17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

25 HAZİRAN 2010 CUMA c P A TİK A HALUK IŞIK 3 Kara deliğin anaforunda... ‘Mecbur kalmadıkça evinizden çıkmayın; bir yerlere gidecekseniz de kentin etrafında bir tur atıp içine girmeden kendinizi gideceğiniz yerlere atın. Yoksa her yeri kazılmış bu kentte yolunuzu buluncaya kadar İzmir’in sıcaktan erimiş asfaltına yapışıp kalacaksınız; bu şehir sizi yutacak.’ ASUMAN ABACIOĞLU Bu yaz İzmir’de çok zor geçecek. Şimdiden öyle görünüyor. Her yazdan daha da zor. Birden bire bastıran bunaltıcı sıcaklar yetmiyormuş, ulaşım yeterince zor değilmiş gibi, koskoca Hatay, İnönü Caddesi’nin trafiğe kapatılmasıyla felç olacak; Gazi Caddesi tek taraflı işleyecek; Üçkuyular’a girmek mümkün olmayacak; evinize gitmek için eskiden kullandığınız yolları unutun. Otobüs sayıları azaltılacak; Karşıyaka’nın arka sokaklarında devam eden metro inşaatı yüzünden hiçbir yol herhangi bir yere çıkmayacak; koskoca şehir sanki bir kara deliğin anaforuna kapılmış bir gemi gibi kendi etrafında döne döne savrulup duracak. Kentte kapana kısılıp kalmış İzmirliler’e tek bir önerim var; mecbur kalmadıkça evinizden dışarı çıkmayın; bir yerlere gidecekseniz de mümkün olduğunca uzaktan kentin etrafında bir tur atıp içerisine girmeden kendinizi gideceğiniz yerlere atın. Yoksa her yeri kazılmış bu kentte yolunuzu buluncaya kadar İzmir’in sıcaktan erimiş asfaltına yapışıp kalacaksınız; bu şehir sizi yutacak. Bu yaz İzmir’i terk etmek için çok daha fazla haklı gerekçe var. Bu yüzden gidecek yeri olanlar şimdiden çekip gittiler. Gidemeyenler hafta sonları sahil beldelerine akın ediyorlar; yollar araç trafiğinden geçilmiyor. Otobüslerde yer bulmak ise büyük bir mesele. Varoşlar bile artık inmiyorlar Bütün sahillerde aynı durum; kalabalık, gürültü, mangal dumanı ve bütün bu karmaşadan rant sağlayan, yolunu bulan bir takım insanlar. Yine de yaz boyunca bu kente mahkum olanlar var; çalışıyorlar, işe gidip geliyorlar. Belediyenin İzmir halkından sabır dileyen ilanlarında trafiğe kapanan caddeler; yeni otobüs güzergahları ve birtakım başka açıklamalar var. Ama neden deniz ulaşımını artıran önlemler yok? Mesela neden Üçkuyular’dan başta Karşıyaka ve Bostanlı olmak üzere diğer başka iskelelere ve o diğer iskeleler arasında sefer yapacak, sayısı artırılmış vapurlardan söz edilmiyor? Sekiz ay boyunca devam edecek bu sefaleti biraz olsun azaltabilmek için geçici iskeleler kurulamaz mı körfez boyunca? Oradan bir yerlere yürümek, otobüse binmekten daha iyidir ne de olsa. Biz bilemiyoruz tabii olabilirliğini; sadece düşünüyoruz. Hayal gücümüz geniş. Yazdan kış aylarına kadar sarkacak bu toplu altüst oluşta çareler üretmeye çalışıyoruz; bir motorsiklet mi edinsek ya da bisiklet? Şu sekiz ayı bir atlatabilsek her şey çok güzel olacak. Dakikalarla sürecek yolculuklarla temiz çağdaş uygarlık düzeyine ulaşacak bir kentte yaşamanın doyumsuz tadına varacağız. O zaman işte İzmir’den ayrılmak gelmeyecek içimizden. Kentin içinde oradan oraya dolaşacağız hiç zorlanmadan. Sekiz ay sonra tüm dertler bitecek. Sadece bu süre zarfında hayatta kalma mücadelesi vereceğiz; hepsi bu. Bir Ustanın İzinde... Aynı konulardansorunlardan söz edip durmak, yalnızca yazarların sorunu mudur; yoksa asıl suç, bu sorunları kanıksayan kamuda ve görevleri bu sorunları ortadan kaldırmak olanlarda mıdır? “Hep aynı şeyleri yazıyor” demek kolay. Ya yazarlar da bize, “Hep aynı şeyleri yaşıyor, yaşatılıyor ve bunların sorumlularından bir türlü bıkmıyorsun da; bunların ortadan kalkması için, biraz da senin için yazanlardan mı bıkıyorsun birader” deyiverirse? Yazarlar, yazmak gibi muamma ve meşakkatli bir işe girişmeleri ve inatla sürdürmeye çalışmaları hariç, inanın mazoşist falan değildir. Öyle ya, hem kimse senden böyle bir şey talep etmesin, hem yazıp çizip söylediklerinden dolayı, her türlü tehdide, olmadı ecelsiz ölümlere açık yaşa... Sonra birileri kalkıp, raşitik mantıklarla, seni hedef göstersin. Suçumuz neymiş? Gerçekleri yazmak! Alanımızdan örneklerle başlayalım. Diyoruz ki, okuma oranımız yerlerde. Dünya kağıt tüketim ligindeki sıramız, naylon gazetelerimiz, loto kuponlarımız, tuvalet kağıtlarımız da olmasa, neredeyse tasnif dışı. Evet, bunları okumaktan sıkılıyoruz, bıkıyoruz, kaçıyoruz. Ama sözgelimi, İzmir Milli Kütüphane'nin hangi sorunlar içinde yaşadığını bilmiyoruz. Bir de “toplu kitap okuma rekoru” denemesi yapmışlar da, gerekli sayıyı bile tutturamamışlar da... Sevsinler! Gülmeye kalksanız, kalbiniz yırtılır. Kaç kere yazdık anımsamıyorum; her yasakçının içinde bir zavallı kıvranır. Şu kitapları, filmleri, oyunları yasaklamaktan vazgeçin. Atalarınız Nesimi’nin, Hallacı Mansur’un derisini yüzdü... Dedeleriniz, Nazım Hikmet’i ülkesinden mahrum etmeye yeltendi... Babalarınız, Sabahattin Ali’nin o güzelim beynini sopayla ezdi... Kalkıp, Madımak’ta onca şairinizi, yazarınızı, sanatçınızı yaktılar... Ahmet Kaya’yı linç etmeye niyetlendiler, Yılmaz Güney’i silmeye yeltendiler... Ne oldu? Ne olacak, gün geldi, ilkokul iki kompozisyonundan bozma nutuklar, onlardan alıntılar yapılarak, pazarlanmaya kalkışıldı. Hiç kimse söylemez, biz söyleyelim. Aziz Nesin’iniz mezarını sizden sakladı. Elin oğlu, üç satır yazdı diye, yazarına şairine heykeller diker. Ama siz, bir teşekkür etmek, bir demet çiçek bırakmak için, Aziz Nesin gibi evrensel bir yazarınızın mezarından bile mahrumsunuz. İyi mi, bu ayıpları yazmayalım mı? Siz, peşinizi bırakmayacak bir yüzleşmeden kaçasınız, unutulur umuduyla yaşayasınız diye, yazarlar ruhlarını kapatıp, kalemlerini gömsünler mi? Elbette mümkün değildir. Şimdi, içinizden “çok şükür” duyarlılıklarını yitirmemiş ve iyi ki var olan insanlar, hüznümüzü paylaşarak, üzüntüyle iç geçiriyordur. Ya geride kalanlar? Örneğin bugünlerde, Tuncer Cücenoğlu’nun “Kördövüşü” adlı oyununu sahneleyen öğretmenlerinizin, onları ihbar eden bir başka öğretmen (!) yüzünden mahkemeye düştüklerini biliyor musunuz? Bilmiyoruz diyerek, sıyrılamazsınız. Şimdi ne yapalım, sıcak yataklarınızdaki uykularınız kaçmasın, huzurunuz bozulmasın diye, bunları yazmayalım mı? Çocuklarınız, birgün hepsinin hesabını sizden, bizden soracaktır. Çocuklarımız... İşte onbirini daha toprağa verdik. Nedir bu ülkeye dair derdiniz! Faşisti, yobazı, döneği, işbirlikçisi! Harbiden nedir sizi bu güzelim topraklara, bu denli düşman, bu denli hain kılan şey! Ne acınası tıynetiniz, ne berbat ruhunuz, ne ahlaksız bir duruşunuz varmış be kardeşim! Ah benim ülkem... Biz duruşumuzu, İlhan Selçuk’tan öğrendik. Boynumuzun borcudur, koruyacağız... Metro ve büyük kanal çalışmaları, kentin pek çok bölgesini ‘girilemez’ hale getirdi. (Fotoğraf: YUSUF ÖZKAN) kent içine. Sadece geceleri biraz soluklanıyor deniz kenarları; o da eğer meşhur imbat yüzünü gösterirse. Şehir alabildiğince ıssız kalıyor hafta sonları; çalışanlar da evlerinden çıkmayınca. Sahil beldeleri bu kez hafta sonları çekilmez bir hale dönüşüyor kalabalıktan. Çeşme’nin, Foça’nın, Dikili’nin paralı olmayan plajları hıncahınç kentten kaçanlar tarafından dolduruluyor. Çeşme Ilıca’nın halka açık geniş plajlarında iğne atsanız yere düşmez. Trilyonluk villaların sıralandığı sokaklarda arabalar park yeri arıyor; sonra birileri çıkıyor önünüze ve yola park ettiğiniz aracınızı çekmenizi söylüyor; “Burası özel mülkiyet, park edemezsiniz’’ diyor. Yolların bile özel mülkiyete dönüştüğü Çeşme’de feleğinizi şaşırıyorsunuz. Plajlarda mangal yakıyorlar, dümbelek çalıp eğleniyorlar kentten hafta sonu için gelen tatilciler; binlerce insan arasından kendinize yer açıp denize girince kendinizi şanslı addediyorsunuz. Serinlemekse bu, serinliyorsunuz işte. “Acaba evde mi kalsaydım?” diye düşünüyorsunuz. [email protected] C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle