05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

GÜNCEL TIP Mustafa Çetiner Türbanın siyasi bir simge ya da sembol olduğu ve bazı siyasiler veya siyasi partiler tarafından komut edildiği ve kontrol altında tutulduğu son 5 yıl içinde o kadar belli olmuştur ki, beş yıl öncesi dönemde bu kesimler tarafından türban devamlı gösteri ve direniş konusu yapılırken, son beş yıldır bu konuda en ufak bir gösteri, direniş ya da protesto olmaması bu konunun bir merkezden siyasi aktörler tarafından yönlendirildiğinin de kanıtıdır. Bu sessizlik, önceki dönemlerde olduğu gibi, son 5 yıllık dönemde de yasalar ve mahkeme kararları gereği, üniversitelerin ve yüksek okulların pek çoğunda okula türbanla girişlerin engellenmesine rağmen sürdürülmüştür. çetiner.m@superonline.com Şu hekimler olmasa sağlık sistemimiz ne de güzel işlerdi. Madem öyle, İstanbul Taksim Meydanı’nda sallandıralım 4050 doktoru, bakalım diğerleri bir daha doktorluk yapabilecekler mi? BELLEĞİMİZİ YOKLAYALIM Şu anda yeniden alevlenen türbanın yanında yer alan ve savunucusu iki parti gibi, 30 yıl öncesinde de türban olayını sahiplenen, istismar eden iki siyasi parti vardı. O dönemin malum iki siyasi partisi türbanı o derece istismar ediyorlardı ki, birbirleri ile yarış halinde idiler. Bu durum günümüzde bu konuda yapılan tartışmalarda hiç konu edilmemektedir. Sanırım her şeyi unutan toplum yapımız bunu da hatırlamamaktadır. Şöyle bir hafızalarımızı yoklayalım: O dönemin bu iki siyasi partisi 12 Eylül öncesi dönemde türban üzerinde o derece bir sahiplenme, istismar ve simge yarışına girmişlerdi ki, türbanı başa örtme, kullanma ve sarma biçiminden dahi bu iki partinin türbanlı yandaşı ve sempatizanı hanımları ayırt etmek mümkündü. O dönemde, bir grup türbanı sıkı bir biçimde gıdık ya da çene altından iğnelerken, diğer bir grup ise türbanı sıkıca baş üzerinde sarmaladıktan sonra sağ ya da sol baş kenarından iğnelerlerdi. Bu örtünme biçiminden o kişinin bu iki siyasi partiden hangisinin sempatizanı olduğu anlaşılırdı. Günümüzde böylesi bilinçli ve doğrudan yandaş görünümlü türban sarılımı kalmadı. Çünkü moda işin içine girdi ve türbanı daha farklı biçim ve şekillere soktu. O yüzden şu an TBMM de ekseriyeti oluşturan iki siyasi parti tüm türbanlılara hitap ederek, onları aileleri ile birlikte saflarına çekme ve nemalanma yarışındadırlar. O dönemlerde saçın görünmemesi için başa sıkıca sarılan ve iğnelenen tek parça türban artık yeterli gelmemektedir. Şimdi birbirinden ayrılmaz iki parça olarak kullanılmaktadır. Asalım Bu Hekimleri! Ülkemizin en önemli göğüs cerrahlarından olan Prof. Dr. Göksel Kalaycı, Dr.Seyfi Alper Toker'e şunları söylüyordu: “Ameliyatında istenmeyen bir durum ortaya çıkarsa başımıza kötü şeyler gelir. Tatsız şeyler yaşayabiliriz”. Kalaycı'nın sözünü ettiği hasta Dr. Kalaycı'ya şunları söylemişti. “Ben ölürsem, ölüm ilanımız aynı günde çıkacak”. Prof. Dr. Necip Göksel Kalaycı, 11 Kasım 2005 tarihinde yıllarca çalıştığı İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'nin otoparkında silahla vurularak öldürüldü. Dava halen sürüyor. Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde görevli Doç. Dr. Necati Yenice, hastane bahçesinde uğradığı silahlı saldırı sonucu ağır yaralandı. Eşinin ölümünden Dr. Yenice'yi sorumlu tutan saldırgan kendi yöntemiyle eşinin eski hekimini cezalandırdı. Geçen Aralık ayının son günlerinde Alanya Mahmutlar Sağlık Ocağı'nda görevli Dr. Mevlüt Sönmez, evinin bulunduğu apartmanın önünde otomobilinden inerken kar maskeli 3 kişinin sopalı saldırısına uğradı. Şahıslar saldırının ardından kaçtılar. Saldırı sonucu başına aldığı darbelerle ağır yaralanan doktor, ambulansla Alanya Devlet Hastanesi'ne kaldırılarak tedavi altına alındı. Durumu ciddiyetini koruyor. Prof. Dr. Rauf Haznedar, 12 Kasım 2007 Pazartesi akşamı saat 18. 30 dolayında hastane bahçesinde saldırıya uğradı. Hasta yakınları, kaybettikleri hastalarının acısıyla, hastalarının ölümünden sorumlu gördükleri Haznedar'a fiili saldırıda bulundular. Geçtiğimiz günlerde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde görevli asistan Dr. Meltem Temiz, poliklinikte bir hastasının bıçaklı saldırısından güçlükle kurtarıldı. Ocak 2008'in 18. günü Giresun Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde görevli Dr. Ali Menekşe, bir hastası tarafından hastane merdivenlerinde arkasından bir el ateş edilerek yaralandı. Dr. Menekşe daha sonra Sağlık Bakanlığı helikopter ambulansı ile Ankara'ya nakledildi. Ankara'da yapılan tüm tıbbi girişimlere rağmen Dr. Ali Menekşe'de beyin ölümü gerçekleşti. Yukarıda verdiğim örnekler sadece basına yansıyanlardır. Buna karşılık ülkemizin her köşesinde birçok hekim hemen her an ciddi anlamda tacize uğramakta ve mesleklerini korkmadan yapamaz hale gelmektedir. Peki, hekimleri kim koruyacak? Sağlık Bakanımız Sayın Prof. Dr. Recep Akdağ, saldırıya uğrayan Dr Yenice'ye yaptığı ziyaret sonrasında gazetecilerin sorularını yanıtladı. Biz hekimler Sayın bakandan en azından “hekimlerimizin arkasındayız” benzeri bir açıklamayı boşuna bekledik. Sayın Bakan gazeteciler ile sohbetinde “Vatandaş niçin serum şişelerini kucaklayıp da hastaneye taşıyacakmış?" diye sordu. Bu eksik malzemeleri hastaneye hasta yerine sağlık bakanlığımız, devletimiz taşımadığına göre bunları hastanelere koyacak olan da, altyapı sorunlarını çözecek olan da hekimlerdir. Hekimlere saldırıların sürdüğü aynı günlerde Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan dedi ki, “Herkes belki Tayyip Erdoğan'a ulaşamayabilir. Gerekirse benim valim, kaymakamım, il sağlık müdürüm, atlayacak arabasına, nerede acaba rahatsız bir hasta var, onunla teke tek ilgilenecek. Kim adına, Başbakan adına ilgilenecek, bunu takip edeceğiz." Hekimler hastaları ile ilgilenmediklerinden tedavi işi de vali ve kaymakamlara kalacak yani… Anlaşılan o ki, hem devlet büyükleri hem de halkımız işlemeyen sağlık sisteminden hekimlerimizi sorumlu tutmaktadır. Yani, şu hekimler olmasa sağlık sistemimiz ne de güzel işlerdi. Madem öyle, İstanbul Taksim Meydanı’nda sallandıralım 4050 doktoru, bakalım diğerleri bir daha doktorluk yapabilecekler mi? Öyle ya, mademki bu kargaşanın sorumlusu hekimlerdir. Asalım bu hekimleri… HUZURSUZLUK KAYNAĞI Öncelikle tüm saçlar “bone” adı verilen ve genellikle havuz, termal hamam ve banyolarda kullanılan sıkı, elastik bir örtü ile tamamen kavrandıktan sonra, üzerine türban örtülmektedir. Böylece tesettür gereği saçın kazara da olsa açılma ya da görünme riski önlenmektedir. Bunun bir ileri aşaması sadece gözlerin görüldüğü burun ve ağız bölgesinin kapandığı biçime girmek olacaktır. Nihayet bakışlardanzaten duyulan rahatsızlık hatırlanarak gözlerin perdelenmesi gündeme getirilerek, kadının tamamen çarşaflanması (burka) düşüncesi yaşama geçirilecektir. İşin son derece garip olan bir diğer tarafı ise, TBMM'de iki parti arasında gerçekleşen ilk görüşmeler ve mutabakat sonrası, Anayasa Komisyonu'nda ve Genel Kurul'da görüşülerek ekseriyetle çıkarılacak olan Anayasa Maddeleri ve YÖK yasası değişiklikleri için 100'ün üzerinde üniversitesi olan Türkiye Cumhuriyeti'nin rektörlerinden ve öğretim üyelerinden görüş alınma ihtiyacı duyulmamasıdır. Söz konusu türban sorunu ile son kırk yıldır birebir muhatap olan kesim üniversitelerdir, gelecekte de, gündemdeki değişiklik ve düzenlemelerle ortaya çıkacak yeni sorun, çatışma ve kargaşa ile fiili ve hukuki olarak doğrudan doğruya muhatap olan kesimin yine üniversite yöneticileri ve öğretim üyelerinin olacağı ve bu durumun üniversitelerimizi daha da huzursuz edeceği göz ardı edilmemesi gereken bir gerçektir. TÜRKİYEYİ BÖLME ARACI Bir bilim adamı olarak televizyonlarda onlarca kamera önünde, TBMM çatısı altında milletin vekillerinin sanki ülkenin son derece hayati bir meselesini hallediyorlarmış gibi, oradan oraya koşuşturmalarını (üstelik doğrudan doğruya ve öncelikle kadını ilgilendiren bu sorunda, onlarca kadın milletvekiline sahip olmalarına rağmen, görüşme gruplarında tek bir kadın milletvekili olmaksızın) ibret ve hayretle izliyorum. Bu görüntü bir kez daha teyit etmektedir ki, türban sorunu aslında söz konusu partilerin ve parti yandaşlarının “hanımlarının” değil “beylerinin” sorunudur. Bu fiiliyat karşısında kendilerini ilgilendiren bir sorunda “beylerin” önde olmasını “hanım” milletvekillerimiz nasıl hazmediyorlar o da ayrı bir sorundur. Emperyalistler açısından Türkiye'nin bölünmesi, parçalanması, 85 yıl önce Anadolu'nun dört bir tarafında açtıkları çephelerde ve işgallerde yenemedikleri Atatürk'ü ve Anadolu halkını cephe açmadan, savaşmadan üstelik kendi evlatlarına laikantilaik, laikdinci bağlamında birbirlerini hırpalattırarak ve yedirerek bir iç kargaşaya doğru sürüklenmesinin en son ve bir başka perdesidir “türban sorunu”. Bundan önce ülkemiz topraklarında oynanan ve halen oynanmaya devam eden sağsol, alevisünni, en son KürtTürk tahrik ve çatışma ortamı yaratma ve hazırlama ve 70 milyonu birbirine düşürme, bölme, parçalama üzerine planladıkları bu en son perde, amaçlarına yakınlaştıkları da en son perde ya da sonun başlangıcıdır. Bunu görmemek, hissetmemek eğer saflık değilse, en büyük aymazlık ve ihanettir. Bu perdenin senaryosunu yazan, şekillendiren, savunan, ısıtıp ısıtıp her genel ve yerel seçimlerde halkın önüne koyan siyasetteki, yasama ve yürütmedeki gelmiş geçmiş tüm aktörleri, ülkeyi getirdikleri bu durum ve yoğun çabaları için kutlamak gerekir! Hasan Yazıcı’nın yazısı ve TÜBA açıklaması 21. sayfamızda CBT 1090/15 8 Şubat 2008
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear