26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Örendeki turunç ağacı Çetin YİĞENOĞLU e zaman yaşlı bir turunç ağacı görsem, belleğimde çıngılanan düş kristalleri, hayatımızı tirşe ufuklarda örmeye çalıştığımız günlere götürür beni... Anılar denizinin henüz grileşmemiş gökyüzünde ilkin askerin öyküsü belirir; fonda, örendeki yaşlı turunç ağacı; ağaç yalnızlığının sembolü gibidir her zaman... Yaşlı turunç ağacını dokunulmaz sandığımız o günlerde, büyük bir kentte askerlik görevini yapan narenciye çiçeği diyarından bir gencin canı tatlı limon çeker... Sıla özlemiyle yanan genç, tutkusunu bastırmak için ilk hafta sonu izninde bir manava giderek olabildiğince kibar dille tatlı limon ister... Ancak, manav onun gibi kibar davranmaz kendisine... Hiç de hak etmediği bir dille onu tersleyip aşağılayarak "Limonun tatlısı da olur muymuş?"der... Bunu bir türlü hazmedemeyen asker, günümüzdeki gibi cep telefonlarının, türlü elektronik iletişim, ulaşım araçlarının olmadığı o dönemde, yıldırım telgraf çekerek acele bir sandık tatlı limon gönderilmesini ister evden... Aile, buna bir anlam veremese de hemen isteğin gereğini yerine getirir... Tatlı limonları alan asker, bir koşu giderek hırsla manavın karşısına dikilir. Bu kez, manava kendi üslubuyla hitap ettikten sonra, "İşte buna tatlı limon derler," deyip birkaç tane tatlı limon uzatır... Büyük kent manavının bilgisizliği bir yana, yaklaşık yirmi yıl önce dönemin başbakanını izleyen ünlü bir gazetecinin turunç dünyasına ilişkin notları da belleklere kazınacak türdendir... Gezi sırasında gördüğü, caddenin iki yanında sıralanmış meyve yüklü turunç ağaçlarını portakal sanan gazeteci, ertesi günkü notlarında, "İnsanlar öyle uygar ki, portakal ağaçlarına uzanıp meyvelerine dokunmuyorlar bile... O görkemli manzarayı seyretmenin keyfini sürüyorlar sadece..." diye yazmıştı... Doğrusu, manav da, gazeteci de hoşgörülmeli; narenciye ağaçlarının türünü karıştırmaları doğal karşılanmalı... Çünkü, narenciye ağaçları da insan gibi türlü türlüdür; kiminin dikeni, kiminin yaprağı farklı... İşte bu farklılık, çiçeğini döküp henüz meyveye durmuş bir narenciye ağacının türünü anlamayı zorlaştırır; birinin çiçeğini, öbürünün yaprağını türdeşinden ayırmayı içinden çıkılmaz eder... Turunç, portakal, mandalina, satsuma, limon, tatlı limon, lime limon (yeşil limon), greyfurt, (kırmızısıyla sarısıyla altıntop) ya da kamkat ('Quamcat', süs narenciyesi), diye say say bitmez; tür açısından öyle varsıldır ki narenciye... Narenciye türleri arasındaki farkı ancak, turunç sıkılmış biberli ya da sumaklı soğan salatasını limon sıkılmış maydanozlu soğan salatasından ilk bakışta ayırt edenler anlayabilir... Salatalar, elbette tek başına olmaz... Şiş ciğer ya da beyti, sonra elbette şalgamla yanında rakı... Bunların tadını bilenlerse böyle bir sofrayı gördüğünde o güneş diyarının diliyle "Tehhooo, yeme de yanında yat," türünden bir şeyler mırıldanır... Bu dil, insanların ormanları, bahçeleri Tanrı evinin bahçesi olarak algıladığı günlerin dünyasına özgüdür... İnsanlarda ağaç sevgisiyle çevre bilinci üst düzeydedir o dünyada... Hayat, bize bu gerçekliği yaşatarak öğretti; anılarımızda silinmez izler bıraktı... Sanırım, birçok babanın yaşamasına emek verdiği bir geleneğe bizim babamız da katkı koymuştu; biz dört kardeş için dört ağaç dikmişti; ağaçlar denli uzun ömür sürmemiz için... Ne ki, iki numaralı kardeşimizi yolun N başında yitirdik. O zaman, hiç unutmam, babam, "Zaten fidanı da tutmadı, kurudu,"demişti, acısını bastırmaktan çok, bizi avutmak için... Bunun üzerine bir kaygı çöreklenip de minicik yüreğimize oturunca, bizim ağacımızın hangisi olduğunu sorduk, ama herhangi bir yanıt alamadık. Babamın söylediği şu sözler ise küçük beyinlerimize mıh gibi çakıldı: "Ağaçların hepsi sizin... Unutmayın, bu dünya sizin kadar, börtüsü böceği, ağacıyla da var!" O günden sonra, mahalledeki örenin böğründe yaşayıp giden, daha önce kimsenin pek umursamadığı yaşlı turunç ağacına farklı bir gözle bakmaya başladık... Kimbilir kimin ağacı, diye düşünmekten deli oluyorduk... Öyle yaşlı, öyle yaşlıydı ki, kimse bilmiyordu kaç yaşında olduğunu... Çocukların ailelerini kaynak göstererek verdiği bilgilerse birbirini tutmuyordu. Kimine göre yüz, kimine göre yüz elli yaşındaydı turunç ağacı; iki yüz, iki yüz elli yaşında olduğunu söyleyenler de vardı... Altında oyunlar oynadığımız bu yaşlı turunç ağacı her çiçek açışında bir dal kopartıp anneme götürürdüm. Bu onun çok hoşuna giderdi... Annem, çiçekli dalı her tı... Ağacımız, baharları çiçek açtığında farklı bir görüntü sergilemeye başladı böylece... Çiçeklerin büyük bir bölümünü dökmesi bile bozamıyordu onun egzotik görüntüsünü... Onu farklı yapan biraz da bu yanı oldu... Dalında taşıyabileceği meyve denli çiçek tutuyor, gerisini ayak uçlarına serpiyordu... Ak bir örtünün üzerine oturmuş, yeşil saçlı ak sakallı bir yaşlı görüntüsü veriyordu ona bu durum... Herkesin evinin önünde, yolda yolakta çok sayıda turunç ağacı bulunduğu için kimse çiçeğine de, meyvesine de dokunmuyordu. Yeni meyveleri bir sonraki yılın meyvesiyle buluşuyordu hep... Her baharda yaşanan Çukurova senfonisinde, dallarında türküler söylüyordu kuşlar... Bu yazıyı düşünmeye başladığım günlerde yolum o yana düşünce, yaşlı turunçu görmek istedim, ama göremedim; yerinde yeller esiyordu çünkü... Ören de yok olmuştu... Yerlerinde mimari kaygıdan nasiplenmemiş, bir rant anıtı boy gösteriyordu... O şirin belde de, mikrokent yaşamına karşın, makro hırslara teslim edilmişti... Otomobil çığlıkları, büyük kentlerdekine benzer bir delirmişliğe öykünmelerdeydi... Tek değişmeyense, ünlü gazetecinin portakal sandığı turunç ağaçlarının kendilerini gösterebilmek için her bahar hâlâ bayramlığını giydiği, meyvelerini cömertçe sunduğu, ama kimsenin yine dönüp yüzüne bakmadığıydı; para için birbirinin gırtlağını sıkmaktan ellerinin altındaki narenciye hazinesinin değerini anlamaya fırsat bulamadıklarıydı... Çok çok turunç reçeli, turunç ekşisi yaparlardı... Meyveler, çoğu kez ya ağacın dibinde çürür ya dalında kururdu... Ucuza alıp pahalıya satma cingözlüğü edinmiş bir bezirgan çıkıp da ürünlerini bahçede satın alarak hasat edip götürmezse işleri bitikti... Kolayından kazanmak varken, çoğu kimsenin parayı Kabe yaptığı bir toplumda kimin umurundaydı biraz emekle daha çok katma değer yaratmak? İşsize iş, kendileri için daha çok kazanç nasıl sağlanırı kim düşünürdü? Kim araştırırdı, narenciye ürününün kabuğundan alkol ya da esans üretildiğini, çekirdeğinden kimya sanayiinde, boya üretiminde yararlanıldığını, posasının hayvan yemi olarak ahıra, potaslı gübre olarak tarlaya geri döndürüldüğünü, atık bırakmayan bir ürün olduğunu? Sadece, meşrubatçıda taze sıkılmış suyunu satmayı akıl ederlerdi bir de... Nedense suyunu konsantre paketleyip pazarlamayı, nitelikli bir turunç likörü üretmeyi kimse düşünmezdi? Narenciye ağaçlarının her bahar dibine döktüğü çiçeklerin bile başlı başına bir ekonomik değerinin olduğu akıl edilmezdi... Neredeyse ülkenin her taşının pazarlandığı günümüzde, neden narenciye ürünlerini depolama, paketleme tesisleri kurma planlaması, yatırımları yapılmazdı? Neden hâlâ sıcaktan korumak, saklamak amacıyla Nevşehir yöresindeki doğal depolara taşınır dururdu limonlar? Gümrük birliği anlaşmasıyla koca ülkeyi susta durduran AB, kota eşiğini düşürdüğünde, bir de Rusya kapısı kapandığında, acaba neden, "seyreyleyin narenciye üreticilerinin hali pürmelalini," adlı oyun sahnelenirdi hep? Oysa otuz, otuz beş yıl önce narenciye bahçesi dikimi nasıl da özendirilmişti öyle... Çukurova baştan aşağı narenciye bahçesine dönerken pamuk Harran'a kaydırılacaktı... Sözümona kaydırıldı da... Üçbeşbin yılda oluşmuş o kadim, o humuslu topraklar üç beş yılda tüketildi... Narenciye bahçeleri de sahibine, üreticisine yük durumuna getirildi... Örendeki turunç zevksiz bir binaya, Adana'nın akciğeri konumundaki narenciye bahçesi de "central park" (merkez park) özentisine kurbanı edildi. defasında coşkuyla alır, içinde su bulunan bir vazoya özenle koyar, vazoyu da evimizin çok amaçlı odasının başköşesine yerleştirirdi... Küçük dünyamızın önemli bir parçasıydı turunç ağacı... İri gövdesine her çocuk çakısıyla türlü türlü sembol çizer, adını kazırdı... Ben de içinden ok geçen kalp sembolü çizmiştim. Kalbin içine ilkokul aşkımla kendi adımın baş harflerini nasıl özenle çizdiğimi hiç unutamam... Herkesin bir ağacının olduğu inancı çocuklar arasında öyle içtenlikle benimsendi ki, anlatamam... Bunun üzerine, yaşlı turunç biz çocuklar tarafından koruma altına alındı... Gönüllü bekçisi olduk hepimiz... Artık kimse onun gövdesine çakıyla bir şeyler kazımıyordu. Ben de çiçekli dalını koparmaz oldum... Yaşlı turunç ağacı, birdenbire tabulaşmıştı; mistik güç sahibi bir yaşlı gibi görünüyordu gözümüze... O günlerden birinde, başörtüsünün fiyongunu çenesinin altında bağlamış bir teyze geldi, diz çöküp dua okuduktan sonra, cebinden çıkardığı beyaz bir bez parçasını turunçun alt dallarından birine bağladı... O günden sonra bez parçalarının, tülbentlerin sayısı gitgide art 8
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear