10 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Sayfa 21 Haziran 2013 Cuma a4 C Okurları Yazıyor – 8 Yaşam Kaplan Görürsen Gözüne Bak! MİNE CANDAR uslu bir Periyar sabahının beşinde önce jip safari sonra da yerel halktan çelimsiz bir Hintli (orman kılavuzu) ile vahşi ormanın derinliklerine dalacağız. Grubumuz altı kişi, bir de bizi korumak için eli sopalı rehberimiz yedi kişi, kelle koltukta gidiyoruz ne ile karşılaşacağımızı bilemeden. Her taraf sis kaplı, doğa gelinliğe bürünmüş gibi, bu gizemli ortamda ormanı dinliyoruz. Yüzlerce kuş sesi ve bilmediğimiz başka sesler bize eşlik ediyor. Rehberimiz bizi ormanın bir köşesine çekiyor ve vahşi hayvanlardan korunma tekniklerini anlatıyor; eğer yalnız bir tek fille karşılaşırsanız çok tehlikelidir, saldırabilir. Eğer size saldırırsa yokuş aşağıya doğru tabanları yağlayın diyor. Eğer bir rino (tek boynuzlu gergedan) ile karşılaşırsanız, onu şaşırtmak için koşarken üzerinizdeki kıyafetleri sağa sola fırlatın diyor, üryan koşmak istemem ama biçare konunun tam ortasındayız. Yok, eğer bir kaplanla karşılaşırsanız, direkt gözlerinin içine bakın diyor, bunu yapabileceğimi hiç zannetmiyorum ben çok utanırım. Ve bir ayıyla karşılaşırsanız, komple kendinizi ikram edip kaderinize razı olacaksınız diyor. Daha yolun başındayız Yarabbi, hay aklıma şaşayım. Her adım başı, büyük vahşi hayvanlardan kalma izlerle benim boyumdan büyük koca koca tropik ağaçların yapraklarını yara yara ilerliyoruz, P ağaçlar o kadar engin ve gür ki neredeyse ormanın içine ışık sızmıyor. Muson yağmurları sonrası, litchi denilen sülükler olurmuş, bunlara dikkat edin diyor. Hayvancıkların sana yapıştığını bile anlamadan, öyle aksesuarlı olarak yürüyüp gidersiniz diyor, ta ki benzimiz solana kadar, huylanıyorum. Bir yaban sığırı görüyoruz, ürküp kaçıyor, firavun fareleri, sincaplar, cins cins primatlar görüyoruz. Aslan kuyruklu Makak, Nilgiri Languru ve Tepeli Makak. Bir ağaçta birkaç büyük sincap görüyorum ve fotoğraf çekme arzusuyla aval aval yukarı bakınırken bir mucize oluyor, ağacın dalları dile geliyor, böööö. Anacığım o da ne? Koca koca boynuzlarıyla bir Mus geyiğini burnumun ucunda görünce, olduğum yerde mıhlanıyorum, bende tık yok, bakışıyoruz ve kaçıyor; ya da ben kaçıyorum. Ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe, bu vahşi yerlerde yaşayan birkaç köylü görüyoruz. Her yer fil tezeği, filler, sürtüne sürtüne bazı ağaçların kabuklarını kaşınmak için soymuşlar. Korkuyla trekking iki kat daha yorucu, yorgunluktan geberiyoruz. Bazı ağaçların dallarına, yaban arıları bal yapmış, taş düşebilir ayı çıkabilir deyip uzuyoruz. Sonunda bir göl kenarına ulaşıyoruz. Yüzlerce orkide çiçeğinin arasında, trekkingciler için yapılmış olan, tam vahşi bir ormana yakışır doğal tesislerde, bizim için hazırlanmış, nefis Hint yemeklerini ne kadar çok hak ettiğimizi düşünerek doyasıya yiyoruz. Biraz dinlendikten sonra gölde bir tekneyle usul usul ilerleyerek sessizliği dinliyoruz. Vahşi ormanımıza geri dönüyoruz, ağaçların ne kökü belli ne de yeşilliğin sonu. Rehberimiz ara sıra bize ilginç bitkileri tanıtıyor ve hep tırmanıyoruz, yükseklerde muhteşem bir tapınağı uzaktan görüyoruz. Sabarimala Tapınağı. Kerala’da çok önemli bir yerel inanış vardır. Shiva ve Vishnu’nun birleşmesinden ortaya çıkmış bir tanrı formu olan Sri Ayappa. İşte bu tapınak Ayappa’ya adanmıştır. Bir saat kadar yürüdükten sonra, aniden fil sesleriyle irkiliyoruz. Rehberimiz bizi hemen yakındaki, etrafı büyük hendeklerle çevrili bir “fil saldırılarından sığınma kulübesi”ne götürüyor. Bir süre burada titredikten sonra, geriye kalan gücümüzle balta girmemiş ormana tekrar dalıyoruz, ama ne dalış. Tek sıra halinde yürüyoruz, kılavuzumuz arkadan gelen birisine bir şeyler anlatıyor, biz ilerliyoruz, birden yolumuzun üstünde kocaman, boylu boyunca uzanmış bir kral kobra görüyorum. “Yılan, yılan” diye bağırıyorum, yok yok sopa diyorlar, o sopa kafayı bir kaldırıyor, yelpazelerini açınca herkes dona kalıyor. Bir yudumcuk güneş ışığı görmüş, güneşleniyormuş hayvancık, iki tıslayıp uzaklaşıyor, sağolsun. Siena ve Çevresinde Ortaçağı Yaşamak SERKAN PAPİLA kşam geç saatte vardığım ve ertesi sabah yağmurda, yürüyerek gezdiğim Siena’nın eski kent merkezinde, ortaçağa ışınlanmış gibi oldum. Her şeyin ilk günkü gibi korunduğu sokaklarda gezerken her an bir köşeden atlı bir şövalyenin çıkıvereceğini hissediyorsunuz, bu şehirde arabaya izin yok, her yer yayalar için! Palazzo Pubblico (belediye) ve Torre del Mangia’nın (çan kulesi) da yer aldığı Piazza del Campo, taşlı yolları ile sanatsal ve geometrik şekilde yapılmış, eğimli devasa bir meydan. Bu meydanın en büyük özelliği ise her sene 2 Temmuz ve 16 Ağustos tarihlerinde yapılan “Palio” (at yarışları) şenliklerine ev sahipliği yapması. Bu yarışlarda her şey ilk günkü gibi A değişmeden gerçekleştiriliyor ve teknolojik hiçbir yardım alınmadan meydan, yarış ve atlar hazırlanıyormuş. Beni en şaşırtan konu ise yarışacak atların kilisede kutsanması oldu. Siena’nın sokaklarını gezerken binaların taş ustalığından ve rengârenk panjurları olan evlerden etkilenmemek olanaksız. Yağmurda renkler harika görünüyor. Siena’da dikkatimi çeken bir diğer ayrıntı sokaklardaki bayraklar oluyor, sonradan öğreniyorum ki burada her mahallenin kendine has amblemi ve bayrağı varmış. Çünkü mahalleler bağımsızlıklarını birbirlerinden ayrı kazanmışlar. Hatta bazı mahalleler arasında husumetin devam ettiği ve kız alıp vermedikleri söyleniyor. Bu da bana Shakespeare’nin meşhur Romeo ve Julyet’ini anımsatıyor. Bu eşsiz ortaçağ kentinden başka bir ortaçağ kasabası olan San Gimignano’ya yola çıkıyorum. San Gimignano kırsalda, bölgeye hâkim bir tepede kurulmuş yüksek kulelerle çevrilmiş. Bu kuleler zenginliğin göstergesiymiş. Vadi manzarası çok güzel. Siena’ya dönüşte, GPS beni otoyola çıkarmadan götürürken yol üstünde planda olmayan bir yerde duruyorum. Porta Volterrana. Hiç kimsenin olmadığı sokaklarda rahatça fotoğraf çekiyorum. Gezimin sonuna doğru, İtalya’nın Riviera’sı Cinque Terre’ye gidiyorum. Türkçe anlamı “Beş Köy” olan bu köyler sırası ile; Riomaggiore, Manarola, Corniglia ,Vernazza ve Monterosso al Mare. Birbirlerine yan yana komşu olan bu köyler, deniz kenarında, yamaçlara doğru, dar sokaklı, rengârenk evleriyle insanı büyülüyor... Vernazza’nın girişinde, 2011’de yaşadıkları sel felaketini yansıtan büyük bir fotoğraf var. Bir gün öncesinde, televizyonda anma törenini izlemiştim. Denize açılarak hayatını kaybedenlerin anısına çelenk bırakmışlardı. Güneşin batışını Manarola’da seyretmek ayrı bir güzellik. Rengarenk evler akşam güneşinde daha da güzel oluyor. Köyün sahili olmadığı için sokakları karaya çekilmiş teknelerle dolu, sanırsınız ki kapının önüne arabalarını park etmişler. Bu köyler için en rahat ulaşım aracı tren. Bütün köyler birbirine ayrıca yürüyüş yolları ile bağlı, yalnız Riomaggiore, Manarola arasındaki yürüyüş yolu kaya düşmelerinden dolayı kapalı. Ben ekim sonu gittiğim için fazla kalabalık yoktu. Yazın o dar sokaklar kalabalıklaşınca nasıl olur bilemiyorum… C okurlarının gezi izlenimlerini, (sayfa olanakları çerçevesinde) bundan sonra da paylaşmaya devam edeceğiz. Bu sayfada yer almasını istediğiniz ve boşluklu 3 bin vuruşu geçmeyen gezi yazılarınızı [email protected] adresine bekliyoruz. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle