23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

8 ŞUBAT 2015 / SAYI 1507 7 Kızımın ölümü kaza değil, “İŞ CİNAYETİ” Selin Erdem, Arka Sıradakiler dizisinde sanat asistanıydı. Biraz soluklanmak için sigara molası verdi. Herkesin yaptığı gibi bina dışına çıktı, çünkü ne bir mola odası, ne de sigara alanı vardı. Sonrası Erdem ailesine gelen acı bir telefon ve 1 Mayıs 2012’den beri verilen yıpratıcı bir hukuk mücadelesi. Çünkü savcı, catering arabası çarptığı için trafik kazası düzeyinde dava açtı, ancak ailesi bunun “iş cinayeti” olduğunda kararlı. Şimdi dava AİHM’de. ESRA AÇIKGÖZ G eçen hafta ufak bir haber olarak düştü gazetelere; Oyuncular Sendikası ve Sinema Emekçileri Sendikası’nın (SineSen) talepleri üzerine setlerin “az tehlikeli” sınıftan “tehlikeli sınıfa” yükseltildiği. Bu demek oluyor ki, setlerde iş güvenliği denetimleri arttırılacak. Yani, eğer bu denetim hakkıyla yapılırsa, artık setlerde ölümler, yaralanmalar olmayacak. İşte bu sebepten, o ufak haberin arkasından gencecik bir kadının yüzü canlandı gözümde; “Arka Sıradakiler” dizisinin setinde hayatını kaybeden 26 yaşındaki Selin Erdem’in ve kızlarının “iş cinayeti”nde öldüğünü kanıtlamak için üç yıldır hukuk mücadelesi veren ailesinin. Baba Musa, anne Hacer ve abla Sema Erdem her mahkeme çıkışı adalet arayışlarını haykırdılar, ama sonuç, hayal kırıklığı oldu. Şimdi AİHM’de başvuruları... “Ben Selin’in babasıyım” diye başlıyor cümleye Musa Erdem, “Kızım, ‘Arka Sıradakiler’ dizi setinde sanat asistanı olarak çalışırken 1 Mayıs 2012’de, 19.30 sularında iş cinayetine kurban gitti”. Suskunluk... Beş yıldır değişik dizilerde, farklı iş alanlarında çalışıyordu Selin; kostümde, makyajda... Bir yandan “Arka Sıradakiler” dizisinin sanat asistanlığını yaparken diğer yandan da Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmek için uğraşıyordu. “Benim kızım erkek gibiydi, yağcılık filan bilmezdi” diyor Musa Erdem, “Sette bir ters durum görüyor, çantasını alıyor, bırakıyor diziyi. Bir hafta Sinan Çetin’in ‘Pis Yedili’sinde çalıştı. Arka Sıradakiler’deki ekip dağılmış, yeniden bir ekip kurulunca yine Selin’i aradılar. Döndü”. Gününün neredeyse tamamını sette geçiriyor Selin. Öyle bir çalışma temposu ki bu; bir gece kızını yorgunluktan ellerinin üzerinde merdiven çıkarken gördüğünü bile hatırlıyor baba Erdem. Ona, Selin’in bu çalışma ritminden düşen uykusuzluk, çünkü kızı eve girmeden başını yastığa koymuyor. Şanslıysa gece 01.00’e, değilse 04.00050.00’e kadar bekliyor. Ta ki, 1 Mayıs 2012’de, emekçilerin alanlarda haklarını Selin Erdem’in ablası Sema, annesi Hacer ve babası Musa Erdem üç yıldır adalet arıyorlar. Fotoğraf: KAAN SAĞANAK dile getirdiği o bayram günü, acı haber gelene kadar... Telefonun ucundaki ses, Selin’in setten arkadaşı olduğunu, Selin’in hafif bir kaza geçirdiğini, iyi olduğunu, ama yanına gelmelerini, söyler söylemez, toplanıp hastaneye gidiyorlar. “Orada aldık haberi” diyor anne Erdem, “Olduğu yerde vefat etmiş. İşe uğurladığımızla kaldık, bir daha göremedik. ‘Çok kötü olduğundan görmeniz iyi olmaz, son halini güzel hatırlayın’ dediler. Çalışma arkadaşları bahçedeydi. Ben, ‘ne oldu arkadaşınıza’ diye hepsine sordum. Hiçbiri de ağzını açıp en azından, ‘kaza oldu’ bile demedi. Sette konuşma yasağı gelmiş. Hamdi Alkan’ı da sadece orada, hastane bahçesinde gördüm. ‘Ben her şeyi yaptırdım’ dedi. Yaptırdığı da kızımı morga koydurmak! Sonrasında ne şirket yöneticilerinden arayan oldu, ne çalışma arkadaşlarından.” kaybetmeyecekti. Bütün çalışanların sigara içtiği bir yer orası... O kadar para kazanıyorlar, ama insan hayatını düşünmedikleri için bu cinayetlere sebep oluyorlar”. Dava süreciyse adalet duygusuyla sağaltmaktan çok, başka üzüntülerin kapısını açıyor. Daha acılarını yaşayamadan, dördüncü günde, başsağlığına gelen akrabalarının, “Gazetede Selin’in davası başladı, yazıyor” lafıyla haberdar oluyorlar kamu davası açıldığından. Bunun olumlu bir şey olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Zira bir trafik kazası davası yürütülüyor. Oysa onlar davanın “iş cinayeti” olarak genişletilmesini, böylece patronlara, prodüksiyon şirketine kadar herkesin sorgulanacağı geniş bir yargılama yapılmasını istiyor. Üstelik önce savcı açtığı için, yeni bir dava açabilme şansları da kalmıyor. Davaya müdahil oluyorlar. “Baştan sona ihmaller var” diyor anne Erdem, “Hamdi Alkan bilinen biri olduğundan onun üzerinden suçu almak için sırf şöforun üzerinden davayı gördüler. Allah razı olsun, Bir Umut’un avukatları çok uğraştı ‘iş cinayeti’ davasına dönüştürülsün diye, ama kabul edilmedi. Bizden önce savcı dava açtığı için, ben yeni dava açıp çocuğumun hakkını da arayamıyorum. Üyesi olduğu SineSen müdahil bile edilmedi. Mahkemelerde bir komedi oynanıyor”. “Oysa” diyor Sema Erdem, kim bilir kaç kez sorguladığı halde yanıtsız kalan bir absürtlüğü vurgulayan ses tonuyla, “Ankara’dan bilirkişi raporu iş kazası diye geldi. Fakat hakim raporu okumadı bile. Karardan sonra da zaten bir şey yapamıyorsunuz. Yargıtay henüz onamadığı için verilen ceza da uygulanmadı. Şöfor hala dışarıda”. Musa Erdem’in kızgınlığı sesine yansıyor: “Devletin kurumu bu olayı iş kazası olarak niteledi! Dava iş kazası üzerinden yürüse ucu prodüksiyon şirketine kadar gidecekti. Catering şirketinin arabasını kullanan şöfor kayıtdışı, ama bu gizleniyor. Arabayı kaymadan kapıya yanaştırması gerekiyor, ancak ok gibi fırlayıp demir kapıdan içeri giriyor. Tam bir cinayet...” o da frenim patladı diyor. Savcı, inceleme yaptırmadan beşinci gün aracın trafiğe çıkmasına izin veriyor. Arabanın üzerine gelen üç kişi varmış, hatta Selin Ömer Özcan’ı itmiş, kurtarmış. Özcan, ‘olay anını hatırlamıyorum’ diyormuş. Biz kendisini görmedik bile. Üç yıl geçti, kimse ‘olay da böyle oldu’ demedi. Onu bırakın, kardeşim aramızdan ayrılıyor ama, diğer iki kişinin daha üzerine araba geliyor, şikayetçi bile olmadılar. O bile davanın kapsamını genişletecekti. Kardeşimin öldüğü gün bile setin devam ettiği söyleniyor”. Artık setler “tehlikeli sınıf”ta. Peki daha önceki tehlikelerde hayatlarını kaybedenler, yaralananlar? “Setlerin tehlikeli işyeri statüsüne geçmesinde bizim süreçten de bahsediliyormuş” diyor Hacer Erdem. “Ama” diye bağlıyor cümlesini Sema Erdem, “Bu durumun bizim davamıza etkisi olur mu, bilemiyorum”. Ülke adaletine kimsenin güveni kalmadığı günlerden geçiyoruz. Erdem ailesinin yaşadıkları da bu güvensizliği pekiştirir boyutta. Şimdi AİHM’e gönderilmiş dava. Avukatları Berrin Demir, “Bütün şirketlerin sorumlularının, işvereni pozisyonunda olanların da yargılanması gerektiği, bunun bir iş kazası olduğu, ancak öyle ele alınmadığı bahisle bir müracat yaptık. Bekliyoruz” diyor. l Dertleri para, insanlar değil Acının yüzlerden ciğerlere indiğindeki o ses, bir derin nefes... “Arkadaşını itecek kadar kendinde güç bulmuş, ama kendini kurtaramamış, catering şirketinin arabası çarpmış” diye tamamlıyor eşini, baba Erdem, “Platonun içinde bir mola odası olsa benim kızım dışarı çıkmayacaktı, hayatını Herkes korkudan susuyor Bu “cinayet”e o kadar çok insan ortak oluyor ki, 60 kişinin çalıştığı setten bir tane tanık çıkmıyor. Başta biri gelip şahitlik edeceğini söylüyor aileye, sonra kayboluyor. “Ne yazık ki, bir daha iş bulamam kaygısıyla kimse yanımıza gelmedi, aramadı” diyor Sema Erdem, “Dava çok karanlık kaldı. Kazayı yapan şöforün iddiası üzerinden yürüdü, Gıdalarımız gösterişli zehirlere dönüştü TUTKU TALINLI B ir otel düşünün, ama öyle bildiğimiz otellerden değil. Sabahları kuş sesleriyle uyanıp “anne” yemekleri yiyebileceğiniz, kendi elinizle sağdığınız sütü içebileceğiniz, kuzine sobalarda ekmeğinizi kızartarak tüm aile keyifle kalabileceğiniz bir otel. Üstelik İstanbul’a öyle çok da uzak değil. Tarihi İpek Yolu üzerinde bulunan limanlardan, Kerpe’ye 3 km mesafedeki, Narköy sürdürülebilir bir yaşam alanı olarak tasarlanmış. Üç tarafı ormanlarla çevrili bir ekolojik otel ve organik tarım çiftliği olarak dünyanın sayılı eğitim merkezlerinden biri. Birinci öncelikleri, bizim de bir parçası olduğumuz doğanın dengesini bozmadan, doğayla uyumlu bir tesis kurmak. Bunu da başarmışlar. Narköy, konuklarını ağırlarken de doğadaki prensipleri göz önünde bulundurarak, karbon ayak izi minimize edilmiş yeşil bir tesis. Aslında bir eğitim danışmanlık firması olan tesisin ana teması “geçiş”, insanları tekrar sürdürülebilir yaşamla buluşturmak için kurulmuş bir köprü. Tesisin kurucusu Nardane Kuşçu yani namı diğer “Nar Anne”, “Bizim büyüdüğümüz zamanda da, bugün ‘permakültür’ denen sürdürülebilir yaşam vardı. Okulların bahçeleri olurdu, köylerde, mahallelerde yaşardık. Gerçek oyunlar oynayıp, kitap okuyup, masallar dinlerdik. Son yıllarda Narköy doğaya uyumlu, yeşil bir tesis. Nardane Kuşçu (sağda). Eğer doğayla barışık bir hayat istiyorsanız, sırf yüzeysel değil, tohumuna kadar organik bir mekâna, Narköy’e buyrun. bu yaşam tarzını hızla kaybettik, doğayla uyumlanmak yerine savaşmayı, yok etmeyi seçmeye başladık. Gıdalarımız gösterişli zehirlere dönüştü ve insanlar bunun acı sonuçlarını yaşıyor” diyor. Doğadan koptukça kendi özümüzden de koparak ve yalnızlaştığımızın altını çiziyor. Sonra Narköy’ün kuruluş sebebine getiriyor sözü, “Doğayla bütünleşmeden insanın sağlıklı olması düşünülemez. Ailece hayat felsefemiz olan bu bakış açısı, Narköy düşümüzün çıkış noktasıdır” Burayı tercih eden misafir profili hayli geniş. Kurumsal eğitimlerini, projelerini, doğal bir ortamda yaparak daha verimli olmak isteyen bankalar, şirketler, sürdürülebilirlik üzerine proje yapan üniversiteler, okullar, klip ve moda çekimi yapanlar, aileler, mutfak şefliği eğitimi verenler, kendi benzer sistemlerini kurmak isteyenler, kişisel gelişim eğitimi verenler ve almak isteyenler, gençlik grupları, sanatçılar, organik yemeklerle ilgilenenler, alternatif tatil sevenler, kendi okul bahçelerini kurmak isteyen ve bunu öğrencilerine öğretmek isteyen okullar. Ekolojik hayat felsefesini hayatına entegre etmek isteyen ve deneyimlemek isteyen münferit misafirler ve aileler de Narköy’ü tercih ediyor. l “Tohum hayatın temelidir ve sadece insanlara ait değildir tüm canlılarındır” sözünü benimseyen Nardane Kuşçu “biz tohumlarımızı ‘kurda, kuşa, aş olsun’ diyerek toprakla buluştururuz. Doğadaki sistemin çeşitlilik prensibi gereği biz tek tip tarımdan uzak dururuz. Bu, bir yandan kendi ihtiyacımızı iklim ve coğrafyanın izin verdiği ölçüde yetiştirmemizi sağlarken diğer yandan tohum bankamızdaki çok farklı tohumları da her yıl ekerek ve tohumunu alarak tohumlarımızı taze tutmamızı sağlıyor” diyerek çalışma prensiplerinden ipuçları veriyor. Bir de tohum bankaları var; “Ayrıca yabani bitkilerin tohumlarını, tohum bankamızda saklayarak türlerinin kaybolması olasılığına karşı tedbir alıyoruz. Tohum bankamızda ömrüm boyunca araştırıp biriktirdiğim, şu anda çocuklarımın ve torunlarımın çiftlikte birlikte olduğumuz, çalıştığımız dostlarımızın da katkıda bulunduğu 800 çeşidin üzerinde tohumumuz var. Bu tohumlardan ürettiğimiz organik sertifikalı fidelerimizi çiftliğimize ekmenin yanında, ihtiyacı olanlara satarak ekonomik anlamda da sürdürülebilirlik sağlıyoruz. Ayrıca hayvanlarımızın yiyeceği arpa, mısır, yulaf da bu tohumlardan ekiliyor” diyor. l Tohum bankası C M Y B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear