17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

27 AĞUSTOS 2010 CUMA cEGE P ATİK A HALUK IŞIK 3 Ayvalık’tan Gelen Mektup Son günler Ayvalık İzmir arasında geçti. Dinlence değil, kendince bir “çalışma kampı”... Ne kadar verimli olduğunu zaman ve işler gösterecek. Birkaç yeni oyunun ve Çınarlı ile Mersinli’nin yazılması, Seferihisar Belediyesi Şehir Tiyatrosu hazırlıkları, “Referandumda Neden Hayır?” söyleşileri için gelip gitmeler, 9 Eylül telaşı ve dahası... “Biz Türkler işsiz kalana dek, işlerimizden yakınırız” derim ya, bunlar yakınma değil. Kuşkusuz hepsi işimiz, hepsi görevimiz. Hele bugünlerde, rahmetli babaannemiz sanki bir yerlerden seslenip durmaktayken; “Sen hot, ben hot. E kim verecek bu ata ot?” Koşturacağız elbette. Ama herşey güllük gülistanlık değildi. Örneğin, tam hoşçakal diyeceğimiz günlerde, Bilentur’da, insanı boğacak ve rahatlıkla “kimyasal saldırı” olarak adlandırılacak tuhaf bir ilaçlama yapılmasaydı, eşimiz, annemiz, 112’yi çağıracak kadar ölümün eşiğine gidip gelmeseydi, fena olmazdı. Ertesi sabah, “hesap sormak için” Küçükköy Belediyesi'ne gittim. Yanyana iki prefabrik bina ve birkaç personel ile pek sık görülmeyen incelik ve duyarlık sahibi belediye başkan yardımcısı... “9 bin nüfusa göre oluşturulmuş belediye gücü ve personeliyle, 250300 bin kişilik yaz yoğunluğuna yetişmeye çalışıyoruz. Yazlıkçılarımız, ne yazık ki gerekli özeni göstermiyor. Yetişmekte güçlük çekiyor, gecemizi gündüzümüzü unutarak çalışıyoruz. Hemen gerekli önlemleri alacak, personeli uyaracağız...” dedi. Teşekkür edip ayrıldım. Başkan yardımcısı o kadar haklıydı ki. İnanmıyorsanız, şu ayın sonlarına doğru, Sarımsaklı’ya ya da en yakın sahile gidip bakın. Göreceğiniz o pislikler, o perişanlıklar, o vandallıklar “insanoğlunun” eseridir. Giderilmesi, kimbilir kaç paraya, nice emeğe mal olacak? Bir de açlığa, yalnızlığa, ölüme terkedilen kediler köpekler var ki, vicdan ve etik kanatır. Hep anlattık, yine konuşuruz. Ayvalık’ta Yavuz İmsel ve bir avuç tiyatro sevdalısıyla, çağrılarına uyarak, düğün salonu artığı bir yerde buluştum. İmsel, DT emektarı, sanatsal örgütlenmeyi ve tiyatro kurmayı bilen, yurtdışıyla mesleği anlamında yoğun ilişkisi olan, çağrıldığı her yerde şamatasız çalışan bir neferdir. Cunda Patriça’da yoktan varettiği şirin evinde keyif sürmek varken, bu sanat gönüllüsü insan, Ayvalık’ta da bir ocak tutuşturmaya kalkışmış. Şaşmadım. Uzunca konuşup dertleştik. Yetmedi gazete kesikleri ve “çok dolu” bir mektup gönderdi. Mektup, hiç de iç açıcı değildi. Örneğin, “Ayvalık Şehir Tiyatrosu” kurulması için –hiçbir karşılık beklemeksizin yapılan başvurunun, belediye tarafından reddedildiğinden söz ediyordu. Salon onarımı ve sanata uygun düzenlenmesi için hazırlanan projelere karşılık alınmadığını anlatıyordu. Belediye içinde, kültür ve sanata dair bir muhatap bulunamadığından yakınıyordu. Kültür ve sanat denince, popüler ve rutin eğlenceliklerin yeğlendiğinden ve desteklendiğinden söz açıyordu. Bu mektup, daha pek çok ayrıntı içeriyor. Gerektiğinde, onlara da değineceğim. Ayvalık Belediyesi'nin ve değerli başkanımızın kuşkusuz söyleyecekleri olacaktır. Tek yanlı bir yorum olmaması ve gelecek yanıtlarla geliştirme adına, şimdilik bu kadarla yetinelim. Söylediğimiz hep şudur; paylaşalım ve konuşalım ki, sorunlarımız hepimizin sorunu olsun. Ses, yankı buldukça çoğalır. Ayvalık’ta ve her yerde, isteğimiz yalnızca budur. EN KÖTÜSÜ YAŞANMADAN... üzlerce, binlerce araç, otoparklarda bırakılabilir ve insanlar sıklığı 15 dakikaya çıkartılan vapurlarla, örneğin Üçkuyular İskelesi'nden Karşıyaka, Alsancak, Pasaport, Konak ve Karataş’a gidebilirlerdi. ASUMAN ABACIOĞLU Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’nın aşırı yoğun trafiğinde saat 20.00 sularında, yani tam da iftar vakti yol almaya çalışırken, kendi kendime söyleniyordum; şu İzmir’e gavur dedikleri kadar var; herkes dışarıda olduğuna göre kimse oruç tutmuyor mu bu memlekette? Oysa aynı yoğunluk günün her saatinde ve kent merkezinin bütün ana arterlerinde sürüp gidiyordu. Kabahat, oruç tutmayan İzmirliler’de değildi yani. Yoğunluğun biraz daha azalmasının beklendiği zamanda bile trafikteki bu ağır ilerleyiş, okullar açıldığında ve kent halkı yazlıklarından geri döndüğünde ne olacaktı? Y Körfezi’nde yolcu taşıyan hiçbir vapur yoktu ortada; deniz bomboştu. İnsanlar, balık istifi gibi sıcak ve kalabalık otobüslerde saatlerce yolculuk ediyorlardı ve deniz, orada bomboş duruyordu. Sanki sadece bakılmak için vardı. Birden şöyle düşünmekten kendimi alamadım; İzmir halkı, belki de gavurluğunun bedelini böyle eziyet çekerek ödüyordu. İşten eve, evden işe gidebilmek uğruna saatlerce yollarda telef olan İzmirliler, böyle bir eziyete layık görülmek için başka ne yapmış olabilirlerdi ki? İnatçılıkları, kararlılıkları ve yaşama sonuna kadar bağlı olmaları dışında? “İlahi Adalet” belki böyle bir şeydi. HATAY CEHENNEMİ!.. Kent merkezinin en önemli arterlerinin bazıları trafiğe kapatılmış; Hatay Caddesi sanki yeryüzünde cehennem koşullarına mahkum edilmişti ve halkın ızdırabını bir nebze azaltmak için deniz seferlerini artırmak gibi bir önleme başvurulmuyordu. Oysa yüzlerce, binlerce araç, otoparklarda bırakılabilir ve insanlar sıklığı 15 dakikaya çıkartılan vapurlarla, örneğin Üçkuyular İskelesi'nden Karşıyaka, Alsancak, Pasaport, Konak ve Karataş’a gidebilirlerdi. Vapur seferlerinin 15 dakikada ya da yarım saatte bir olduğunu bilen kent halkı, ne yapıp edip, kendilerinden iyice uzaklaştırılan ve altı şeritli yolun ötesine itelenen iskelelere ulaşırlar ve varacakları yere kan ter içinde kalmadan püfür püfür esintili bir yolculukla, çaylarını içerek ulaşabilirlerdi. Böyle bir çözüm, olanaksız değildi; en doğru ve insan haklarına saygılı olan çözüm buydu. Ama yapılmadı; İzmirliler “şeytan azapta gerek” misali, kendi kaderlerine terk edildiler. Üstelik, daha en kötüsünü yaşamamışlardı. TEK ARAÇ TEK YOLCU İzmirliler’in oruç tutması konusundaki düşüncelerimi paylaştığım bir arkadaşım, “Sen iftar vaktinde Kordonboyu’ndaki kafe ve restoranları görmelisin; iğne atsan yere düşmez; oturacak yer bulamazsın” diye yanıtladı beni. Belki de herkes orucunu evine gitmeden güneşin batışını seyrederek Kordon'da açıyordu. Nasılsa kimse evine zamanında varamıyordu; belki de İzmirliler’in günlerin uzun sürdüğü bu ramazan ayında trafik karmaşası yüzünden iftarı kaçırma sorununa buldukları çözüm böyleydi. Belki de Kordonboyu’ndaki restoranlar da alış veriş merkezlerinde yapıldığı gibi iftar menüsü hazırlıyorlardı; bu yıl gelişen, trafikle ilgili bu durumla bağlantılı olarak. Her ne kadar öğle saatlerinde Kemeraltı’ndaki restoran ve büfelerin hatırı sayılır dolulukları dikkate alındığında ve türbanlı kadınların bile sigaralarının dumanını keyifle tüttürdüklerine tanık olunduğunda, İzmir’e özel bir takım durumlar sezilse bile, bunun uzun ve sıcak bir yaz geçirmemizden kaynaklandığını düşünmek mümkün. Üstelik bunun, kent trafiğinin karmaşasıyla da bir ilgisi olduğunu söyleyemeyiz. Bizim asıl söylemek istediğimiz, hemen hemen her bir arabanın tek bir yolcu taşıdığı, adım adım ilerleyebildiğimiz Mustafa Kemal Sahil Yolu’nun trafiğinde, gözümüzün ister istemez etrafı özellikle de denizi seyretmeye daldığıydı. Bir süre denizin maviliğine dalgın dalgın bakarken, birden denizde yol alan hiçbir deniz aracının olmadığının ayrımına vardık. Deniz ulaşımı için son derece avantajlı bir konumda olan İzmir (Fotoğraf: EMRE DÖKER) [email protected] C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle