18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kitabın Biri GÜRAY ÖZ 6 6 HAZİRAN 2009 CUMARTESİ Paris Düşerken “Andrè’nin atölyesi ‘Cherche Midi’ sokağındaydı” diye başlar roman. Yine o sokakta Andre’nin atölyesinde biter. İlk sayfalardaki Andre ile ikinci cildin sonundaki Andre artık biraz farklıdır. “Bulacağım. Işıkları, şenlikleri, balları, gelincikleri…ve gökyüzünü tabii… pırıl pırıl Paris’i…bulmaz olur muyum hiç… Bulacağım!.. – Herkes evine! Vakit doldu! Herkes evine!... diye bağıran hoparlörü işitmiyordu.” Paris’ten söz ediyoruz. İkinci Dünya savaşında Almanlara küskün bir gelin gibi teslim olan Paris’ten. İlya Ehrenburg’un Paris Düşerken adlı romanını bizim kuşaktan okumayan herhalde yoktur. Sonra büyük bir telaşla ve teslim olmayanlar ölmez duygusuyla “Fırtına”yı ve “Dipten Gelen Dalga”yı beklemiştik. Çok şükür, çok şükür gelmişti onlar da ve biz savaşkan ruhumuzun iç huzurunu bulmuştuk Ehrenburg’un üflediği sihirle. İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa’nın teslimiyetine fazla aldırmazdık. İspanya iç savaşına sırtını dönen bu ülkeye kızgındık çünkü. Ama Fransızları ciddiye alıyorduk. Siyaset sahnesindeki dalavereleri, teslimiyetçi politikacıları, ama aralarında silah tüccarlığından kendi düzenine nefrete kadar değişen Dessère gibi yurtseverler de vardı kuşkusuz, şaşkın sanatçıları, kahraman komünistleri, Halk Cephesi’nin unutulmaz militanlarını derin bir hüzünle ve içten içe büyüyen bir heyecanla yazdığı için pek sevmiştik Ehrenburg’u. Bir Rus, bir Sovyet yurttaşı, anlatıyordu Fransa’yı, Paris’i. Bu nedenle de daha bir önemliydi bizim için. İkinci Dünya Savaşının tüm acılarını sırtlanmış ülkenin savaş görmüş yazarı, çok iyi bildiği yaşadığı ülkeyi ve insanlarını derin bir sevecenlikle anlatıyordu. Bizim pek de beceremediğimiz bir şeydi o sıralarda bu sevecenlik. Hüzün evet, ama insanların hepsini sevecenlikle anlamak anlatmaya çalışmak, hayır, daha uzaktı bizden. Sonra ve yavaş yavaş öğrendik. Daha sonra Ehrenburg’un anılarını okuduğumda, Nazım’la ilişkilerini dostluklarını öğrendiğimde de bu içtenlikten derin bir haz duymuş, kendi yazılarımda böyle bir ustalığa sahip olmanın heyecanını yaşamış, olamamanın kederini duymuştum. Paris Düşerken’in bendeki nüshası 1986 Sosyal Yayınlar Baskısı. Sosyal Yayınlar 70’li yıllarda en güzel kitapları basardı. Romana ağırlık verdiklerini, en iyi çevirmenleri seçtiklerini biliyorum. Paris Düşerken’i de Attila Tokatlı çevirmişti zaten. Sosyal Yayınlar’ın sahibi Enver Aytekin’le, bir ay kadar kısa bir süre Maltepe Askeri Cezaevinde, tanışmışlığım da var. Bütün bunlar bende Paris Düşerken’i ve öteki romanların fonundaki hayatı zenginleştiren anılardır. Ama romana gelelim artık. ??? Paris Düşerken zengin bir destandır. Romanda bir kahraman değil, onlarca kahraman vardır. Kahramanların hepsini, düşmüşünü de, hainini de, insanın hallerini kavrayan bir yazar olarak resmeder Ehrenburg. Teslimiyetin bin bir derecesini yaşayan kahramanlar bile kendilerini haklı görmek ve gösterebilmek için bin dereden su getirirler ve kimi zaman gözyaşları içinde, derin acılar içinde yaşarlar. Bunların en tipiklerinden birisi, milletvekili, bakan Paul Tessat’dır. Onun çıkarlarına ve sonra her şeye teslimiyetini acıyarak izlersiniz. Komünistlerle tanışan ve onlara katılan kızı Denise için döktüğü gözyaşına inanırsınız. Hasta karısına duyduğu ikiyüzlü sevgi bile sizi üzebilir. Sınır açıkça faşist olanlara gelince keskinleşir Ehrenburg’un kalemi. Ama orada bile insani acılara duyarlı bir yazar bulursunuz karşınızda. Ve kuşkusuz Paris’tir asıl kahraman. Romanın tüm sayfalarına izini bırakan kenttir Paris. Başta da söyledim, teslimiyetin günden güne bin bir gerekçeyle gerekçelendirildiği günlerde Paris küskün bir gelin gibi bekler işgalci Almanları. Teslim olur sonunda. Ama o teslimiyetin içinde, o hüznün, o derin kederin içinde filizlenecek isyanı görürsünüz. Hayır bu romanda isyan daha şekillenmemiştir. Bilirsiniz ki Paris içten içe hazırlanmaktadır. O gittikçe yoğunlaşan öfkeyi, nefreti neredeyse elle tutarsınız. O gittikçe kabaran isyanın işareti Michaud. O karanlık günlerin ufuktan göründüğü aylarda İspanya’daki savaşa koşmuştur o. Ama döndüğünde Paris artık Almanların elindedir. “Dışarı çıkmaz olmuştu Parisliler. Alman askerlerini sokakta dolaşır görmeye alışamıyorlardı bir türlü.” Michaud döndüğünde artık bir isyandır ve Denise beklemektedir onu. Paris’te her türlü acıya tanık olmuş Denise’e umut aşılayacaktır. “Kaçınılmaz şekilde yeneceğiz Denise, yenmeğe mahkumuz biz. Yeneceğiz ve mutluluk gelecek… İnsanlar mutluluğa susadı, görmüyor musun… En basit şeylerin susuzluğuyla kıvranıyorlar... yaşamaya susamışlar, solumaya, ayak seslerinden artık korku duymamaya susamışlar, alarm düdüklerini bir daha işitmemeye… ve çocuklarını kucaklamaya, birbirlerini sevmeye, tıpkı ikimiz gibi, sen ve ben gibi Denise… Mutluluk gelecek göreceksin, gelmemezlik edemez, gelecek… Ve bir duayı bir aminle bitirir gibi tekrarladı Denise: Gelecek” Sonrasını nehir romanın sonraki ciltlerinde Fırtına ve Dipten Gelen Dalga’da anlatıyor Ehrenburg. Siz de biliyorsunuz, gelmiş geçmiş savaşların en vahşisinin sonucunu. Faşistler, naziler yenildi. Paris büyük bir coşkuyla kutladı zaferi. Tüm insanlık kutladı. Sevinçli bir bayram günü oldu o gün tüm dünyada. Sonra ne oldu derseniz. O, başka romanların konusudur ve insanlığın kederi, hüznü daha bir vakit bitmez. 26.05.2009. Bursa Şevket Yılmaz Devlet Hastanesi’nde elektrik kontağından çıkan yangında sekiz kişi hayatını kaybetti. Yangının çıktığı ESRA katta, yangın sistemi AÇIKGÖZ algılama yoktu... Burayı bir GAMZE taşeron firma yapmıştı... ERBİL 09.02.2009. Tuzla’da hafta sonu olmasına rağmen çalışılmaya devam edilen Dentaş Tersanesi’nde ambar kapakları arasında sıkışan Selim Sevgili hayatını kaybetti. 17 yılda Tuzla’da ölen işçi sayısı 119’a yükseldi... Bu iş cinayetlerinin birinci sebebi taşeronlaşmaydı... 25.02.2009. Türk Hava Yolları’na ait bir uçak, Hollanda’nın Amsterdam kentinde Schiphol havaalanına inerken yere çakıldı. Dokuz kişi öldü.... Sendika, kazanın bir uyarı olduğunu söyleyerek havayollarındaki taşeronlaşmaya dikkat çekti... DİSK Birleşik Metalİş Sendikası Uluslararası İlişkiler Uzmanı Gaye Yılmaz, taşeronlaşmayı “üretken sermayenin parçalara ayrılarak uluslararasılaştığı” 1970 sonrası sürecin getirdiğini anlatıyor. “Üretken sermayenin parçalara ayrılarak uluslararasılaşması” ne mi demek? Yanıt Yılmaz’dan: “Bundan anlaşılması gereken, belli bir üretimin farklı aşamalarının, farklı ülke veya bölgelerde, farklı bireysel sermayeler tarafından yapılması. Bu anlamda ortaya çıkan yeni tür kapitalistlerin sermaye birikim düzeyi çok geri olduğu için taşeronlardaki çalışma koşulları daha ağır, fiziksel sömürü düzeyleri daha yüksek, çalışma süreleri daha uzundur. Bütün bunlar üretim maliyetlerini aşağıya çektiği ölçüde, yalnızca taşeron kapitalistlerin birikim yapmasını sağlamakla kalmaz, taşeronlardan girdi tedarik eden büyük firmaların sermaye birikimini de hızlandırır”. Böl, parçala, sömür, öldür Kaybeden hep işçiler Bilişim sektöründe taşeronlaştırma uygulamaları uluslararası ölçekte giderek yaygınlaşıyor. Büyük firmaların kimi hizmetleri başka şirketlerden alması, dış kaynak kullanımı, IT Outsourcing olarak adlandırılıyor. Eğitimli işgücü kaynaklarının bulunduğu, ancak işgücünün düşük maliyetli, sendikal örgütlenme geleneğinin zayıf olduğu ülkeler, bilişim sektöründeki taşeronlaştırma uygulamalarının gözde ülkeleri. Hindistan, Çin, Filipinler ve Doğu Avrupa... Bu ülkelerdeki eğitimli ve ucuz “beyaz yakalı profesyoneller”, gelişmiş ülkelerin yüksek ücretli beyaz yakalıları karşısında sermayenin temel tercihi haline geliyor. Türkiye gibi ülkelerdeki nitelikli işgücü kaynakları da “kaybedenler” arasında. IBM’deki sendikalaşma sürecinde işten çıkarılan Nedim Akay, bugün diğer bilişim çalışanlarının örgütlenme sürecini destekleyici dernek (www.bitder.org) ve sendikalaşma (www.bilisimsendikasi.org) faaliyetlerini yürütüyor. “İşimiz, geleceğimiz hızla Hindistan’a, Çin’e, Filipinler’e gidiyor” diyor, “Çözüm için bizlerin de günlük ücretlerimizi üç dolara düşürmemiz mi bekleniyor? İki yıl önce IBM Türkiye İş Bankası’nın 50 milyon dolarlık projesini taşeronlara verdi. Bu proje için Hindistan’dan ve ucuz işgücünün olduğu diğer ülkelerden yüzlerce insan geldi ve çalıştı. Sonuçta kazanan IBM, kaybeden Türkiye bilişim sektörü oldu. Bu sadece Türkiye’de her iş kazasının ardından taşeronlaşma konuşuluyor. En son Bursa Şevket Yılmaz Devlet Hastanesi’nde çıkan yangında olduğu gibi. Korkutucu olansa, taşeronlaşmanın gemi inşasından sağlığa, tekstilden havayollarına kadar her alanda kendini göstermesi. Çözüm devlet denetiminde yatıyor, ama aksine yeni yasalarla taşeronlaşmanın önü daha da açılıyor. ! Sendikasızlaşmayı getiriyor İşte Tuzla tersanelerinde yaşanan “iş cinayetleri”nin, kot taşlama işçilerinin yakalandığı ölümcül meslek hastalığının nedeni de bu; taşeron üretiminde maliyetlerin hep düşük tutulmak zorunda olması. Bunun en kolay yolu da, işçi sağlığı ve iş güvenliği için yapılan yatırımları kesmekten geçiyor. İşsizliğin yoğun olması da bu firmaların ekmeğine yağ sürüyor. Yılmaz’a göre, taşeron firmaların bu maliyetlerin hiç değilse bir bölümünü üstlenmesini sağlamanın tek yolu, denetim ve cezai yaptırımların maliyetinin daha yüksek tutulması. “Bu denetim ve cezai yaptırımları uygulayacak merci, devlet mekanizmasıdır” diyor, “Buna karşın bütün devletler, ‘kalkınma yarışında öne geçmek’ hedefine kilitlendiği için, firmaların birikim hızını yavaşlatıcı önlemler almaktan kaçınıyor hatta tam tersini yapıyor; yani sermaye birikimini engelleyen düzenlemeleri ortadan kaldırıyor”. Yılmaz, Türkiye’de taşeronlaşmanın özellikle 90’lardan sonra hızlandığını söylüyor. Üstelik taşeron işletmeler başlarda doğrudan üretimle ilgili olmayan yemekhane, temizlik, güvenlik gibi alanlarda görülürken bugün gemi inşadan tekstile, metalden gıdaya, lojistikten çeşitli hizmetlere kadar onlarca farklı sektörde taşeron çalışma ilişkileri giderek yaygınlaşıyor. Taşeron ilişkileri kayıt dışılığı, sendikasızlaştırmayı da getiriyor. Uzun çalışma süreleri, zorlu çalışma koşulları, sigortasızlık, düşük ücret... Taşeronlarda en fazla sömürüye açık, en fazla güvencesiz çalışan emekçiler. Yılmaz, taşeron üretim organizasyonuna karşı örgütlenecek tepkilerin mutlaka taşeronlara girdi ürettiren büyük ölçekli kapitalistleri ve taşeron ilişkilerini düzenleyen, gereken önlemleri almayan devletleri de hedeflemesi gerektiğini belirtiyor. “Aksi takdirde gerek taşeronluğun kendisi gerekse sermaye birikim sürecinin bütünselliği ve ilişkiselliği göz ardı edilmiş olacak, çünkü taşeron üretimi, sermaye birikiminin bugün ulaştığı aşamada sistemin yapısal bir ihtiyacını karşılıyor ve bizzat Gaye Yılmaz devletlerin eliyle koordine ediliyor” diyor. çalışanların haklarının yok edilmesi ile sınırlı değil, bilişim sektöründeki irili ufaklı binlerce firmanın da yok olması demek. Düşünün, geçen yıl IBM Vodafone IT bölümünü olduğu gibi taşerona vermek üzereydi. Eğer olsaydı Vodafone’un tüm IT yatırımları IBM tekelinde olacak ve Vodafone’dan para kazanan onlarca firma yok olacaktı.” Akay’a göre, uluslararası sendika organizasyonlarının ulusal sendikalar ile olan zayıf bağları ortak strateji geliştirilememesine ve uzun bir süre bu değişime seyirci kalınmasına sebep oldu. Şimdi uluslararası şirketlerin çalışanları ile işbirlikleri oluşturarak, çalışma konseyleri kurarak ve ulusal sendikalarla birlikte vizyon geliştirmeye çalışarak bu zayıf bağ güçlendirilmeye çalışılıyor. Bursa’daki hastane yangınında yakınlarını kaybeden insanlar kahroldu. Devlet eliyle iş yasası ihlali Avukat Ayhan Erdoğan: Önceki 1475 sayılı iş kanununda “diğer işveren” tanımı yer alırken 1980’lerden sonra, “taşeron”, “tali işveren”, “alt ısmarlanan”, “alt işveren”, “alt işletici” gibi kavramlara yer verildi. Mevcut 4857 sayılı İş Kanunu’nda taşeron “alt işveren” kavramıyla tanımlanarak gerçek kimliğine ilişkin sürecini tamamlıyor. Bu sürecin işçilere maliyeti ise öncelikle 30’dan daha az işçi çalıştırılan işyerlerindeki emekçilerin iş güvencesinden yararlanamaması. Bu aslında iş yasasının ruhunun ortadan kaldırılması demek, çünkü iş güvencesi yoksa iş kanununuz illüzyon olmaktan öte bir anlam taşımaz. Dolayısıyla bugün yapılması gereken ilk iş, taşeronluk kavramının yasadan çıkartılması ve tüm çalışanların iş güvencesine kavuşturulması olmalı. Ayrıca taşeronlaştırmanın yine İş Kanunu’nda yer alan 50 veya daha fazla işçi çalıştıranlar için mecbur tutulan eski hükümlü, engelli ya da terör mağduru çalıştırma zorunluluklarından da kaçma yolu olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Bir an için, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesindeki “... Asıl işverenin işçilerinin alt işveren tarafından işe alınarak çalıştırılmaya devam ettirilmesi suretiyle hakları kısıtlanamaz veya daha önce o işyerinde çalıştırılan kimse ile alt işveren ilişkisi kurulamaz. ...” düzenlemesiyle taşeron tanımını da kısıtlayarak, fason üretim ve dışarıya iş vermeyi bu tanım dışında tuttuğu düşünülebilir. Oysa uygulamada bu madde dışarı iş verme anlamında çoktan aşıldı. Bu maddeye dayanarak açılacak davaların sonuç getirme olanağı da bulunmuyor. Ayrıca, sağlık sektöründe taşeron çalıştırılmamasına yönelik Danıştay kararı olmasına rağmen, devlet hastanelerinde çalışan sağlıkçıların neredeyse çoğunluğunun taşeron olması yargı kararlarının hak sahiplerini kurtarmadığını açıkça ortaya koyuyor. Son olarak 4857 Sayılı Kanunun 2. maddesine eklenen hükümle, devletin esasen iş yasalarındaki taşeronlaşmaya yol açma sebebinin, işçi ve emekçilerin sosyal ve mali haklarını elinden almak olduğu çekinilmeden ifade ediliyor. Havayollarında suç işleniyor Hava İş Sendikası Genel Sekreteri Mustafa Yağcı: Havayolu taşımacılığında taşeronlaştırma çok yaygın; özel güvenlik, uçak yüklemeboşaltma ve kargo işlemleri, temizlik (uçak içinde ve uçak parçalarında), kimi tamir işleri hep taşeron. Havayollarında taşeronlaştırmanın uçuş emniyetiyle ilgili ciddi sonuçları var. Temizlik yapan bir kişinin bilmeden bir aleti yanlış temizlemesi dahi önemli sonuçlar doğurabiliyor. Mesela, bir işçi uçağın kargo kapağını kapalı sanmış, pist başında kapak açılıp bagajlar düşmüş. Türkiye’de sivil havacılık otoritesi özerk ve yeterli teknik eleman sayısına sahip olmadığından bu tip örnekler de kayıt altına alınamıyor. O yüzden ancak resmi kayıtlara geçmiş bu örneği verebiliyorum. Havayolu taşımacılığı uluslararası kuralları olan bir iş ve bir tüketici hakkı. Yani uçuş emniyetini riske atmak suç işlemek anlamına geliyor. Taşeronlar kalifiye olmayan işçilerle çalışıyor, yani düzenli eğitim ve sertifika gerektiren, sivil havacılık denetimleriyle sürekli kontrol edilmesi gereken kurallar yok sayılıyor. Yoğun çalışma saatleri, düşük ücretler de cabası. Buralarda sendikalaşmak da zor. THY’nin yüklemeboşaltma işlerini üstlenmiş Euroserve şirketinin 1400 çalışanı sendikalı olunca, THY’nin Toplu İş Sözleşmesi’nden (TİS) yararlandırılmalarını talep ettik. İşverence teklifimiz reddedildi. Çalışma Bakanlığı’ndan burada TİS imzalanması konusunda yetki aldık. Bu sefer de THY bu taşeronla sözleşmesini feshetti ve 1400 kişi işsiz kaldı. AİHM’e başvurduk, dava sürüyor. Türkiye’de her şey rekabet ve maliyet ekseninde gittiği için taşeronlaşma da artıyor. Hatta taşeronlaştırmadan sonuç alamayan işveren bu defa başka şirketlerle geçici iş ilişkisine giriyor. Böylece, sendikal mücadeleyi teknik olarak etkisiz hale getiren üçlü akid yapılıyor. ? Hırsız ve Köpekler; Necip Mahfuz. Nobel ödüllü Mısır’lı yazarın intikam konulu naif romanı, aslında bizim pek bilmediğimiz bir ülkenin insanlarını, ama sanki yaşadığımız bir dünyayı anlatıyor gibi. C MY B C MY B Ötekiler
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle