17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

c KASIM PAZARTES EGE PATİKA HALUK IŞIK [email protected] Suyun öte tarafı... ASUMAN ABACIOĞLU Her fırsatta, her tatilde akın akın teknelere doluşup karşıya geçiyoruz; suyun diğer tarafına. Çünkü orada yaklaşık 40 dakikalık bir deniz yolculuğundan sonra bir zamanlar sahip olduğumuz ama koruyamadığımız her şey var; tarih, kültür, geleneksel yaşam tarzı ve Ege’nin en güzel, en doğal hali. Bizim kaybettiğimiz her şey yani. Mesela Ayvalık, Foça, Bodrum, Çeşme, Dikili’nin bozulmadan, bugünkü beton yığınına dönüşmeden önceki hali gibi. Demek ki özlüyoruz, seviyoruz, beğeniyoruz bu küçük mütevazi yerleşimleri. Bize geçmişimizi hatırlatıyor; kısa bir dönem de olsa hatıralarımızda yer etmiş o tek katlı, bahçelerinde sardunyaların, begonvillerin çılgınca çiçek açtığı evler; onları görmeye gidiyoruz, bize çocukluğumuzu çağrıştırıyor. Sakız adasının yüzyıllardır bozulmamış, aynen korunan köylerinde dolaşırken kendi geçmişimizin derinliklerine dalmış gibi hissediyoruz. Hiç yabancılık çekmiyoruz; sanki sokakları, kapı önlerinde oturan kadınları, kahvehanelerde sohbet eden erkekleri tanıyoruz; bizim insanlara benziyorlar. Bizim kentlerimizde, köylerimizde tek tük kalmış sakız tipi evlerden biliyoruz buraları; sayıları giderek azalmış olsa da hala birkaç tane var; apartmanların arasında sıkışmış durumdalar. Böyle evlerden oluşmuş mahalleleri, so O, Her Zaman Genç Doğumunun üstünden 131, ölümünün üstünden 74 yıl geçmesine rağmen, sevenlerinin ve de sevmeyenlerinin bir insanı unutamaması, nasıl açıklanabilir? Konuyla ilgili olarak, sevgi ve nefret dolu bir çok yazı okuyorsunuz, kelam dinliyorsunuz. Eli kalem tuttuğu günden bugüne, Mustafa Kemal Atatürk üstüne kaç yazı yazdığını anımsamayan bu arkadaşınız, başka bir pencereden yanıt bulmaya çalışacaktır. Doğuyoruz, büyüyoruz, ölüyoruz, doğadaki her canlı gibi. “Erken ölüm”lerde yitip gitmeyeceksek, bir süreç daha yaşıyoruz. İhtiyarlık, yaşlılık, kim bulduysa çok yaşasın, daha çağdaş bir adlandırmayla “yaş almak” deniyor bu sürece. Şairce bakacak olursak, durum daha da farklı. Yahya Kemal “Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi, müşkül o ki, ölmeden evvel ölür kişi” der ki, yerden göğe haklıdır. Yunus Emre bu gerçeği, ta yüreğinden yakalar; “Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.” Ahmed Arif’in çığlığı ise, durumu tam da bizim penceremizden anlatır: “Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem!” Bütün bu deyişleri, yaşamı, duruşu, eylemi ile kanıtlayan, hak eden, “ihtiyarlığı” ve “ölümü” kaç takvim geçerse geçsin reddeden insanlar vardır. Mustafa Kemal Atatürk, işte o insanların başında gelir. Neden? Her daim gençliğinden. Neden? Kesintisiz devrimciliğinden. Aslında ikisini birbirinden ayırmanın olanağı da yoktur; çünkü gençlik devrimciliktir. Donmuşluktan, coşkusuzluktan, meraksızlıktan, ilerleme korkusundan ve nihayet sürüden başka sığınacak yeri olmayan gericiliğin, gençlikten nefret etmesi işte bundandır. Aradaki farkı daha iyi anlamak isteyenler, bir de Mustafa Kemal Atatürk’ün gençliğe dair sözlerini, eylemlerini ve yol göstericiliğini kanıtlayan yapıtlarına bakıversin. Bir tek sözünde ve uygulamasında ceza, korkutma, gaz ve cop var mı, hele bir araştırıversin. Kılığından kıyafetine, mektuplarından söylevlerine, yaşamın her alanına dair duyarlıklarından uyuşukluğu reddeden enerjisine; en küçük yozluğa, arabeske, sakilliğe, demagojiye yer vermemesinin nedeni, onun gençliğindendir, başka birşeyden dolayı değil. “Bence Mustafa Kemal Paşa, iktidarın yapısal niteliğini değiştirdiği için, önemli bir devrimcidir. Mazlum milletlere karşı azgın saldırganlığını sürdüren emperyalizmle boğuştuğu için de, yaman bir Üçüncü Dünya lideridir.” Attila İlhan, “Hangi Atatürk?”te, bu büyük insanı böyle özetliyor. “Tabulaştırmayın” diyorlar. Bugün istediği düzen gelse, akşamına belki de en ateşli muhalifi olacak devrimcilerin kitabında “tabu” yoktur. Varlıklarını, “Türkiye’nin en büyük nehri Nil’dir” deyip sırıtan cehaletin sırtını okşamaya, karnını doldurmaya borçlu olanların, “Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir” diyen bir öndere duyduğumuz saygıyı, sorgulama hakkı ve haddi olamaz. Bizim bütün saygımız, “100 yılda bir gelen dahi”yedir. Üzüntümüz, en büyük düşmanlarının bile bu tür sözlerle andığı bir yiğit insana, onun yol göstericiliğinde kurulmuş bir ülkede yaşadığını unutanların, arsızca saldırmaya yeltenmesindendir. Hangi ideolojiyle kendilerini tanımlarsa tanımlasınlar, biat, icazet ve kulluk ilişkisi içinde sıkışıp kalmış ihtiyar kafalıların, elbette şu sözlerimizi anlamalarını beklemiyoruz; “Bizim yurtsever sosyalist duruşumuzu, Cumhuriyete saygı ve Mustafa Kemal Atatürk’ün düşlerini ödünsüz olarak paylaşma ve yaşamın devamlılığı açısından esinlenme irademizi anladığınızda kavrayabilirsiniz.” Son sözümüz de romantiklere, dönüşmekle ilerlemeyi karıştıranlara, hamasetle yetinenlere olsun; Bir Mustafa Kemal’iniz daha olmayacak. Tarihin işi gücü yok da, sürekli sizi mi şımartacak? Gençliğimizi koruyalım, gençlerimizi savunalım, güvenelim. O, önce bunu başardı. Y aklaşık 40 dakikalık bir deniz yolculuğundan sonra bir zamanlar sahip olduğumuz ama koruyamadığımız zenginliklere ulaşıyorsunuz. Sakız'da bizim kaybettiğimiz ne çok şey var... varların ardında üzerleri meyveden yıkılan narenciye ağaçlarıyla yeşillikler içinde yükseliyorlar. Taş duvarların arasındaki daracık sokaklarda iki araç yan yana geçemiyor; ama yine de yolu genişletmeyi düşünmüyorlar. Merkezden uzaktaki yüksek dağ köylerinde kafanızı eğip de girdiğiniz küçük taş evlerde adalılar, önlerindeki sakız yığınlarının arasından çer çöpleri ayıklıyorlar; bizi görünce eğilmekten ağrıyan bellerini doğrultup gülümseyerek içeriye buyur ediyorlar. Bu evlerde sadece gerektiği kadar eşya var; anlaşılan koltuk takımlarına özlem duymuyorlar. Köylerin küçücük meyhanelerinde hafta sonları köy sakinleri toplanıp uzo içiyorlar; klarnet ve akordeon eşliğinde şarkılar söyleyip dans ediyorlar. Söyledikleri şarkıların bazıları tanıdık; ama çok eskilerde kalmış; mesela ‘’esmerim güzelim dudu dillim ben yanıyorum aman Allah çok seviyorum’’ şarkısını uzun zamandır duymamıştık; onlar Yunanca biz Türkçe söylüyoruz. Kadınlar tanıdık bir şekilde oynuyorlar; dansın adını sorunca “çiftetelli” diyorlar. İşte böyle; tarihi, kültürü ve gelenekleri, her şeyi yıkıp yerine gökdelenler dikerek koruyamıyorsunuz. Sakız adasında, bizim kaybettiğimiz her şey var. Onlar nasıl koruyabilmişler diye soruyorum kendi kendime; biz neden koruyamadık diye çok kızıyorum. ÇİFTETELLİ GÖKDELEN YOK kakları, köyleri ve kasabaları görünce Sakız adasında, çok şaşırıyoruz. Hepsi aslına uygun restore edilmiş; içinde insanlar yaşıyorlar. Harabe halinde olanlar da var ama kimse onların yıkıntılarını kaldırıp yerine apartman veya gökdelen dikmemiş; ne kadar ilginç. O evlerin sahipleri birkaç daire karşılığında eski evlerini müteahhitlere apartman yapsın diye vermeyi düşünmemiş mi? RİSTAL BERRAKLIK... Kıyılar hala bomboş; tarihi evlerin sahipleri aileleriyle restoranlar, pansiyonlar işletiyorlar; bu kıyılara devasa oteller yapmamışlar ama yine de turizmden oldukça para kazanabiliyorlar; bu nasıl olabilmiş? Üstelik bu kristal berraklığındaki denize istediğiniz yerden girebiliyorsunuz; hem de fahiş paralar ödemeden; bunların beach clup denilen şeyden K haberleri yok mu? Tahta masa ve sandalyelerden ibaret küçük lokantalarda oldukça uygun fiyatlarla balık yiyip uzo içebiliyorsunuz; iki çay içip 50 lira para ödediğiniz Alaçatı’dan oldukça farklı. Neden acaba? Kısa yoldan hemen çok para kazanma açıkgözlülüğümüz yüzünden biz çok akıllıyız da onlar aptal mı? Bizanslı bir ailenin 1700’lü yıllarda 15 dönümlük bir arazide inşa edilmiş ve günümüzde hala aynı büyüklükteki bahçesiyle aynı şekilde korunarak pansiyona dönüştürülen Mavrogordatos pansiyonunun sahibi Dimitris Kytrilakis, kendi elleriyle bize kahvaltı hazırlıyor; masada sadece kuş sütü eksik. Bahçesinde zeytin ve narenciye ağaçları, her çeşit sebze yetiştiriyor. Suyu, yüzyıllardır hizmet veren büyük sarnıçtan alıyor olsa gerek. Çevresindeki bütün büyük mansiyonlar, kilometrelerce uzanan yüksek taş du KONUK AYHAN EMEKLİ ? KENTLER DÖNÜŞÜRKEN... Kocaeli Gölcük’te 17 Ağustos 1999’da ve Bolu Düzce’de 12 Kasım 1999’da meydana gelen depremlerinin üzerinden 13 yıl geçti. Ülkemizde deprem başta olmak üzere sel, heyelan, çığ, kaya düşmesi vb. diğer afetler çok sayıda can kayıplarına, yıkıcı hasarlara neden oldu. Depremi her yaşadığımızda binalarımızın gelişmiş ülkelerdeki gibi sağlam, güvenli, dayanıklı olmadığını gördük. Yapı stoğumuzun bu zafiyetinin giderilmesi, güçlendirilmesi ve yeni yapılacak binaların depreme dayanıklı inşa edilmesi için son yıllarda yapı denetimi yasası, deprem eylem planı, yeni deprem yönetmeliği, malzeme standartları gibi teknik ve idari düzenlemeler yapıldı. Son olarak 19 Mayıs 2011 Simav ve 23 Ekim 2011 Van depremlerinin ardından Mayıs ayında “Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkında kanun” Kentlerin dönüşümünü amaçlayarak yasalaştı. Yasa tasarısında “zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma nedeniyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıyan alanlar” riskli alanlar olarak tanımlanmıştır. Nüfusumuzun yüzde 71’i birinci ve ikinci derece deprem bölgeleri içinde yer almaktadır. Üçüncü ve dördüncü derece deprem bölgeleri de dikkate alındığında ülkemiz topraklarının yaklaşık yüzde 92’si deprem tehlikesi altındadır. Bu durumda riskli alan belirlemesinde öne çıkan unsurun zemin yapısı değil üzerindeki yapılaşma olduğu açıktır. Yasa bu çerçevede yorumlandığında, kent merkezinde ranta açık alanların, üzerindeki “sağlıksız” yapılar nedeniyle riskli alan ilan edilebileceği, bu alanlara üzerindeki mevcut yapılar yıkılarak yeni yapılar yapılabileceği sonucu ortaya çıkmaktadır. Yaşanan depremler göstermiştir ki aynı alan içerisinde yan yana iki yapıdan birisi yıkılırken diğeri depremi hasarsız olarak atlatabilmektedir. Bir doğa olayı Depremi afete dönüştüren, inşaat mühendisliği hizmetini hiç almayan ya da yeterli düzeyde almamış olan yapılardır. Bu nedenle öncelikli olarak yapılması gereken mevcut tüm yapıları yıkmayı amaçlamanın yerine bilimsel çalışma yöntemleri ve değerlendirme kriterleri kullanılarak riskli yapıları belirlemek olmalıdır. Yasa Van depreminin bir yıl öncesinde AFAD’ın Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planındaki “mevcut binaların sayısı ve tipolojisinin belirlenmesini”, “Bina envanterinin ve binaların hasar görebilirliklerinin değerlendirilmesini” öncelikli olarak gerekli gören ve eylem planı olarak 20122017 yılları arasındaki 5 yıllık sürede öngörülen çalışmayı gözardı etmiştir. Oysaki mevcut yerleşimlerin Kentsel dönüşüm, imar ve planlama uygulamalarında ileriye dönük olarak karar oluşturacak bilimsel temelli tek veri tabanı çalışması “Yapı stoğu Envanteri”nin çıkarılmasıdır. Yasanın özünde “Riskli alan”, “Rezerv yapı alanı” ve “Riskli yapı” olmak üzere üç tanım öne çıkmaktadır. Bu tanımlardan özellikle “Riskli yapı”ların belirlenmesinin yürürlükteki tek mevzuat olan ve 2007 yılında yürürlüğe giren Deprem Bölgelerinde yapılacak binalar hakkında yönetmelik Bölüm 7’ye göre yapılacağı belirtilmiştir. Bu haliyle 2007 yılından önceki yıllarda yapıldığı yılın yasa ve yönetmeliklerine uygun inşa edilen mevcut binalara ait kazanılmış haklar yok sayılarak bina sahiplerinin mağdur edilmesini önleyen hükümler düzenlenmemiştir. Bu yapılar adeta kaçak sayılarak sahipleri kendilerine dayatılan düzenlemenin yükümlülükleriyle başbaşa bırakılmıştır. Ayrıca yasayla mevcut binaların deprem performanslarının belirlenmesi sonucu Riskli yapı olarak değerlendirilecek binaların yıkımı esas alınmış, Deprem yönetmeliği 7. Bölümünde yer alan binaların güçlendirilmesi yok sayılmıştır. Yasa tüm yetkileri Çevre ve Şehircilik Bakanlığında toplamakta, kentlerin dönüşümünü denetleme dışı bir kurum olan TOKİ üzerinden yapmayı kurgulamaktadır. Yürürlükteki 13 yasayı sayarak “bu Kanunun uygulanmasını engelleyici hükümleri ve diğer kanunların bu Kanuna aykırı hükümleri uygulanmaz” hükmüyle diğer yasaların üstünde bir yasa olarak uygulayıcısı Bakanlığa özel yetkiler sağlamaktadır. Uygulamadan doğan tüm maliyetleri ve sorumlulukları yasanın muhatabı olan vatandaş üzerine yıkmasına karşın hukuki haklarını ortadan kaldıran ve gerektiğinde zor kullanmayı öngören “YIKIM”a dayalı olarak hazırlanmıştır. Kentlerin dönüşümünü amaçlayan 6306 Yasa ile Zeytincilik, Mera, Orman, Toprak Koruma ve Arazi kullanımı, Turizmi teşvik, Boğaziçi, Askeri yasak bölgeler ve güvenlik bölgeleri, Kıyı ve İmar Kanunlarının bu kanuna aykırı hükümleri uygulanamaz kılınarak her türlü alanda plansız, keyfi, ranta dayalı imar uygulamaları yapmanın önü açılmaktadır. Okullar, Hastaneler, Vilayet, Kaymakamlık, yerel yönetim binaları gibi Kamu yapıları, Köprü, viyadük, tünel, altgeçit, havaalanı, garlar vb. ulaşım yapıları, su depoları, arıtma tesisleri, pompa istasyonları vb. altyapı tesisleri, müzeler, anıtlar, tescilli yapılar gibi koruma kapsamındaki Kültürel ve tarihi yapılar, iletişim, haberleşme ve enerji yapılarını kapsam içine alan, planlayan, koruyan, geliştiren hükümlerin olmaması önemli eksikliklerdir. Bu yaklaşımıyla da Kentleşme adına uydu kentler, rezidanslar, AVM’ler, devasa iş merkezleri, kentlerin yalnızca bloklardan oluşan TOKİ binaları anlayışıyla yapılanmasına, altyapının çözümsüz hale gelmesine yol açacaktır. Sonuçta Toplumsal yapımızın parçalanarak dönüştürülmesine, sosyal yapımızda onarılmaz hasarlara yol açmasına, topluma ait kamu alanlarının yok olmasına, kentlerimizin kimliksizleştirilmesine neden olacaktır. Tüm ülkenin planlama, imar ve yapılaşma faaliyetlerini baştan aşağı değiştirecek böylesine önemli bir yasa hazırlanırken, konunun birinci dereceden muhatabı olan yerel yönetimlerin, meslek odalarının ve üniversitelerin görüşünün alınmamış olması bu yasanın eksiklikleri ve yanlışları adına hayati bir etkendir. Hiç kuşkusuzdur ki afet riski altında olduğu tespit edilen alanlarda kentsel dönüşüm uygulamaları ile planlı, sağlıklı, nitelikli, güvenli, depreme dayanıklı ve sürdürülebilir yaşam alanları oluşturulması kentlerin ve ülkemiz insanlarının öncelikli gereksinimidir. Ancak 6306 sayılı kanun ve yönetmeliği Anayasanın temel hükümlerine ve insan haklarına aykırıdır. Hukuka uygun olmayan bu yasa evrensel hukuk kuralları ve sosyal devlet ilkesine göre yeniden düzenlenmelidir. Pamuk ‘depoda’ değerlenecek HİCRAN ÖZDAMAR SELÇUK Üreticiler pamuklarını, değerleninceye dek lisanslı depoda saklayabilecek. İzmir Ticaret Borsası öncülüğünde 18 kuruluşun işbirliği sonucu kurulan Ege Tarım Ürünleri Lisanslı Depoculuk A.Ş (ELİDAŞ), Selçuk Belevi’de yaşama geçiyor. Türkiye’nin pamuk ürünündeki ilk lisanslı deposu olan tesislerde, son işlemlerin ardından ürün kabulüne başlayacak. ELİDAŞ Yönetim Kurulu Başkanı Barış Kocagöz, Türkiye’de pamuk üretiminin her geçen yıl azaldığını, destek olmaması durumunda üretimin daha da düşeceğine de dikkat çekerek, “Bu proje pamuğun son şansı. Pamuğu tesislerimizde standartlaştırıp depolayıp finansal bir ürün haline getireceğiz. Tekstilci 12 ay yerli pamuk bulabilecek. Üretici pamuğunu finansal ürün haline getirecek. Yatırımcılar da pamuğu bir yatırım aracı olarak kullanacak. Doktoru da manavı da pamuk alıp satabilecek. Çok zor işle uğraşıyoruz. Ama başardığımızda Türkiye tarım ürünlerinde devrim yapacağız” dedi. Tesisin 17 bin metrekare büyüklüğünde olduğunu, yaklaşık 16 bin ton pamuk depolanabileceğini kaydeden Kocagöz, alanda kurulan kablosuz ağ sayesinde hangi balyanın binanın neresinde olduğunu bilebileceklerini söyledi. Depoda en gelişmiş yangın önleme sisteminin kurulduğunu bildiren Kocagöz. “Biz bütün hazırlıkları bitirdik. Bakanlığı denetim için çağırdık. Ancak onlar İzmir Ticaret Borsası’nda kurulacak elektronik platformla ELİDAŞ’ın aynı anda hazır olmasını istedi. Borsa elektronik platformu kurmaya çalışıyor. Pamukta bu sezonu kaçırdık. Hasat bitti sayılır. Asıl talep gelecek sezon olacak. Ancak mevcut ürünlerini koyup makbuzunu almak isteyen üreticiler için mevcut haliyle cazip” diye konuştu. İlk işleme pamukta başladıklarını dile getiren Kocagöz, daha sonra buğday, mısır, zeytinyağı, kuru üzüm hatta fındığın da alanda işlem göreceğini belirtti. Deponun Türk halkı tarafından kabul görmesinin ardından Şanlıurfa’da şube açmayı planladıklarını kaydeden Kocagöz, deponun kâr amacıyla kurulmadığını söyledi. Çırçırcının malını buraya getirmesinin daha cazip olacağını vurgulayan Kocagöz, Ekonomi ve Tarım Bakanlığı’na lisanslı depoya ürün getiren ürüne daha fazla teşvik verilmesi önerisini götürdüklerini de bildirdi. Kocagöz, “Depo küçük üreticiye de açık. Bir dekar pamuk eken üretici de buraya pamuğunu getirebilecek. Sadece çırçırcıya hitap eden bir yer olsun istemedik. Bu bir vadeli işlem piyasası değil. Elektronik platforma dayalı spot bir piyasa. İplikçi elindeki makbuzları getirip mala çevirip fabrikasına götürecek. Bu işin riski her şeyden daha az. Çünkü karşılığında mal var” dedi. Bugün Türk pamuğunun Hind pamuğundan bile daha ucuz olduğunu anımsatan Kocagöz, lisanslı depoculuk sayesinde sanayicinin ithal değil yerli pamuk tercih edeceğini açıkladı. Depoda ithal pamuk olmayacağını vurgulayan Kocagöz, ancak yabancıların alım satım işlemi yapacağına dikkat çekti. ? İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı İnşaat Mühendisleri Odası C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle