17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

9 TEMMUZ 2010 CUMA cEGE P A TİK A HALUK IŞIK 3 İzin Dilekçesi Ne katmerli çilemiz varmış... Söz gelimi dünya, şampiyonayı vuvuzela gürültüsüyle izlemekten yakınırken, biz yanında Ömer Üründül’ün “futbol yorumları”na da tahammül etmek zorundayız. Kupa maçları bitecek, kimi sevinecek, kimi üzülecek. Ama o geri dönecek ve biz yine onun “hikmetinden sual olmaz” futbol dehasıyla başbaşa kalacağız, kimbilir kaç sezon ve kaç maç daha? “O varsa izlemem, izleyemem” diye, Beşiktaş maçlarını izlemekten bile vazgeçecek haldeyim, gerisini siz düşünün. İşin şakası bir yana, hangi alana baksanız, bizimkine benzer iklimlerde, sanki manzara donmuş gibidir. Bakmayın, sanki çok hızlı yaşıyor, çok hızlı değişiyor gibi, sürekli gaza getirilmemize. Yaşadığımız yalnızca, hergün biraz daha katmerleşen çileleri çekmekten ibarettir. Bu nedenle, “Değişiyoruz, açılıyoruz, saçılıyoruz” vaazları falan, gerçekten hikayedir. Sanıyorum dünyanın hiçbir yerinde hep aynı taklitlerle, temcit pilavı lafazanlıklarla, türüne müzik tarihinde rastlanmamış ve rastlanamayacak ciyaklamalarla sanatçı olunmaz. Ama bizde olunmaklatanınmakla kalınmaz. Yaş kemale erdikten ya da “doymuş magazin oranı”na ulaştıktan sonra, “Sanat şöyle yapılır”, “Ülke böyle düzelir”, “İzmir şöyle adam olur” mealinde vaaz verilmeye başlanır. El üstünde tutulur, beyanlarında boncuk aranır. Çilemizdir, katmerlidir. Bize, hayretle izlemek düşer. Kimi sosyal içerikli soslarla, kimi çağrıldıkları kahvaltı masalarında, peynir tabağıyla reçel kavanozu arasından bize sırıtır. Rönesans insanı, herşeyden biraz bilmekle yükümlüydü. Uzmanlık yoktu. Çünkü insanoğlu, “birey” olmaya, yeteneklerini becerilerini keşfetmeye çalışıyordu. Aradan yüzlerce yıl geçti. Kalıntılarına ise, ancak bizim gibi coğrafyalarda rastlayabilirsiniz. Dedik ya, çilemizdir. Herşeyi bilirler, herşeye karışırlar, yapılanlara dair bir fikir kırıntısına bile sahip değildirler ama sürekli rol çalmaya kalkarlar. Asıl işlerini yapmak mı, işte o hep bir muammadır. Tamam, hep vardır böyleleri. Çiledir, geçer gider dersiniz. Ah bu çile, bu muhterem “naylon azmanlar” yüzünden, gerçek uzmanlarda yüksek tansiyona, kalp krizine, yalnız kalmaya yol açarak katmerlenmese... İşte buyurun, şu yazarın yazdıklarına 142 haftadır, kesintisiz biçimde tahammül ediyorsunuz ve adam şunca zamandır yazdıklarını şimdi yineleyerek, değerli okurlarının çilesini katmer katmer çoğaltmaktan geri durmuyor. İpin ucu yazara değdiyse, işte orada durmak gerek. Çünkü yazarınız yinelemeye düşmekten de, yinelemeye düşenlerden de hoşlanmamaktadır. Kimi zaman bir adım geriye çekilmek, içimize, dışımıza, hayatımıza ve olup bitene uzaktan bakmak gerek. Öyle ya, belki kirlendik, belki yosun tuttuk, belki tuhaf sanrılara kapıldık, işgal edildik, hırpalandık, kimbilir belki bıktık, lanet olsun deme noktasına geldik. Öyle bir vakte vardıysak, vardığımızı düşünüyorsak... Gözümüze, ruhumuza, algımıza ve direncimize bir teneffüs şansı vermek gerek. Bu teneffüs, bizi yeni bir devrime götürecektir. Çünkü hayat, kesintisiz bir devrimdir. Haklısınız, yazı nereden nereye geldi... Sizden iki hafta izin istiyorum. Hayatımda ilk kez, dinlenmem gerektiğine inanıyorum. Ne de olsa hayatlarımız, yalnızca bize ait değildir. Ama Halikarnas Balıkçısı'nın, dinlenmeye dair söylediklerini unutmadan; “Çağdaş insan, manda gibi yatmaz, uğraş değiştirir!” Gidip, şu yarım kalmış oyunlarımı bitireceğim. Dönüşte? Elbette “Non Pasaran!” ir dönem B ‘Türkiye, Malezya olur mu?’ tartışmalarına kaynaklık eden ülkeden, sel anında fotoğraf karesine yansıyan bu görüntü, sanki Türk insanının zorluklar karşısında gülümseme becerisinde pek de yalnız olmadığını anlatıyor. BİR HALK GÜLÜMSÜYOR!.. ASUMAN ABACIOĞLU Geçen haftalarda tüm Türkiye çapında özellikle de Marmara Bölgesi’nden gazetelere ve televizyon kanallarına yansıyan sel görüntülerine bakıldığında Türk insanının neden anketlerde her zaman dünyanın en mutlu insanı olarak göründüğüne ilişkin bir fikir sahibi olunabilirdi. Gazetelerdeki fotoğraflardan birinde, bir arabanın içinde boynuna kadar suya batmış birinin sigarasını ıslatmamaya çalışarak başını arabanın penceresinden çıkarmış sakin sakin beklediği görülüyordu. Benzer bir başka fotoğrafta ise sel sularının etrafında döne döne aktığı bir minibüsün üstünde çömelmiş yine aynı sakinlikle sigarasını tüttüren bir Türk insanı vardı. Ona bakınca tatilini rafting yaparak geçiren biri sanırdınız. Sanki orada bir felaket yaşanmıyordu. Televizyonda, evindeki tüm eşyalar selin çamurlu suları altında kalmış kadınlar, sokakta yarı beline kadar suya girmiş mazgalları temizlemeye çalışan erkekler, hatta sel sularını boşaltmaya gelen büyük araçların kepçelerine tünemiş çocuklar bile kamerayı görünce gülümsüyorlardı. Gülümsemek ne kelime, adeta gülüyorlardı ve işlerine devam ediyorlardı. İstanbul’da temizlik işçisi babası sel sularına kapılmış olan genç adam, büyük bir tevekkül içinde olayı anlatıyordu. Bir çalı yığınının üzerinde azgın sel sularında sürüklenen köpeği hiç düşünmeden suya atlayarak kurtaran adam, basit bir şey yapmış gibi kameraya gülerek konuşuyordu. Herkes ne kadar da neşeliydi? Biz Türk toplumu olarak nasıl bu kadar tevekkül sahibi olabildik? Her gün insanların trafik kazalarında, sık sık yaşanan doğal felaketlerde, ihmal ve vurdumduymazlık yüzünden maden ocaklarında, tersanelerde, kot taşlama atölyelerinde hastalanması, yaralanması ve hayatını yitirmesi nedeniyle mi ölüme ve yoksulluğa bu kadar alıştık? Biz acaba bütün bu felaketlerin, acı, sıkıntı, işsizlik, yoksulluk ve sefaletin alnımıza yazılmış kader olduğuna inandığımız için mi böyle gülümsüyoruz; anketlerde hep mutlu çıkıyoruz? Sokakta güneşin en tepede olduğu öğle saatlerinde, ağır çuvalları kamyonetin arkasına yükleyen güneşten kapkara olmuş adam bir yandan ıslık çalıyor işini yaparken. Belki de sadece yapacak bir işi olduğu, akşam evine ekmek götürebileceği için mutlu. Her türlü hava koşullarında, pazar yerinde bütün gün dikilerek sattığı bir kilo domatesten 25 kuruş kazanan adam, müşterisi alışveriş yaparken şaka yapacak kadar mutlu. Hayatın bu kadar az ciddiye alındığı bir başka ülke var mıdır acaba? Bu kaderciliğin kısa bir sürede gelişmediği ortada. Osmanlı döneminin İzmir’inde kolera salgını ortalığı kırıp geçirirken, Levantenlerin kenti terk ederek Buca, Bornova gibi sayfiye evlerine çekildikleri; Türk vatandaşların ise “Bize bir şey olmaz’’ düşüncesiyle evlerini terk etmedikleri, bu yüzden en çok kaybın Türklerde yaşandığı anlatılır tarih kitaplarında. Yani uzun bir zamandır başımıza gelen her türlü felaketin kaderimiz olduğuna, bunu değiştirecek bir şey yapamayacağımıza inandırılmışız. Başımızda bunu vurgulayan ve pekiştiren yöneticilerimiz de olduğuna göre, kadercilik artık toplumun her kesiminde almış yürümüş. Öyle ya, artık en eğitimli, en aydın ve topluma öncülük etmesi beklenen üniversitelerde önce fikri sorulan sonra da ciddiye alınmayan öğretim üyeleri bile sessiz kalmayı öğrendiler. Çaresizlik ve kadercilik böyle kolaylıkla yaygınlaşıp kabul edilebiliyor yani. Öyleyse sıradan insanın çaresiz tepkisizliğine kim ne diyebilir ki? Zorlukları, sıkıntıları ve felaketleri kaderinin bir parçası olarak görebilen ve itiraz etmeden, bu zorluklarla yaşamaya çalışan bir toplum yaratmayı becerebilenlere aşk olsun demek lazım. Bu sıkıntılarla birlikte mutlu olmayı becerebilen bu topluma da, ne diyelim, helal olsun! [email protected] C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle