Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
16 TÜRKİYE’DE OPERA SANATINA İLGİ GİDEREK ARTIYOR C söyleşi LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL AĞUSTOS CUMA Türk operası toparlanıyor derece normal bir durum aslında. Fakat biz de gayet kaliteli ve yeterli iş çıkarıyoruz, bu yüzden kompleks haline getirmeye gerek yok. Almanya’da bu kurumlar çok uzun süredir görevlerini yerine getiriyorlar, sistem ve haklar konusunda Türkiye ile kıyaslamamız adil olmaz. CUMHURİYET Türkiye’deki meslektaşlarınıza, sizin gibi yurtdışında çalışmalarını önerir misiniz? İlgi duyan meslektaşlarınıza önerileriniz neler olabilir? GÜRLE Açıkçası Türkiye’deki çalışma sistemi, aile kurmuş olan sanatçılar için çok daha uygun bir sistem. Yaşam boyu kontratınızdaki maddeler çok zorlamazsanız sizin kovulmanıza engel maddelerdir. Fakat Avrupa’da bir ya da iki yıllık kontrat yapılıyor ve her an iş akdinizin sona erdirilmesi ihtimali vardır. Eğer cesaretleri varsa, kaybetmekten korkmuyorlarsa, Avrupa’da şarkı söylemek kadar keyifli bir şey yok. KÜLTÜR ATAŞELERİMİZ YOK ÖMER AKTAŞ KÖLN Opera dalında yetişen gençlerimizin Avrupa sahnelerinde önemil bir deneyime kavuştuğu, ancak yine de Avrupa konusunda gözlerinin korkutulduğu kaydedildi. İki sezondur çalışmalarını ‘‘Deutsche Oper am Rhein’’da sürdüren Güneş Gürle, Türkiye’de başarıların daha çok bireysel çabalara bağlı olduğunu söyledi. Güneş Gürle, Türk operasının bulunduğu yer ve geleceği konusundaki görüşlerini Cumhuriyet’e aktardı. GENÇ OPERA BALE SANATÇILARINA SAHİBİZ CUMHURİYET Sayın Gürle, Avrupa sahnelerinde Türk opera sanatının genç bir temsilcisi olarak önemli roller aldınız. Almanya’da Deutsche Oper am Rhein, Fransa’da Strasbourg Operası ve şimdi de İsviçre’deki diğer ikisi kadar önemli olan Basel Operası’nda sahneye çıkmaya hazırlanıyorsunuz. Kısa sürede bu kadar değişik opera ve oyunda aldığınız rollerle Avrupa basınında isminizden övgü ile bahsettirmeyi ve eleştirmenlerin dikkatini üzerinize çekmeyi başardınız. Türkiye’de aldığınız eğitimin mi, yoksa kişisel çabalarınızın mı bu sonuçta etkisi daha büyük oldu? GÜNEŞ GÜRLE Yurtdışında, Almanya dahil olmak üzere birçok ülkede genç opera, bale sanatçılarına sahip bir ülkeyiz. Her ne kadar Amerika, İtalya, İngiltere, Almanya gibi sektör devleriyle nicelik bakımından şimdilik boy ölçüşemesek de, nitelik bakımından hem yurtiçinde hem de yurtdışında, çok ama çok yetenekli, sahip olduğu enstrümanları kullanmasını bilen bir kuşağa sahibiz. Tabii ki bu kuşağın oluşmasını sağlayan etmenler var. Bu sanatçıların ortaya çıkmasında, işini ve ülkesinin sanatını her şeyin üstünde tutan profesyonel, idealist sanat öğretmenlerinin, sanata ve cumhuriyet döneminde temeli atılan kültür politikalarına destek veren kurumların, kendinden sonra gelecek kuşakların daha başarılı ve evrensel olması için çırpınan sanatçı büyüklerimizin desteği çok önemli oldu. 1990 yılından bu yana baktığımızda, artık sadece Leyla Gencer’den değil, aklımızda tutamayacağımız sayıda genç ve başarılı sanatçımızdan bahsedebiliyoruz. Üstelik bu sanatçılarımız sadece İstanbul ve Ankara’dan çıkmıyor, tüm Türkiye’den opera sanatına ilgi giderek artıyor. Ben bu kuşağın içinde diğer arkadaşlarımla omuz omuza ‘‘genç kuşak Türk sanatçıları’’ olarak anılmaktan ve bu sorumluluğu Avrupa’da taşımaktan gurur duyuyorum. Bu, Düsseldorf’taki ikinci sezonum ve ülkemizin adının opera sanatından bahsedilirken olumlu anılması bizlere gurur veriyor. Bu açıklamadan sonra sorunuza gelirsek, bu sene Düsseldorf’ta 7 farklı prodüksiyonda yaklaşık 50 temsilde yer aldım. Ayrıca Fransa’da Strasbourg ve Mulhouse operalarında Don Carlos prodüksiyonunda yer alma şansına (Charles V) sahip oldum. Bu performanslara dair iyi eleştiriler aldım, ama bu bir anda olmadı elbette. 13 senedir bu mesleğin içindeyim ve zaman zaman hayal kırıklıkları yaşadım. Çok kez ümidimi kaybetme noktasına geldim, fakat çok değerli yol göstericilerimiz hep bana destek oldular. Bu açıdan çok şanslıydım denilebilir. Türkiye’deki eğitim Avrupa’nın birçok kentinde alamayacağınız kadar kaliteli ve ucuz. CUMHURİYET Sahneye çıkıp Türk operasını temsil ettiğiniz şehirlerdeki Türk diplomatlarının sizlere yaklaşımını yeterli buluyor musunuz? GÜRLE Diplomaside iyi bir enformasyon ağına sahip olduğumuz söylenemez. Biriki ilgilinin dışında gerçek anlamda yurtdışındaki sanat olaylarını takip eden, değerlendiren, her fırsatta Türkiye’nin parlayan yüzünü göstermek için çabalayan kültür ataşelerimiz yok maalesef. Bu neden böyle, hiç bilemiyorum. Bu kadar ihtiyacımız olduğu noktada, kültür adına uğraştığımız konular o kadar komik ve gereksiz ki... CUMHURİYET Yurtdışında çalıştığınız süre içerisinde Türkiye’deki opera çalışmalarına bakışınızda değişiklikler oldu mu? Türk operasının içinde bulunduğu duruma ek olarak, gelecek yıllarda karşılaşacağı problemler sizce neler olabilir? GÜRLE Tıpkı ekonomimizde olduğu gibi, operada da kurumsal olarak bu komik durumdan daha kötü bir noktaya gelemeyiz. Türkiye’de opera kurumu bir senedir tekrar bir çıkış arayışı içinde. Zannediyorum kesilmesi gereken yaralar ve atılması gereken cerahat var bu yolda. Sonra da bir iyileşme sürecine gireceğiz, işte bu süreçte Türkiye bir karar verecek: Profesyonel mali, sanatsal yönetimlerle tam sorumluluk alan bir kadronun yöneteceği özerk bir opera mı, yoksa eniştesinin, arkadaşının, teyzesinin, bakanlıktan ağabeyinin istediği gibi at oynatacağı, yeri geldiğinde suçlamalara tehditlerle cevap vereceği bir çiftlik mi? Belki kimilerine sert gelecek olan bu soru, pek yakında kapımızı yine çalacak. Musa ve İngiltere ‘‘başarılı’’ olması durumunda kabul göreceğinin onaylanması demek. Ki karşı olunması gereken bir ‘‘onaylama’’dır bu. Çünkü, mülteci sadece mülteci olmasına yol açan nedenlerden ötürü sığınmıştır zaten. Başka bir ölçü aramak ya da özellikle manevi anlamda şart dayatmak, tipik bir insan hakları ihlalidir. Yukarıda sıraladığım adlar gibi bir gelecek beklemiş olamaz mı örneğin Musa Pekin’i? O da, birçok benzeri gibi ülkesi Türkiye’de görüşleri yüzünden barınamayacağına inanıp İngiltere’de kalma mücadelesi verenlerden. Pekin, bir ‘‘vicdani ret’’çi. Askerlik yapmak istemediği için Türkiye’de kalması zor. Bu nedenle 1994 yılında geldiği İngiltere’de iltica talebinde bulundu. Başvurusuna yanıt beklerken 2005 ekiminde onbeş gün gözaltına alındı. Dostlarının topladığı 15 bin sterlin kefalet parasıyla serbest bırakıldı. İkinci kez gözaltına alınması 2006 haziranında oldu. Yine aynı koşullarla serbest bırakıldı. Haftada bir imzaya gidiyor şimdi. Musa Pekin, Türkiye’de on iki yıl boyunca profesyonel futbolculuk yaptı. Öncesi de var. Almanya’da Borussia Mönchenglatbach’da da top koşturdu yıllarca. Türkiye’de bir futbolcu olarak rahat yaşama şansı varken, ‘‘vicdani ret’’ taraftarı olduğu için askerlik yapmadı, yapmak da istemiyor. Edebiyatla ilgili bir futbolcu Pekin. ‘‘Bir Futbolcunun Toplu Sevda Şiirleri’’ adlı şiir kitabı da var. Ben ‘‘vicdani ret’’ konusunda onun gibi düşünmüyorum. Ama katılalım ya da katılmayalım, ülkesinde barınmasını zorlaştıran böylesi bir gerekçesi var Pekin’in. İngiltere hükümeti ise, burada kalmak için sahte iltica senaryoları yazmayan, herhangi bir örgütün mensubu olduğunu iddia etmeyen, Türkiye’de rahat para kazanma şansı olduğu için ekonomik gerekçeli sığınma istemeyen Musa Pekin’e, oturma iznini bir türlü vermiyor. Oysa, dikkate alınmayı gerektirecek bir gerekçesi var genç sporcunun. Bu gerekçenin sonuçlarından doğabilecek hakları olduğuna inanıyor. Bu haklar İngiltere’nin de resmi olarak tanıdığı haklar. ??? Musa Pekin’e karşı olmak, gerekçesine katılıp katılmamak ayrı bir konu. O, kendisi için yakıcı bir sorun olan askerlik karşıtı görüşleri yüzünden Türkiye’de yaşayamayacağına inanmış. Uyuşturucu kaçakçılarına bile oturma izni veren İngiltere, bu ‘‘inanmışlığı’’ dikkate almak zorunda. Pekin ‘‘vicdanı’’ olduğu için reddediyor. İngiltere de eğer varsa ‘‘vicdanı’’ olduğu için kabul etmeli. kemalerdemol@yahoo.co.uk O Avrupa’nın birçok ülkesinde bir opera sanatçısının 4 senelik temel eğitimi aşağı yukarı 200 bin avroya mal oluyor. Bu durum ülkemizde olsa, sanırım kimse bu eğitimi alamazdı, diye düşünüyorum. Ama eğitim kadrolarının ellerindeki olanaklarla yetinmeyip öğrencileri yüksek standartlara hazırlama gayretini görmezden gelemeyiz. Bir de özellikle büyük şehirlerdeki festivallerin genç kuşağın sanata ve aydınlanmaya olan açlığını büyük ölçüde bastırdığını söylemek gerekiyor. Bununla birlikte İstanbul, birçok Avrupa ülkesinde bulunmayan bir festival bolluğuna ve kalitesine sahip. KOMPLEKSE GEREK YOK CUMHURİYET Türkiye’den yetişmiş bir opera sanatçısı olarak Avrupa’daki çalışma koşullarını nasıl buldunuz? Sahiden Avrupa’da klasik sanatlar ve sanatçılar ideal çalışma şartlarına sahip mi? GÜRLE Bu kadar renkli ve zengin bir toprakta eğitim almak sizi diğer sanatçıların yanında farklı bir görüntüye büründürüyor. Sahnedeki duruşlarından çalışmalardaki ilişkilerine kadar Türk sanatçıları diğer sanatçılara göre çok daha sıcak, heyecanlı, azimli, istekli bir portre çiziyorlar. Eğer bir hatamız varsa, o da, hâlâ Türkiye’deki gençlerimizin gözünün Avrupa konusunda korkutulmasıdır. Tabii ki onlar bizden daha deneyimli ve örgütlüler. Bu da tarihsel süreçte böyle oldu. Son ndördüncü Louis’nin, nedenlerine elbette aklımızın ermeyeceği, Protestanların pratik hekimlik yapmalarını yasaklayan aptalca kararı olmasaydı, 1700’lü yılların Fransa’sının en parlak doktorları, Gideon De Laune’ler, Isaac Garnier’ler kalkıp İngiltere’ye gelir miydiler? İlki, Kral Üçüncü William’ın doktoru olmanın yanı sıra, İngiltere Eczacı Topluluğu’nun kurucusu oldu, ikincisi ise Chelsea hastanesinin baş farmakolojisti. Birinin, hele iyi yetişmiş birinin, kendi isteği dışında yurdundan kalkıp, başka toprak parçalarını yurt edinmesi kuşkusuz zordur. Zorluktan kasıt, maddi anlamda yaşamı lehine çevirememek değildir her zaman. Söz konusu Fransız doktorlar örneğin, ömürlerini çok ama çok zengin olarak tamamlamışlardır İngiltere’de. Göçmen ya da sürgün olmanın yaşattığı moral sıkıntılardan söz ediyorum ki, bu durumda olan herkesin yabancısı olmadığı sıkıntılardır bunlar. ??? 1700’lü yılların İngiltere’si için, ‘‘hiçbir yabancıyı topraklarından atmayan tek ülke’’ nitelendirmesi yapılır. O zaman da herhalde işgücüne, yetişmiş insana ihtiyaç duyan bir ekonomisi vardı demek ki İngiltere’nin. Bir yerden başka bir yere büyük göç kaymalarının ekonomik nedeni olduğu bilinmez değil. Yirminci yüzyılın son yarısında politik gerekçeli göçlerin varlığından haberdarız. Dini, siyasi, cinsel sorunlar nedeniyle ülkelerinde barınamayanların başka yurtlar araması maalesef bir insanlık gerçeğidir. Kendilerine benzerlerle aynı durumda olan göçmenler arasından ne parlak adlar çıkmıştır. Örneğin İngiltere’de. Tesco’nun, Marks and Spencer’in, Reuters’in sahip ya da kurucuları hep göçmenlerdi. Kendileri ya da aileleri başka ülkelerden gelen, birer edebiyat dahisine dönüşüp bulundukları ülkeye dünya çapında onur kazandıran T.S.Eliot, Joseph Conrad, Harold Pinter, Salman Rüştü, V.S. Naipaul, Germaine Greer, Doris Lessing gibi isimlere daha yüzlercesi eklenebilir. Elbette bu ülkeye kabul edildikleri sırada çok azı dışında ünlü şahsiyetler değildiler bunlar. Büyük çoğunluğu ünlerini sonradan yaptılar. İngiltere, bunu öngörerek kabul etmiş değil onları. Mülteci yaşamın, koşulları ne olursa olsun başarılı insanlar yetiştirdiğine bu adlardan daha iyi örnek olabilir mi? Kaldı ki, mültecinin, bulunduğu ülkede ‘‘yarış atı’’ymışçasına ülkenin doğal vatandaşlarıyla yarışa girip galip çıkması şart değildir. Böyle bir beklenti içinde olmak, mülteciyi vatandaşı yapmış olan ülkenin, ona ‘‘faydacı’’ yaklaştığının, sığınmacının da ancak Oyun yazarları ve çevirmenleri Kültür Servisi 60’ın üzerinde oyun yazarı ve çevirmeni, bir araya gelerek, oyun yazarları ve çevirmenlerinin haklarını koruyacak, oyun yazarlığımızı ve çevirmenliğimizi geliştirmeye ve tanıtmaya yardımcı olacak, tiyatromuza yeni bir ivme kazandıracak olan ‘Oyun Yazarları ve Çevirmenleri Derneği’ni (OYÇED) kurdular. Tiyatromuzun kalitesinin yükseltilmesine, tiyatroda demokrasi kültürünün, çağdaş değerlerin yerleştirilmesine ve tiyatromuzun bir atılım içine girmesine katkıda bulunmayı amaçlayan derneğin kurucular kurulunda, (alfabetik sıraya göre) Bilgin Adalı, Aytül Akal, Dersu Yavuz Altun, Sadık Aslankara, Yalçın Baykul, Cuma Boynukara, Yard. Doç. Dr. Sema Göktaş, Yard. Doç. Dr. Erbil Göktaş, Bilgesu Erenus, Doç. Dr. Hasan Erkek, Turgay Nar, Prof. Dr. Özdemir Nutku, Doç. Dr. Nurhan Tekerek, Fikret Terzi, Yılmaz Onay, Cengiz Özek ve Haşmet Zeybek yer aldı. 13 Temmuz tarihinde kurulan derneğin geçici yönetim kurulunda ise, şu isimler görev üstlendi. Prof. Dr. Özdemir Nutku (Başkan), Doç. Dr. Hasan Erkek (2.Başkan), Dersu Yavuz Altun (Genel Sekreter), Cengiz Özek (Sayman), Bilgesu Erenus (Üye), Haşmet Zeybek (Üye), Fikret Terzi (Üye). Merkezi Istanbul’da bulunan, kısa sürede orgütlenme çalışmalarını tamamlayarak, 29 Ekim 2006 tarihinde ilk genel kurulunu yapmayı tasarlayan OYÇED, başka kentlerde de şubeler açmayı ve temsilcilikler bulundurmayı amaçlıyor. M ustafa Nihat Özön’ün emek ürünü çalışması Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü’nü çok severim. Bu sözlüğü 1954 yılında İnkılap ve Aka Kitabevi yayımlamış. Bir daha yayımlandı mı, bilmiyorum. Sözlüklerin, ansiklopedilerin sayfaları arasında kaybolup gitmek hoşuma gider. İşte bu yüzden, ikide birde, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü’nün sayfalarını karıştırırım... Mustafa Nihat Özön ‘klasik’ sözcüğünü şöyle tanımlamış: ‘‘Bu söz geniş anlamıyla 1. moda ile değişmeyen, en az üzerinden iki nesil geçtikten sonra sağlam kalabilen, değerini koruyan; 2. önemini kaybetmeyen bir konusu olan; 3. geniş bir topluluğa yayılan; 4. dili, anlatımı, üslubu okuryazarlarca yadırganmayacak sadelikte olan eserlerin niteliğini anlatır.’’ Bizi daha çok birinci tanım ilgilendiriyor. Çünkü bugün, İş Bankası Kültür Yayınları’nın hayat verdiği ‘‘Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi’’nden söz açmak istiyorum. Hasan Âli Yücel’in 1940’larda Milli Eğitim Bakanlığı’nın olanaklarıyla Türkçeye kazandırdığı klasiklere, o eşsiz gayrete değişik açılardan yaklaşılmıştır. Bir öbek aydın bu yapıtların ekinsel ufkumuzu genişleteceğine YAZI ODASI SELİM İLERİ Klasikler tabın ilk okuruydum. Sonra, okul kitaplıklarının görevlileri ne kadar da koruyucudurlar: Öğrencinin kitap talebi bir suç başlangıcı gibi alımlanır... Hasan Âli Yücel’in özlemiyle gerçekleşmiş bu yayınların, başkalarını bilmem ama, benim yaşamımda derin izi var. Bu yapıtları okumasaydım, yazarlığa belki soyunmazdım. İş Bankası Yayınları, klasikleri şimdi diriltiyor. Dilerim bu kez, Tarık Buğra’nın trajik saptaması hüküm süremez ve yapıtlar okura, gerçek okura kavuşur. ??? İş Bankası Yayınları’nda yer alan klasikler, bakanlığın yayını kitapların bir tekrarı değil. Eskiden yayımlananlarla birlikte yepyeni kitaplar da sunuluyor. Yepyeni dediğim, dilimize çevriliş açısından. Aslında gecikerek kavuştuğumuz yapıtlar. Örnekse, Ahmet Cemal’in dilimize inanmıştır, Bir öbek aydın da, klasikler arasında Doğu kökenli eserlerin yok denecek kadar az olduğuna değinmiş; girişimi, Batıcı politikanın çıkarına bir girişim olarak değerlendirmiştir. Attilâ İlhan’ın böylesi bir savı ileri süren pek çok yazısı var. ??? Tarık Buğra ise Dönemeçte adlı romanında hayli trajik bir saptamayı gündeme getirmiş: Romanın kahramanı bir taşra kentinde doktordur. Milli Eğitim Bakanlığı klasikleriyle o kente gelmiş, geçen onca uzun zamanda, bu kitapların hiçbirini açıp okumamıştır. Tekil bir örnek değil Buğra’nın roman kişisi. Evlerde, okullarda, halk kütüphanelerinde sayfaları açılmamış böylesi kitaplara ben de tanık oldum. Galatasaray Lisesi’nin, Atatürk Erkek Lisesi’nin kitaplıklarında ölü toprağı serpilmişçesine bekleyen nice ki kazandırdığı, Novalis imzalı Geceye Övgüler. Çeviri edebiyatımızın Ahmet Cemal’e borcu ödenecek gibi değildir. Bir yaşam boyu Türk okuruna birbirinden güzel yapıtlar armağan etti. Çevirinin boğunçlarına adeta omuz silkti... Geceye Övgüler’e gerçekten de ‘‘derinlikli bir önsöz’’ yazan Ahmet Cemal, Novalis’i ve eserini tanıtmakla kalmamış, şimdinin bazı yazınsal sorunlarına da açıklık getirmiş. Geceye Övgüler’e gelince... Ama hiçbir şey söylemek istemiyorum. Bazı yapıtların tadına ancak okunarak varılabilir. Yayın dünyasının kaç adet sattım zihniyeti öteden beri midemi bulandırır. Kaç adet sattım, son dönemlerde, kaç adet satarım’a evrildi ve bayağılık diz boyu. Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi yaygın yayıncılık zihniyetine çok şükür ki gönül indirmiyor. Daha da sevindiricisi, okurla en azından satış açısından bağ kurabilmiş olması. Gizli bir zafer... Öneriler: Kitap / Yürek Burgusu, Henry James, Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi, 2006. (Necla Aytür’ün özenli çevirisinden görkemli bir roman...) antik kent kazısı insafa bırakıldı ÖZCAN ÖZGÜR MUĞLA Antik Likya ve Karya uygarlıklarının kalıntılarıyla Türkiye’nin açık hava müzesi konumundaki Muğla’da, bu yıl 11 bilimsel ve 7 kurtarma kazısı ile 6 yüzey araştırması yapılıyor. Muğla’da 195 antik kentin 184’ü bu yıl da kaçak kazı yapanların insafına bırakılmış durumda.Muğla Valisi M. Temel Koçaklar’ın verdiği bilgiye göre, bilimsel arkeolojik kazılardan üçü ve yüzey araştırmalarından ikisi yabancı arkeologlarca yürütülüyor. 7 kurtarma kazısı da Muğla, Bodrum, Milas ve Marmaris müze müdürlüklerince gerçekleştiriliyor. Muğla’nın doğal ve tarihi çevre zenginlikleri yönünden Türkiye’nin en önemli merkezi olduğunu belirten Koçaklar şunları söyledi: ‘‘Muğla’da 195 antik kentin bulunduğunu göz önüne alırsak yapılan çalışmaların sınırlı kaldığını görüyoruz. Ancak arkeolojik kazılar dünyanın her yerinde sabır ve zamanın yanında ciddi bir kaynak gerektiren çalışmalar. Gönül ister ki kültür varlıklarımızın tamamını aynı anda ortaya çıkartalım. Bu mümkün değil.’’