02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

30 TEMMUZ 2010 CUMA cEGE P ATİKA HALUK IŞIK 3 Dönüş... İki hafta izin istemiştim, sayılı gündü, geldi geçti. Cuma günleri gazeteye baktığımda, doğrusu ya, bir tuhaf oldum. Kuşkusuz sokakta da, gazetede de hayat devam ediyordu. İkisi de boşluğu kabul etmiyordu. Sen yazmıyor, konuşmuyor, görünmüyorsun diye, zaman durmuyordu. Senin teneffüsüne, hayatın kulak vermesi, ayak uydurması ya da seninle birlikte bir köşeye çekilmesi de söz konusu değildi. Hoşuma gitmeyen benzetmelerin başında, “tiyatro”nun aşağılayıcı, küçümseyici, hakaret edici biçimde kullanılması gelir. Hani ikide bir derler ya; “Bunun adı tiyatro”, “Falancanın yaptığı tiyatro”, “Bu tiyatroya son verin” falan, işte o hesap. Çok saygısız bir benzetmedir. Ama şu iki hafta, Shakespeare’in “Bütün dünya oyun sahnesi” sözüne uygun biçimde, birkaç adım görece biçimde çekilmeye ve olup bitene biraz olsun uzaktan bakmaya yaradı. Sanıyorum. Hayat bir tanıma göre, yakından bakınca tragedya, uzaktan bakınca komedyadır. Hayat sahnesinin şebeklerini, şaklabanlarını hesaba katmazsanız, bu tanım bu coğrafya için giderek tartışmalı hale geliyor. Artık gülen yüzlere çok az rastlanıyor bu coğrafyada. Çünkü gülmek, hayatla araya mesafe koymak ve hayata dair tasarımlarda bulunmaktır. Sıradan ve gündelik öngörüler, “bir kışlık, bir yazlık, bir de otomobil”e dönüşmüş ucuzluklar, yaşanılan coğrafyanın yarınına dair hiçbir temenniyi anlatmaz. Çünkü bu temennilerin, hayata tutunmak ve varlığı sürdürmek için zorunlu ilkel güdülerden tek farkı; mağara yerine havuzlu villanın, bulunan ilk tekerlek yerine birkaç bin beygirlik arabanın, kabilede saygın bir konum yerine, makam mevki sahibi olmanın yer değiştirmiş olmasıdır. Böyle bir dünyada ne kahkahanın, ne de ağlamanın “insani” bir değeri olabilir. Ağız dolusu gülmek “karı gibi gülme!” dangalaklığıyla karşılanırken, dünyanın ve insanın ve ülkenin hallerine dair kaygı duymak, hüzünlenmek ve daha yaşanır günler için savaşım vermek, “aş bunları!” beyinsizliğiyle sözümona küçümsenir, alay edilir. Gülmekle, gülünç duruma düşmek arasında dağlar kadar fark vardır. Ve bir de, o bilinen sözün müthiş saptaması; “Bir ülkede komedi yoksa durum kötüdür. Ama bir ülkede, herşey komediyse, durum daha da kötüdür.” İkbal ve huzur için; biat ve kulluk ve sürüden biri olmak yeter, böylesi zamanlarda ve coğrafyalarda. Sadece onaylamanın ve “Evet” demenin yeterli olacağına inanılır. “Hayır” demenin erdeminden kimsenin haberi yoktur. Kısa yoldan “Evet” demek kolaydır, risksizdir. Oysa insanlığın, toplumsal ilerleme ve gelişme açısından geçirdiği büyük süreçlerin ve adına devrim dediğimiz büyük dönemeçlerin kökeninde, önce “Hayır” vardır. Çünkü “Hayır”, sürgit olana itirazdır. Böylelikle gündelikgeçici olanı uyuşukça kabullenmeler, reddedilmeye başlanır. Rutin ve yazgısal bir kabullenişten sıyrılma demleri gelir ki, son kullanım tarihi yaklaşanlar, bundan çok ürker ve “diyalektik gerçeklik”in kaçınılmaz sonlarını geciktirmek için, ellerinden geleni yaparlar. Beyhudedir, göreceğiz. Bak, Ayvalıklı Mustafa’lar, Güren zeytinlerini, zeytinyağlarını üretmeye başlamış. Haklı sevinç, hakedilmiş hayat! Herşeye boşverip, coşkusuna tanık olmak; dönüşü, direnmeyi, umudu kolaylaştırıyor. Elbette kazanacağız. Zeytinler, Mustafalar, bu güzelim ülke, umut saçıyor. Yeniden merhaba... [email protected] Yemekten önce kimi arayacağız? ASUMAN ABACIOĞLU T arım ve Köy İşleri Bakanlığı, zararlı gıda maddelerini üreten firmaların isimlerini açıklamaktan kaçınıyor. Bir yetkili, ‘şüpheye düşen bizi arayabilir’ diyor... Evimizdeki gıdanın zararlı olup olmadığını telefonla mı öğreneceğiz? Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, analiz ettiği 22 bin gıdanın yüzde 5’inin sağlığa aykırı olduğunu açıklamasaydı, ne güzel gıdalardaki kirlenmeyi unutmuş, mutlu bir şekilde yaşayıp gidiyorduk. Organik ürün satılan pazarların sayısının arttığı, insanların bu gıdalara ulaşabilirlik oranının yükseldiği bir sırada, her şey çok yolunda gidiyormuş gibi görünürken gündeme neredeyse bomba gibi düştü zararlı gıdalarla beslendiğimiz. Oysa bu bildiğimiz ama çaresizlikten görmezden geldiğimiz bir bilgiydi. Neredeyse her gün buna benzer haberler yer alıyor gazetelerde, ancak uzmanların söylediklerine alışkanlık geliştirmiştik. Neden bilmiyorum, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın resmi açıklaması, bizi derinden sarstı. Gazetelerde yıllardır sık sık Avrupa’ya ihraç edilen domateslerin, armutların, kuru incir ve benzeri gıda ürünlerinin tarım ilacı kalıntılarının yüksekliği nedeniyle geri gönderildiğini okuduk. Bunların daha sonra ne yapıldığını merak ettik ama bu konudaki tahminlerimizi hemen zihnimizden silip attık. Oysa, iç piyasaya verildiğini içten içe biliyorduk. Bir süre bu ürünleri almamaya gayret ettik ama sonra yine unutup gittik. Biz hep böyle bile bile zehirlenmeye devam ettik. Bu yeni bir olay değil. 1986 yılında Çernobil Nükleer Santralı kazasının ardından, ihraç edilemeyen radyasyonlu fındıklar ve çaylar iç piyasaya sunulduğunda biz neler olup bittiğinin farkındaydık. Hatta o dönemin bakanlarından birisi televizyonda, “Bakın çay içiyorum ve bana hiç bir şey olmuyor’’ diyerek gözümüzün içine baka baka bizi aptal yerine koyuyordu; o bakan çayını höpürdeterek içtiğinde, içimiz hiç rahatlamasa bile çay içmeye devam ettik. Marketlerin raflarında organik etiketli, normalden birkaç kat daha pahalı ürünler belirmeye başladığında biz yine de tarım ilacı kalıntısı olduğuna dair büyük şüphelerimiz olan ürünleri aldık; çünkü diğerleri çok pahalıydı. Semt pazarlarında kurtlu ve yamuk yumuk meyve ve sebzelerin organik olduğuna inanarak onlara yöneldik. Bizi tedirgin eden bir şüpheyle kendi çapımızda korunmaya çalışıyorduk. Çünkü neredeyse 20 yıldan fazladır ziraat mühendisleri tarafından uyarılıyorduk; tarım ilaçlarını bilgisizce aşırı miktarlarda kullanan üreticilerin kısır bir döngü içinde toprağın kalitesini bozduklarını, verimsizleşen toprağı iyileştirmek yerine daha çok tarım ilacına yöneldiklerini, böylece halk sağlığı açısından son derece vahim bir tablonun ortaya çıktığını söylüyorlardı. Hiç kimse bu durumu önlemeye çalışmıyordu; ne tarım ilaçlarını satanlar, ne gıda konusundaki yetkili kuruluşlar, ne de ürünleri alanlar. Her yıl ziraat fakültelerinden mezun olan yüzlerce kişi üreticileri eğitebileceklerine işsiz geziyorlardı. Son yapılan denetimde kanatlı et, pekmez, bal, kuru meyveler gibi gıdalarda çok miktarda “olumsuzluklar’’ belirlenmiş, ancak bu olumsuzlukların neler olduğu söylenmiyor. Bazı gıda maddelerinde sınırın üzerinde aflatoksin maddesi saptanmış; bu maddenin kansere yol açtığı biliniyor. Ya daha başka neler var? Gıdaların raflarda uzun süre dayanmasını sağlayan, renk ve tat veren katkı maddelerinden ne haber? Açıkta satılan ve bu sıcaklarda mikrop üremesi çok büyük olasılık olan gıdalar nasıl denetleniyor? Gıda denetiminden sorumlu kuruluşların çeşitliliğinden kaynaklanan çok başlılık, sorunların çözümünü engellemiyor mu? Bakanlık, zararlı gıda maddelerini üreten firmaların isimlerini açıklamaktan kaçınıyor. Bir yetkili, “şüpheye düşen bizi arayabilir’’ diyor; bu nasıl mümkün olabilir? Evimizdeki gıdanın zararlı olup olmadığını telefonla mı öğreneceğiz? Gıdalarda zararlı madde olup olmadığını öğrenmek için analiz laboratuarlarına gereksinim var. Bu laboratuarlardan nerelerde var ve sıradan vatandaşlar bu analizleri yaptırabilirler mi? Öylesine çok soru ve şüphe var ki!.. Aslında biz zaten bunları biliyorduk; bilmemize karşın bununla birlikte yaşıyorduk. Bir süre bu konuyu konuşup sonra yeniden görmezden geleceğiz. Ya da öyle mi yapacağız? Acaba Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nı mı arasak? ÇAĞDAŞ YAŞAMI DESTEKLEME DERNEĞİ C M Y B C MY B ÇELENK VE ÖZEL GÜN BAĞIŞLARINIZ İÇİN
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle