23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Okuma! Yitik Göl’ün izinde... “Binlerce yıl sere serpe yaşadıktan sonra haritadan silinivermek acıların en büyüğü olsa gerekti.” ? Mavisel YENER I talo Calvino “Görünmez Kentler” adlı kitabında şöyle der: “Kentler de düşüncenin ya da rastlantının eseri olduklarını sanırlar hep, ama ne biri, ne öteki ayakta tutmaya yeter onların surlarını. Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır.” Ahmet Günbaş’ın son romanı Yitik Göl, kente sorular soran bir roman. Damlapınar Köyü’nün Yaka’sından kalkıp annesiyle beraber İzmir’e gelen Servet’in öyküsünü anlatmıyor yalnızca, gençlerle bir “dertleşme” olduğunu da söylemek olası. Ahmet Günbaş’ın diğer kitaplarına göre özyaşamöyküsellik özelliği ağır basan bir yapıt bu. Duygusallığa kapılmadan, duygu sömürüsü yapmadan yaratılmış fakat alabildiğine duygusal... Servet’in ve ailesinin yaşamı, sızlanmadan, övgücülüğe kapılmadan, anlatıcı uzaklığı da korunarak anlatılmış. Okurun romanda tanıştırıldığı portreler dönemsel ipuçları ile birleştirilerek her bölüm bir öykü gibi de okunabiliyor. Romanın bütünselliğinde bir İzmir belgeseli görmek de olası. Çok katmanlı romanlardan söz ederken hangi özelliğini öne çıkaracağınıza karar vermekte güçlük çekersiniz; Yitik Göl, böyle bir yapıt. Umutların tükendiği, borçların gırtlağa dayandığı, sıkıntıların gitgide ikiyeüçe katlandığı bir dönemde, Servet’in babasına gurbet yolu görünür. Bir akşam usul usul hazırlar tahta bavulunu, içine akıttığı gözyaşlarıyla koyulur yola. Ardında kalan çocukları ve eşi “dur gitme!” diyemezler ona. İzmir ne de olsa büyük kenttir, aç açık bırakmaz insanı… Ama aldığını da vermez; bunu bilir köy halkı. Bu yüzdendir Servet’in büyüyünce pilot olma isteği. Gurbetteki babasına hızla ulaşabilme duygusunun ve özlemin dışavurumudur. Servet pilot mu olur, yoksa bambaşka umutlara doğru mu yol alır, bunu kitabın sonunda göreceğiz “Gidenin eli bir iş tuttukça, o ailenin kökleri de terk ediyordu köyü. Nerdeyse İzmir çukuruna köyün yarısı akmış, yapışıp kalmıştı.”(s, 16) Servet, bir türlü geçmeyen hastalığının tedavisi için İzmir’e gitmesi gerektiğinde, bu serüvenin sonunu kestirmesi elbette zordur. Bu yolculuk Servet’in gözlemlerinin aktarımıyla kimi zaman belgesel, kimi zaman da edebiyat lezzetindeki bir şöleni de beraberinde getirir. “Beklenen tren homurtuyla yaklaşmıştı perona. Bir yandan kömür kokusu, bir yandan da camları buğulandıran CUMHURİYET KİTAP SAYI buharın yoğunluğu iyice karaya çalmıştı istasyonu. Üst üste yığılan denkler, çuvallar, çıkınlar, heybeler, çantalar, ahşap bavullar bir anda taşınmıştı vagonlara. Allı, yeşilli, morlu giysilerden ibaret kadınlar, kadife pantolonlu ve ağır kasketli adamlar apar topar vedalaşıp kompartımana koştular.”(s,19) Servet annesiyle birlikte İzmir’de, Halkapınar İstasyonu’nda iner. Babasıyla kucaklaşır, onun kocaman ellerini, çatık kaşlarını bile özlediğini anlamıştır. Boynuna yapışıp kalan kolları uzun süre ayrılmaz. Romanın bundan sonrasında son otuz yıldan beri epeyce değişen İzmir’in kıyılarında ve sokaklarında dolaşır okur. “Gerçi mahallede her evin bir tulumbası, birkaç ağacı, asması, sarmaşığı, renk renk çiçekleri vardı ama, buradaki yeşillikle boy ölçüşmek her avlunun harcı değildi. Manda Çayı’nın çakıl taşlarına vuran suyunun şırıltısı türünü bilmediği kuş sesleriyle karışıyor, rüzgâr ağaç dallarını keman telleri gibi kullanarak en güzel şarkılarını söylüyordu. Zakkumlar beyazlı kırmızılı çiçekleriyle patikayı şenlendirmiş, çalı çırpı arasında ite kaka kendine yer açan böğürtlenler, yolcuyu yolundan eyleyen tavırlarıyla, adeta meyvelerini sunma yarışına girmişlerdi. Az ötede Bornova’dan Bayraklı’ya uzanan üzüm bağları yeşil bir kale gibi kentin kuzeyini çeviriyor, dağ eteklerinden yükselen kekik kokuları insanları dağ doruklarına çıkarıyordu.” (s, 57) Romandaki bu tür betimlemeleri okuyan gençler, Ahmet Günbaş’ın İzmir üzerine fantastik bir roman yazdığı sanısına kapılabilirler; çünkü romanda anlatılan İzmir “eski” Izmir’dir. Artık ne o kokular vardır, ne de gölün mavisi… Duvar diplerinde bardacık ağaçlarının büyüdüğü, Bornova’da alacalı bamyaların yetiştirildiği, çıkmaz sokaklarda birbirine yaslanan evlerin gülümsediği, Çamlık’ta gerçekten de oksijenin bol, çam kokusunun gümrah olduğu, flamingo, pelikan, balıkçıl, angıtlara kucak açmış Halkapınar’ı olan bir kent. Sonrasında, kenti kanserli hücreler gibi saran ve hasta eden bir yok oluş… Yitik Göl’de romanın kahramanı Halkapınar’da, İzmir KörfeAhmet zi’nde çocukluğunu yaşarken Günbaş bir yandan da annesi, babası, 936 kardeşleri, Nami Dayı, Ayhan Yılmaz, Mesut, Nizamettin, Adnan ve diğerleriyle tanışır okur. Hepsi de İzmir’in yüreğine sürükler okuru. Onlar yalnız çıkınlarını, sepetlerini, kilimlerini değil, iç sıkıntılarını da sererler gölün kenarına. Uçurtmalar yapan çocuklar, gün gelip ilk aşklarını yaşar, ilk öpücüklerini kondururlar sevdiklerinin dudaklarına. Hoş bir fısıltıyla şiir olup patlar, yürekleri birbirine bağlar bu aşklar. Göl havasını yaşayan Mersinli sakinleri belki de o zamanlar bu nedenle “sakin”di, kim bilir… Romandaki Servet büyür de İzmir durur mu? Onunla beraber alabildiğine “büyür”. Servet’in yaşadığı o sarsıcı günü, günün sonunda verdiği kararı ve bu romanın yazılış öyküsünü paylaşmayacağım elbette, okurların keşfedeceği hazineler olarak kalsın onlar. Kent ya da başka bir yer olsun, yaşanan mekânlar üzerinde düşünmek, bu mekânlarla dilimizin ilişkisini kurmak Ahmet Günbaş’ın yazın dünyasında önemli yer tutuyor. Yitik Göl’de, kentin ortasındaki Halkapınar gölünün nasıl ve ne için yok edildiği sorunu ortaya konulurken, “kent” ve “kültür” ilişkisini de vurguluyor yazar. Bunlar birbirini en yoğun biçimde çağrıştıran iki kavram. Prof. Dr. Betül Çotuksöken bir kitabında kültür tanımlarını iki öbekte topluyor: “Birinci öbeğe giren tanımlar, insan ve insan dünyasıyla ilgili her türlü ürünü, yaratıyı kültür olarak içerirken, ikinci öbeğe giren tanımlar, belli bir ölçü ya da ölçütler eşliğinde insan başarılarını, insan ilişkilerini içerir.” Yitik Göl her iki tanımı da içeren bir sosyolojik yaklaşım olarak da değerlendirilebilir. Günümüzdeki hızın, devingenliğin bu denli egemen olduğu ortamlarda kent kimliğini korumanın güçlükleri roman kişilerinin dilinden başarıyla aktarılmış. Yazar, kenti kent yapanın ne/neler olduğu sorusuyla da örüyor romanını. Gittikçe genleşen kentin farklı yaşama kesitleri nedeniyle, kişinin yaşadığı yerle olan bağının da gitgide silikleştiği hissediliyor. Yeni toplumun bireylerinin bunun da farkında olmadıklarının en iyi göstergesi, çalıştıkları, içinde bulundukları sokağın adını, geçmişini bilmemeleri. Yitik Göl’ü okuyan genç, roman kahramanı Servet’in geçmiş zamana bakış, anımsayış ve çağrışımlarıyla, kendi yaşadığı kentin, sokağın, mahallenin peşine takılıp onların geçmişini araştırma isteği duyacaktır. İzmir’i başka romanlarına ve şiirlerine de konuk etmiş olan Ahmet Günbaş’ın Yitik Göl’ü için İzmir için yakılmış bir ağıt, demek yanlış olmaz. “Binlerce yıl sere serpe yaşadıktan sonra haritadan silinivermek acıların en büyüğü olsa gerekti.” (s, 109) Kentler geçmişlerini nerede barındırırlar? Belki de ozanların, yazarların sözcüklerinde… Günbaş’ın, romana yansıyan şair yanıyla bakalım bu gerçeğe: “Nerede o göl? Halkapınar! / Sular ilk orada mı dinlenirdi / Düşüp ıslanır mıydı bulutlar / Kuşlar kuşlara neler söylerdi / Bir yanı oyunbaz koruluklar” (s, 124). Servet, Ahmet Haşim’in Göl Saatleri şiirini Halkapınar gölü için yazdığını öğrenince, Halkapınar’ın biricik kızı Marianthi’yi anlatan Su Yılanı söylencesini duyunca, ne yapar dersiniz? Halikarnas Balıkçısı, Halkapınar araştırmalarının böylesi bir romanla yeniden uç vereceğini bilebilir miydi? Günceli mitolojide yakalayabilmek, olsa olsa Balıkçı’nın işi olurdu… Günbaş’ın dil ve anlatım ustalığını, edebiyatımıza kazandırdığı değişik renkleri bilenler bu romanda da aynı yapıyla karşılaşınca şaşırmayacaklar. “Çocukluğunun taşkın mavisine kavuşmuştu Servet. ‘İzmir mavisi’ olmalıydı adı. Onunla tüm zamanları boyayabilirdi” (s, 23). “Kışın azgın taşkınlara neden olan çay, yazın çakıldak yüzüyle evcil biri gibi sakinleşiyor” (s, 36), “fırıl fırıl bir şenlik” (s, 37), “kapıağzı oturmaları” (s, 54), “gecenin ateş gözlü hayvanları kediler “(s, 71), “çağıl çağıl bir ses” (s, 77), “yumur yumur bir sıkıntı” (s,110), “sokulgan sokak” (s.115), gibi gerek ses yinelemeli, gerek imge yüklü anlatımlarıyla, sözcüklerin parıldadığını ve genç okura Türkçenin “çağlaçakır” duruluğunu yansıttığını söyleyebiliriz. ‘Anıroman’ların taşıdığı risklerden uzak tutulmaya çalışılmış olan Yitik Göl’de okurunu romana, kente, şiire, tarihe götüren bir yol var. Kültürel/düşünsel temelde varsıllaşmış bir iç dünya, bu dünyanın gözlüğünden algılanan yaşam, bu yaşamı estetik boyuta taşıma gücü… Umarım sınıflarında kent kültürü çalışmaları yapan öğretmenlerin de dikkatini çeker. ? * Yitik Göl Ahmet Günbaş, İmbat Yayınları, s.128, 2007, 14+ SAYFA 3
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear