22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 6 EYLÜL 2020 Bir resim bir öykü 3 Mayıs 1808 HALUK ERDEMOL 1 8 0 4’te kendini imparator ilan eden Napolyon Bonaparte (I. Napolyon) 1807’ye gelindiğinde Atlantik kıyısından Rusya sınırına dek kıta Avrupasının büyük bölümünü kontrolü altına almış bulunuyordu. 1805 Trafalgar yenilgisinden bu yana askeri yönden diş geçiremediği İngiltere’yi mali sıkıntıya sokmak için kontrolü altındaki ülkelere İn Joseph’i oturttu. Kraliyet ailesinin Fran sızlar tarafından aşağılanması karşısında gururuna düşkün İspanyol halkı isyan etti. Madrid’de 2 Mayıs 1808’de zirveye ulaşan isyan Fransızlar tarafından kanlı biçimde bastırıldı ve ertesi gün şafak sökmeden yüzlerce direnişçi kurşuna dizildi. Sivil halkı sindirmek için idam cezaları diğer yerlerde de sürecekti. Goya, 2 Mayıs gününden bir sahneyi betimlediği bir tablo daha yapmıştı. Şenol Güneş Özgün adıyla ‘El Tres de Mayo 1808’, 3 Mayıs 1808 günü Napolyon Bonaparte’ın askerleri tarafından kurşuna dizilen İspanyol sivil direnişçilerin anısını yaşatıyor. (F. Goya) gilizlerle ticaret yapmayı yasaklamıştı. İspanya Fransa’nın müttefikiydi, fakat Bonaparte İngiltere ile iyi ilişkiler içinde olan Portekiz’e bir ders vermek istiyordu. Portekiz’i istila etmek amacıyla Ekim 1807’de Pirene Dağları üzerinden İspanyol topraklarına ilk aşamada 28 bin asker sürdü. Bu sayı bir yıl içinde 120 bine ulaştı. HHH İspanya üzerinden sürdüğü bu askeri güçle Napolyon Portekiz’i de kontrolü altına almış, ama bu hedefin gerçekleşmesine yeterli olan sayıdaki askerlerinden daha fazlasını İspanyol topraklarında bırakmıştı. Bunun ardında öteden beri beslediği bir amaç vardı: İspanyol tahtını ele geçirmek. Elindeki askeri gücü ustaca kullanarak zamanın İspanya kralı IV. Carlos’u zorla tahtından indirdi, oğlu Prens Fernando’yu hapsetti ve İspanya tahtına o zaman Napoli kralı olan kendi kardeşi HHH İspanyol direnişçiler ülkenin her yerinde Fransızlara karşı bugün gerilla dediğimiz yerel savaş yöntemini kullandılar. “Küçük savaş” anlamına gelen İspanyolca “guerilla”nın bu direniş savaşları sırasında ortaya çıktığı ve diğer dillere buradan geçtiği kabul ediliyor. Direnişçiler bu tür beklenmedik saldırılar ve tacizlerle Fransız yanlısı valilerin ve işbirlikçilerin gözünü korkutup onları etkisiz bıraktılar. Napolyon’un İspanya ve Portekiz’i istilası İngilizlerin önce Portekiz’e, sonra İspanya’ya yardımları sonucu İngilizFransız savaşına dönüştü (Yarımada Savaşı) ve Fransızların kendi sınırlarına çekilmeleriyle 1814’te son buldu. Hapisteki prens, VII. Fernando sanıyla İspanya kralı oldu. Tabloda ışık kaynağı olarak sadece idam mangasının önündeki lamba görülmektedir. Çünkü idamlar gün doğmadan gerçekleştiriliyordu. Şenol Güneş, ülkede yeniden ‘milli takım rüzgârı’ estirmek istediklerini söylüyor Yeniden ulusal takım ARİF KIZILYALIN Tüm dünya kötümser bir koronavirüs tablosuyla sonbara merhaba diyor. Herkes çok darbe aldı, belki de en çok etkilenen alanlardan biri de futbol. Şenol Hoca, tüm bu olumsuz salgın koşullarına rağmen ülkeye milli maç heyecanını yeniden hissettirmek için çabalıyor. Pandemi tüm dünyayı olumsuz etkiledi, futbolu da... Aylarca santra vuruşu yapılmadı, statların kepenkleri indirildi. Almanya’nın, ardından da İngiltere’nin dürstmesiyle yeniden başlasa da maçlar, sessiz sinemaya benziyor; kimse mutlu değil, ama umut var! Bu tanımlamalar Ulusal Futbol Takımı Teknik Direktörü Şenol Güneş’e ait. “Seyircisiz maçların rengi yoktu. 12. adam seyirci diye bir tanımlama vardı, ama seyircinin birinci adam olduğunu anladık. Seyircisiz futbolun zevkli olmadığını gördük, ancak bir yerden başlayıp yeniden çarkı çevirmemiz gerekiyordu, şimdi onu yapıyoruz” diyor. Gerçekten de start alan milli günlerin yeniden gündem olması için yoğun çaba harcıyor Şenol Güneş. TV’lere çıkıyor, gazetecilerle sohbet ediyor. Amacı soğuyan futbol heyecanını yeniden alevlendirmek. Peki, eski havamızı yakalayacak mıyız? Şenol Güneş’e göre evet, çünkü pandemi döneminde insanlık ayakta kalmak için mücadele veriyor ve bu mücadele ruhunun en önemli parçası da futbol. PANDEMIYLE SAVAŞIYORUZ İşlerinin kolay olmadığını söylüyor Şenol Hoca. “Kabul edelim ki futbolun yol haritası değişti. Ligleri başlayan ülkeler var, başlamayanlar var, yakın tarihte başlayacaklar var. Pandemi sebebiyle kadroya çağrılan, gelen giden oyuncuların karantina süreci var. Futbolu konuşup planlayacağımıza bu işleri önceliyoruz. Pandemiyle yaşıyor ve pandemiyle kalkıyoruz. Elbette bu yaşam biçimine sadece futbol bağlamında bakmak doğru değil. Toplumdaki sıkıntılar beni üzüyor. Ülkece ilk aylarda çok iyi mesafe alınmıştı ama, hatalar yaptık. Sayı giderek yükseliyor. Dünyada da böyle. Pandemiyle savaşıyoruz ve bu savaş hepimizin savaşı. Mücadele ediyoruz, mücadele edeceğiz, takım ruhu ile savaşacağız. Bu, görünmeyen bir düşman. Sabırla ve zamanla üzerine gideceğiz. Bilim bile bazen yeterli olmuyor. Sabır ve zaman en büyük silahımız olacak. Umarım geçecek.” Şenol Hoca maskemesafehijyen konusunda çok daha duyarlı olunmasını istiyor, haksız da değil. HEDEF KATAR Peki, ulusal takımın yol haritasında neler var? Yeni isimler izleyebilecek miyiz? “Yeniden başladık, elbette biz müsabık bir takımız ve Avrupa Şampi yonası finalistiyiz. Hazırlık sürecinin ardından UEFA Uluslar Ligi’nde 6 maçımız var. Marttan sonra dünya kupası elemeleri, haziranda Avrupa Şampiyonası var. Seneye eylül, ekim ve kasım aylarında Dünya Kupası elemeleri olacak. Hedefimiz Katar’da 2022 Dünya Kupası’nda yer alabilmek. Dünya Kupası bir ülke için çok önemli. Sadece milli formayı giyenler için değil, ülkede futbolla ilgili her kesim için yeni ve farklı bir heyecan. 2003’teki dünya üçüncülüğümüz hâlâ konuşuluyor aradan uzun yıllar geçti, yine o coşkuyu niye yaşamayalım? Üstelik şu günlerde bu tür başarılara ihtiyaç var. Futbolda başarı her zaman çok önemli, kabul, ama bu günlerde daha da önem arz ediyor” diyor Şenol Hoca. BEĞENDIĞI HOCALAR KIM enol Güneş, görevinin sade ce (A) takımla sınırlı olmadığını, her futbol insanı gibi gelecek Ş ? için de yoğun bir çaba içinde ol rın futbol kulüpleriyle bağlantılı olması, okul ve spor beraber gitmez düşüncesinin değiştirilmesi gibi çok büyük projeler var futbol duğunu ekliyor: “Elbette yarışırken alt gündemimizde. Bunlara akademi, fab tan da oyuncu çıkartmalıyız. Sürekli al rika ne isim verirsek verelim önemli de tını çiziyorum, üretim gerekli, ülkece kalkınmak için her alanda olduğu gibi futbolda da üretim şart. Çünkü alt yapılardan gelecek o gençler ülke futbolunun geleceği. Bu futbolcu için de öyle, teknik adam için de. Rıza Hoca, Mehmet Hoca değerimiz. Okan Hoca’yı, ğil, ama artık tesadüfe bırakacağımız, belli bir kesime bırakacağımız bir iş değil. Ve yetiştirdiğimiz isimleri yurtdışına göndermemiz gerekiyor. Bu şartlara göre kısmen bunu yapıyoruz, ama sayısını ve kalitesini artırmak gerekiyor. Bu Erol Hoca’yı çok beğeniyorum. Önem tanıtım ve döviz girdisi bağlamında da li işler yapıyorlar. Ortak sorunumuzun önemli. Ya da hiç olmazsa futbolcu yeni üretim olduğunu tekrar söyleyeyim. coğrafyalarda yeni bir şeyler öğrenir ve Kulüplerin futbol okullarına önem ver arkadaşlarına örnek olur.” mesi şart. Aslında, kulüplerin kurum Burada kendisine Dünya Kupası sal yapısı, ekonomik dizayn, tesislerin sonrası Kore macerasını anımsatıyoruz, daha kullanılır hale getirilmesi, okulla “Çok önemli” diyor. Belki de gerçek adımızdan daha çok bize başkalarınca takılan lakaplara uygun insanlarızdır Adını hak etmezsen lakabı yersin H ani “kendiyle barışık olma” hali vardır ya. Herkesin yapabildiğini iddia ettiği bir tutumdur ama hakkını vererek yaşayana da pek kolay rastlanmaz. Aklıma hep Ahmet Haşim gelir benim. Büyük şairimiz Haşim’in, eğer abartılmıyor sa çok çirkin olduğu söylenir. Haşim’in edebiyat dünyamızdaki yerinin ele alındığı yazılarda bu ya nı doğal olarak pek de öne çıkarılmamıştır ama arka Bİ DÜNYA İNSAN daşı olan kimileri anıların da üstadın çirkinliğinden söz etmişlerdir. Ahmed Haşim’in, başkalarına fır sat bırakmadan kendi çir kinliğiyle dalga geçmesine MUSTAFA K. ERDEMOL pek yer verilmez nedense. Üstat, eğer doğruysa çirkinliğinin yanı sıra bir hayli de sağlık sorunları yaşayan biriydi. Ömrünün son aylarını hastanede geçiren Haşim, hastalığı boyunca kendisine bakan kadınla evlendiğinde, ziyarete gelen dostlarına şunları söy ler örneğin: “Çok şükür, öldüğümde ben de geride benim için ağlayacak bir dul bırakacağım.” Yusuf Ziya Ortaç, Portreler’inde yazmıştır bunu. Haşim, bu sözlerin üzerinden birkaç ay geçtikten sonra ya şama gözlerini yummuştur. Bir başkası yazacak ol saydı okuyanı hüzünlendirecek olan bu sözler, ya Adı yeterli olsaydı Konfüçyüs’e “yaşlı bilge” anlamına gelen Lao Tzu lakabı takılır mıydı? zarın ağzından yukarıdaki gibi ifade edildiğinde, hoş bir nükte olarak hatırlanıyor. KEKEMELER KISA YAZAR İbrahim Alaaddin Gövsa’nın da son yıllarda kulağı ağır işitmeye başlayınca işi şakaya vurup, “insan ne rahat çalışıyor, kıyamet kopsa farkında değilim” dediğini aktarıyor Yusuf Ziya. Edebiyatımızın unutulmaz eleştirmeni Nurullah Ataç’ın da kekeme olduğu biliniyor. Bunun yazı yazmakta kendisine fayda sağladığını şu sözlerle açıklıyor: “O sıralarda bir yazı okumuştum; kekemelerin uzun cümlelerle yazama yacağını anlatıyordu, konuşurken nasıl sözü çabuk bitirmek zorunda iseler yazarken de öyleymiş. Boynumu eğdim, kekemeyim, ben de bütün kekemeler gibi kısa kısa yazarım.” YAHNİKAPAN AHMET PAŞA Kendini bilmek güzel şey. Bilmeyenlerin ise durumu hayli kötü. Her ne yapıp ediyorlarsa, o yaptıkları yüzünden toplumca sıfatlandırılıyorlar ki bazen pek isabetli oluyor. Yatılı okuldayken yemek sofrasında yemeklere herkesten önce o saldırdığı için Yahnikapan lakabını tüm ömrü boyunca taşıyan Osmanlı paşası Ahmet Paşa iyi bir örnektir buna. Osmanlı insanı ne yapsın? Ağzını açanın ya din ya da devlet düşmanı ilan edildiği bir toplumda, devlet büyüğünü eleştirmek kolay mı? Kulaktan kulağa yayılarak sansürü de baskıyı da aşıp giden bu keskin eleştirel mizah, tüm malzemesini “büyüklerimizin” hallerinden, tavırlarından alıyordu. Tahta oturmadan önce Kütahya’da valilik yapan edebiyatsever Selim’in, etrafına topladığı çok sayıda şair arkadaşı arasında Hocazade adlı birine neden Bokyedi Reis dendiğini gerçekten öğrenmek isterdim. Adam ne haltlar yedi de böyle bir unvanı (!) hak etti acaba diye. Hep de Selim’in etrafında mı toplanırdı bunlar? Çünkü yine onun padişahlığı sırasında Mısır’da bir sancak beyi vardı. Ona layık görülen lakap da Kuyrukluyıldız idi. Sadece devlet katında olanlar ya da devlet katın dakilere dalkavukluk yapanlar değil, hacı hoca diye geçinenler de kendi gerçekliklerine uygun sıfatları kolayca bulabiliyorlardı. Halveti Tarikatı’nın ünlü şeyhlerinden Ramazan’ın müritlerinden biri olan Bali Efendi aynı zamanda bir şairdi. Gerçek zenginliği ölümünden sonra anlaşıldığına göre varlığını herkesten gizleyecek kadar sinsiydi de demek ki. Şiirlerinde Cevheri mahlasını kullanırdı ama herkes onu bir tek sıfatla çağrırdı: Sarhoş Bali Efendi. Belki de gerçek adımızdan daha çok bize başkalarınca takılan lakaplara uygun insanlarızdır. Eski Türkler zamanında yaşamış olsaydık bize doğar doğmaz geçici bir ad takacaklar, büyüdüğümüze karar verildiği zaman da o güne kadar yapıp ettiklerimize uygun bir ad koyacaklardı ya da biz seçecektik. Demek ki adlarımızın ileride bir sorun olmasının önüne kolayca geçilebilecek önlemler bugünkünden çok daha mantıklıydı. Adını yapıp ettikleriyle hak eden biri olmak kişiye nasıl özgüven kazandırır bir düşünün. Yine de hiçbir ad gerçek bir tanımlayan değildir. Yardımcı sıfatlara, daha kuvvetli vurgu yapan takılara gerek duyuşumuz herhalde bu yüzden. Adı yeterli olsaydı Konfüçyüs’e “yaşlı bilge” anlamına gelen Lao Tzu lakabı takılır mıydı? Ya Haşim gibi yapıp “gerçekten kendimizle barışık” olacak, adımız her neyse (Savaş, Atıl, Hıncal gibi isimler istisna) ona uygun davranacağız ya da başkalarının bize lakap takmasına katlanacağız. Seçim bizim.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle