ifade ilgimi çekiyor. Kahve molasında sohbet ediyoruz. İsveç’te büyük bir üniversitede iyi bir akademik pozisyonda çalışan, güçlü bir bilimsel özgeçmişi olan, aynı zamanda klinisyenlik de yapan bir bilim kadını olduğunu öğreniyorum. Mesleğine olan ilgisi ve sevgisinin büyük olduğunu, ancak aynı doyumu 18 yaşındaki oğlu ile hissedemediğini söylüyor. ‘Oğlumu, evde çok fazla ders çalışarak korkuttum, bilime, akademisyenliğe, öğrenmeye pek hevesi yok’ diyor bana. ‘Sakın çocuklarını korkutma, onlara ve sevdiklerine yeterince zaman ayır, ben bunu yapamadım’ diye ekliyor. Toplantımıza ve kendi hayatlarımıza dönüyoruz ardından. Bu konuşma ve kadının yüzü kafama takılıyor.