26 Haziran 2024 Çarşamba Türkçe Subscribe Login

Catalog

8 AVRUPA AVRUPA 9 süsleyen unsurlardır. Hangi birini saymalı bu göllerden, Titisee, Schluchsee ve benzeri. Buralarda yaşam huzurludur, şairin dediği gibi asudedir... İnsanlar insanları rahatsız etmez, birbirlerine yardımcı olurlar. Bunlar medeniyetin göstergesi değil de nedir. Medeniyet zaten yasalara, hukuka saygılı olmak, başkasının özgürlüklerini önlememek değil mi? Yazın Alplerin havası da bir başka oluyor. Kışın kayak merkezleri olarak hizmet veren yerleşim yerleri, yazın bir başka dünya sunuyor sizlere. İstediğiniz kadar oksijen depolayın, kendinizi kışa hazırlayın. Buralarla ilgili birkaç tavsiyem olacak sizlere. MünihSalzburg istikametinde Aachensee var ki, nasıl anlatsam bilemiyorum. Burası bir krater gölü çevresinde birkaç yerleşim yerinden oluşuyor. İnanın bir ressam tuvalinin önüne oturup buranın resmini yapsa, belki bazı hataları olur. Ama buralar doyumsuz cennet köşeleri. Ballandıra ballandıra anlatıyorum ya sakın ola ki çok pahalı tatillerin yapıldığı yöreler olarak algılamayın buraları. Her keseye hitap eden olanak var. İster lüks otelde kalın, ister bir pansiyonda ya da yol ütündeki bir ‘‘gasthaus’’ yani motelde. Buralarda ister yatakkahvaltı alırsınız, isterseniz buna akşam yemeğini de eklersiniz. Buralarda on gün kadar kaldıktan sonra, Münih’e doğru yol alıyoruz. Daha otoyoldan şehre ulaşırken, bıktıran inşaat alanları, duru kalka alınan mesafeler... Şehrin içi bir başka felaket. Münih’in her yerini kazmışlar. O denli araç çokluğunda, inanın çoğu kez tek şeritle yürümeye çalışan bir trafik. Üstüne bir de 24 saat hiç durmadan yağan yağmur insanı isyan ettiriyor. Ertesi sabah Münih Havaalanı’na geliyoruz, pırıl pırıl bir güneş Münih’ten havalanırken bize nanik yapıyor. Tatil, güzel tatil, sen her şeye rağmen güzelsin. GEZEKALIN Mustafa Balbay [email protected] Almanya’nın arka yollarında Prof. Dr. Erdener Yurtcan FREIBURG DİMYAT’IN LAHANASI! Sadece, tarih, coğrafya, merak değil, Türkçe de benim eteğimden çeker, gezmeye götürür... Yeri geldikçe gelmedikçe Türkçe’mizin o mekanlarla anlatılan deyimlerini düşünür, ‘‘acaba nasıl bir yerdir’’ diye kafa yorarım. ‘‘Görürsün Hanya’yı Konya’yı’’ deyiminin peşine düşüp Girit’e kadar gitmiştim. Konya’yı biliyoruz da, acaba Hanya nasıl bir yer.’’ Gittiğime de değmişti doğrusu... Bir başka Gezekalın’da anlatırım... Bugünkü gezedeyimimiz şu: Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak! Önce coğrafya: Dimyat, Nil’in Akdeniz’e döküldüğü deltada, İskenderiye ile Port Said arasında bir yerleşim yeri. Kahire’yi enine boyuna dolaştıktan sonra soluğu İskenderiye’de aldım. Büyük İskender’in adını taşıyan dünyadaki 30’a yakın kentten en büyüğü. Bizdeki İskenderun da bunların arasında... İskenderiye aynı zamanda yeryüzünün yedi harikasından biri olan deniz fenerinin kalıntılarının bulunduğu yer. İskenderiye’de o kadar çok yürümüştüm ki, kilo bile vermiştim. Dimyat yoluna çıkarken kente şöyle seslenmiştim: Dündük bir kemik bir deriye. Allahaısmarladık İskenderiye! Dimyat’a giderken de aklımda fikrimde, bizim deyim... Acaba burada pirinç gerçekten ucuz mu? Bulgur da var mı? Otobüs 1960 model gibi... Langur lungur tarhana bulgur gidiyoruz. Arada yanımızdan geçen kamyonların yüküne bakıyorum; pirinç mi diye! Dimyat’a gelince demli bir çayla yorgunluğumu giderdikten sonra kahvede tanıştığım Ömer’le sohbete tutuştuk. İlk fırsatta pirinci sordum. Şaşırdı. Bizdeki deyimi anlattım. Şunu söyledi: ‘‘Burası o kadar verimli topraklara sahip ki, pirinç ilk 10 arasına bile girmez...’’ Neler girer? ‘‘Öncelikle deniz ürünleri... Akdeniz’in en verimli denizi buradadır. Sonra orman ürünleri... O kadar güzel mobilyalar yapılır ki, fotoğrafının bile çekilmesine izin verilmez. Model çalınmasın diye.’’ Ömer o kadar çok balık çeşidi saydı ki, ben karşısında alık! Dimyat pazarını dolaşırken bir köşede çuvalların içinde pirinç gördüm. Bir kadın satıcı müşteri arıyor. Hararetle koşunca birkaç çuval alacağımı sandı ama, sadece fotoğrafını çekeceğimi söyledim. Pazar ürünlerinin fotoğrafını çekerken de lahanacılar yolumu kesti. İri mi iri lahanaların fotoğrafını çektim. Yerel tatlı ‘‘möşembik’’ satıcıları ‘‘bizi de çek’’ diye bakan gözlerle sırada bekliyordu... Gezekalın! Y az yaklaşırken insanlar izin düşleri görürler, hayaller kurarlar. İzin ve tatil kavramları çoğu kez kesişir. Hem tatilin kötüsü de olmayacağına göre, tatilde bir yerlere gitmek, hem dinlenmek hem de güzel yerler görmek çok da iyi olur. Biz de bu düşünceyle, bu yıl büyük torunumuzu da alıp Avrupa’ya uzanalım istedik eşimle. O, bunu çok iyi karnesiyle hak etmişti. Ancak Schengen vizesi almak gerekiyordu. İlk anda Almanlar beni şaşkına çevirdiler. Vize için önce konsolosluktan randevu almak gerekiyordu. Bu, medeni bir yaklaşımdı. Ama, sonraki adımı anlamak mümkün değildi. Randevu için (vize için değil) 10 euro isteniyordu. Bu, ülkelerine gezmek için gideceklere vize vermek için randevu lütfünde bulunacak ‘‘yabancı’’ların bunu istemeye elbette hakları yoktu. Ayrıca vize için, insanlara kök söktürüyorlardı. O ne sorgu sual, ülkemin Cumhuriyet Savcılarının kulakları çınlasın! Gezimize İstanbul’dan Münih’e uçarak başladık. Münih Havaalanı karınca yuvası gibiydi. Bavullar, sırt çantaları, el bagajları ile bir oraya bir buraya. Gidenler, gelenler, onları karşılayanlar, sevinçler, hüzünler. Hepsi buralarda yaşanır. Münih’te, her zaman yaptığımız gibi, kiralık arabamızı teslim aldık. Yola çıkmaya hazırız. Bu noktada küçücük bir öneri: Sakın ola ki, gittiğiniz yerde, şu kadar gün için, şu tip bir araba istiyorum demeyin. Alık alık yüzünüze bakarlar. Bu işleri oralara gitmeden yapmanız gerekiyor. Yola çıkıyoruz. Görev dağılımı tamam. Bendeniz kaptan şoför, eşim elinde haritayla kılavuz kaptan, torun Begüm de yoldaki tabelaları izleyen kaptan. Biz, Almanya’da bir ilkeyi hiç bozmayız. Benim 1990’larda on yıl süreyle görev yaptığım Freiburg kentiyle ailemizin gönül bağları var. Orası, Almanya’nın güneyinde, Karaormanlar’da, yeşillikler içinde bir cennettir. Nüfusu oldum olası 180 bin. Ne aşağı iner, ne yukarı çıkar. Üniversitesi 500 yılı çoktan aştı. Hiç TİTİSEE GÖLÜ unutmam, 1980’lerde Helmut Schmidt başbakan olarak bu kenti ziyaret ettiğinde ilk cümlesi şu olmuştu: ‘‘Almanya’nın kültür başkentinin insanları, sizleri gönülden selamlıyorum.’’ Freiburg denilince, elbette akla buranın 1100 metre yükseklikteki Schauinsland’ı gelecek. Bu uzun sözcük, ‘‘manzaraya bak’’ olarak çevrilebilir. Bu öyle bir manzaradır ki, insanı sarhoş eder. Bu kadar yeşil nasıl olur da bir araya gelebilir, diye şaşarsınız. Manzaraya bakarken düşlere dalarsınız. Buraya ilk gittiğimde, bir Alman’a sormuştum, köyünüzde mezarlık var mı diye. Adam, bir süre abandone olmuş boksör misali yüzüme baktıktan sonra, eliyle işaret etmişti mezarlığın yerini. Sonra tabii sizin de tahmin ettiniz soruyu, bu kez o bana sormuştu; niye böyle bir soru sordunuz diye. ‘‘Burada insanlar ölmez’’ dememe kalmadan, muhatabım gülmeye başlamıştı. Freiburg’un çevresi de bir o kadar güzeldir. Bu yükseklikteki yerleşim yerlerinde, krater gölleri doğayı
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear